Nereden aldığınız değil, nereye götürdüğünüz önemli.” — Jean-Luc Godard
Barcelona, 2008-2009 La Liga sezonunun açılışında Numancia’ya 1-0 kaybetmişti. Ligin ikinci maçında Camp Nou’da Santander ile 1-1 beraber kalınca da A takım teknik direktörlük macerası Guardiola adına sancılı başlamıştı. Barcelona, Netflix’teki Bobby Robson: Bir Menajerden Fazlası belgeselinde de hatırlatıldığı üzere eleştirel medyası ve taraftarıyla sabırlı olmadığı bilinen bir camiaydı. Düşünün Guardiola, Barcelona’nın başına geçeli iki hafta olmuştu ve henüz galibiyet alamamıştı. Olacak şey değildi! Take The Ball Pass The Ball belgeselinde Jordi Cruyff, Numancia maçından sonra gelecek adına çok endişelendiğini aktarırken, babasının ise takımın son yıllardaki en iyi futbolunu oynadığını düşündüğünden bahsediyordu. Barcelona futbol felsefesinin yaratıcısı Cruyff bu beğenisini, onun futbol kavuğunu devralan Guardiola’yı destekleyen biçimde, o günlerde El Periodico gazetesi için kaleme aldığı köşe yazısında da dile getirmişti. Fakat bu güven bunalımının ortasında Guardiola’ya destek eli uzatan sadece Cruyff değildi. Soyunma odasının belki de en güçlü figürlerinden biri de onun yanındaydı.
Guardiola, henüz ilk maçlarında düştüğü bu karanlık ortamda, Camp Nou’daki bodrum katında, hiç gün ışığı almayan ofisinde kara kara düşünerek oturuyordu. Bir anda kapısı çalınmıştı. 2002’de Louis van Gaal ona ilk şansı verdiğinden bu yana A takımın parçası olan Andres Iniesta başını kapıdan uzatmış, her zamanki gibi sakince konuşmaya başlamıştı. “Endişelenmeyin mister. Her şeyi kazanacağız. Doğru yoldayız. Bu şekilde devam edin, tamam mı? Harika oynuyoruz, antrenmanlardan keyif alıyoruz. Lütfen, hiçbir şeyi değiştirmeyin.” Guardiola buna akıl sır erdirememişti. Iniesta’nın Sanatçı adıyla Profil Kitap’tan çıkan otobiyografisinde de anlatıldığı üzere, birinin bunları söylemek için onu arayıp bulmaya çalışması ne kadar sürpriz ise, bu kişinin genelde sessiz bir adam olan Iniesta oluşu da bir o kadar şaşırtıcıydı. Iniesta’nın odadan çıkmadan önceki son sözleri daha da şok ediciydi: “Lanet olsun!” Akabinde de Guardiola’ya o yıl herkesi ezip geçeceklerini söylemişti. Iniesta, konuşması gerektiğinde konuşuyordu. Aynı sadece ihtiyaç halinde gol atması gibi. Mesela Şampiyonlar Ligi yarı finali ya da Dünya Kupası finalinde…
Pique de “Eğer Iniesta’yı istatistikleriyle değerlendirecek olursanız kimse onu takımında görmek istemez çünkü ofansif roldeki birine göre pek de gol atmaz veya çok asist yapmaz. Fakat onsuz bir Barcelona hayal edebilir misiniz? Takım kurgusu onun oynayıp oynamamasına göre büyük ölçüde değişirdi. O, sahadayken her şey akıcıydı.” diyordu. Belki de bu algı olmasaydı ve onu maçta tekme atamayacak kadar çok seven rakibi Sergio Ramos’un da dediği gibi adı “Andresinho” olsaydı bir Ballon d’Or kazanabilirdi. Iniesta, Guardiola’nın “Top olmadan korkunç bir takımız, topa ihtiyacımız var” söylemine istinaden Messi ve Xavi ile beraber tarihte topa belki de en iyi sahip olan üçlüyü oluşturmuştu. 1,72’den kısa üç top üstadı, Cruyff’un dediği gibi “Top bizde olursa gol atamazlar” stratejisinin merkezindeydi.
Iniesta, Xavi ve Guardiola -Simon Kuper’in bir yazısında dediği gibi- aynı DNA’yı paylaşmıyorlardı ama futbol anlamında kardeştiler. Guardiola’nın futbolculuğundan gelen bir zincirdi bu ve Iniesta bu tarzı mükemmelleştiren isimdi. Xavi onun Barcelona’nın sahadaki asıl lideri olduğunu söylüyordu. Sürekli topu isteyen bir lider. Iniesta’nın etrafında birçok rakip futbolcu varken top sürdüğü fotoların bulunduğu sadece ona adanmış bir web sitesi (http://iniestarodeado. com/en) mevcut. Guardiola’nın eski Barcelona fizyoterapisti Paco Seirulo’dan duyduğu ve Iniesta için kullandığı bir tasvir var. “Andres en büyük oyunculardan biri. Neden mi? Zaman ve mekân arasındaki ilişkiye olan hâkimiyeti sayesinde. Her an nerede olduğunu bilir. Orta sahada etrafını sayısız oyuncu çevrelerken bile doğru yolu seçer.”
Ama hayatta doğru yolu seçmek her zaman bu kadar kolay olmuyor. Özellikle de Iniesta gibi 12 yaşındayken ailesinden kopup La Masia’da yaşamaya başlayan, aileden kopuşu derin dostluklarla tedavi eden, hassas bir insansanız. Altyapıdan arkadaşı Dani Jarque’yi 2009’da ani bir kalp kriziyle kaybetmek ona ağır gelmişti. Sid Lowe’a verdiği röportajda o dönem yaşadığına depresyon değil de “karanlık yer” diyordu. Sakatlıklar da buna eklendiğinde, kırılganlığı çok derinde hissetmeye başlamıştı. Onu o karanlıktan çıkaranların başında ise İspanya’ya 2010’da Dünya Kupası’nı getiren, yine yalın futbol sanatıyla icra ettiği gol geliyordu. Golden sonra formasını çıkardığında ise “Dani, her zaman bizimlesin” yazan tişörtü görünüyordu. Tüm karanlık şüpheler yerini tekrar; “Çocukluğumda okul bahçesinde ne yapıyorsam stadyumlarda da aynı şeyi yapıyorum” diyen, Barselona’daki bir restoranda, bir müşterinin onu garson sanmasına yol açacak kadar herkes gibi gözüken, çocuk ruhlu ama özgüveni yüksek Andres’e bırakıyordu.
Joyce Carol Oates, 1973 tarihli Yalnız Sanatçı Miti denemesinde “Sanatçının toplum genelinden yalıtılmış halde yaşadığı düşüncesi bir mittir. Sanatçı son derece normal ve toplumsal yaşama da sahip bir birey olduğu halde, romantik gelenek onu trajik ölçüde acayip bir kişilik olarak ele alma eğilimindedir” diye anlatır. Iniesta’nın ilham veren doğallığı buradan geliyor sanırım. Guardiola’nın da dediği gibi “Top sürmek içten gelir. Bu, hız ve fizikle ilgili değildir, bir sanattır. Andres benim ruhumu canlandırıyordu.”
Bu sayı; farkında olmadan birilerine ilham kaynağı olan herkes için…