Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GenelChino’dan Bir Çocuk

Diana Taurasi WNBA, Olimpiyat, Euroleague ve NCAA şampiyonu. Ama hepsinden önemlisi sadece Chino'dan bir çocuk...

*Aşağıda yer verdiğimiz bu yazı, ilk olarak The Players’ Tribune‘de yayımlandı.

Birinci jenerasyon Amerikalıyım. Annem Arjantinli. Babam İtalyan. Babam beş veya altı yaşlarındayken, ailesi Arjantin’e göç etmiş. Annemle de burada tanışmış. Evlenmişler ve Los Angeles’a taşınmışlar – tam olarak North Hollywood. Ben ve kardeşim doğmuş. Ben sekiz yaşındayken de Los Angeles’ı terk ettik.

Doğu’ya, çöle doğru Chino, California’ya taşındık.

Bir sürü yerde yaşadım ama benim evim orası.

Mülteci bir ailenin kızıyım. Benim için hem gurur kaynağı hem de karakterimin oluşmasında değişmez bir parça. Evde İspanyolca konuşurduk. İspanyol müziği dinlerdik. Televizyonda izlediğimiz bütün kanallar İspanyolcaydı. Çoğunlukla İtalyan ve Arjantin yemekleri yerdik.

Bu benim için normal olandı; bütün bildiğimdi. Bu ülkeyi böyle anlamıştım – sayısız kültürün bir arada var olması.

Ama Amerikalı var, Amerikalı var.

Akşam yemeğine bir arkadaşımın evine gittiğimi hatırlıyorum. Et soslu spaghetti tabaklarının olduğu bir sofraya oturmuştuk – ve yanında bir bardak süt. Bu kombinasyonun beni çok güldürdüğünü hatırlıyorum. Evet, kesinlikle Amerika’dayız diye düşünmüştüm. Kim spaghetti ve köfteyle bir bardak süt içer ki?

Amerikalılar içer.

13 yaşındayken, bir yıllığına Arjantin’e geri döndük. Genişlemiş ailemi görme imkanım oldu – onları gerçekten görmek: nerede büyüdüler, nasıl yaşadılar. Farklı bir mücadeleydi. Para yoktu. İş yoktu. Ve buna ragmen ailelerini doyurmak için bir yol bulmak zorundaydılar.

Mücadele demek, bir açıdan aile kimliğimizin bir parçasıydı.  Bana perspektif verdi ve yetiştirilişimden gelen Amerika’ya özgü özelliklere odak sağladı.

California’ya döndüğümde, şu keskin duyguyu hissettim:

Bunu harcamak istemiyorum. Fırsatların hiçbirini harcamak istemiyorum.

Ebeveynlerim bulunduğumuz yere bizi getirmek için çok çalıştılar. Babam her sabah 5.30’da uyanırdı – her gün – ve arabayla bir buçuk saatlik bir yolla işe giderdi. Annem sık sık garip işlerde çalışırdı, Sizzler’da garsonluk yapmaktan bebek bakıcılığına kadar. Ne kadar çok çalıştıklarını o zaman fark edememiştim. Çocukların çoğu farketmez. Fakat bizim için bir şeyler inşa etmeye çalışıyorlardı.

Bence bu, Amerikan göçmenliği deneyiminin, bir fındık kabuğuna sığdırılmış ikiliği. İçeridekilerin hissettiği fırsat duygusu ve dışardakilerin bunu ayrıcalık olarak görmesi.

Chino bu iki duyguyu bir arada temsil ediyor. İkilik benim için sorun değil. Kendimi bir sporcu olarak görmemde bu ikiliğin etkisi oldu.

İki spor dalıyla uğraştım.

Arjantin’de, futbol kanınızın içindedir. Hayattır. Futbol topuyla büyüdüm. Amerika’da ise, oyun alanlarını basketbol domine eder. Esas olandır. Aynı zamanda basketbolla büyüdüm.

Ailem, beni ve kardeşimi iki spor alanında da cesaretlendirdiler. Seçme özgürlüğümüz vardı ve ikisi arasında bir seçim yapmamayı seçmiştik. O açıdan şanslıydık.

Her şeyi hatırlıyorum: Araba yolunda oynadığımı, babamın eve gelmesini beklediğimi. Futbol sahasından basketbol sahasına gittiğimi, tekmeliklerim hala üstümdeyken. İlk yeni basketbol ayakkabılarımı aldığımı. Sıcak asfaltın yakıcılığını. Basket potasından çıkan swoosh sesi ve futbol topunun yeni kesilmiş çimende çıkardığı whoosh sesini.

Doğrusu, futbolu daha fazla sevmiştim. Fakat babam bilerek ve cesaretlendirerek, “Diana. Git ve basketbol oyna, demişti.”

Geriye baktığımda, benim düşündüğüm ona bunu söyleten içindeki Amerikalı göçmendi. Futbol gerçekten popülerleşmeye başlıyordu, ama basketbolda gelecek vardı. Koçlar konuşurdu; diğer veliler konuşurdu. Aileme benim basketboldaki potansiyelimi söylerlerdi.  Benim için bir olanak vardı – belki basketbol özel bir şey olabilirdi.

Haklılardı.

Organize basketbolu ilk kez altıncı sınıfta oynadım. Sekizinci sınıfta ilk sporcu seçimi mektubumu almıştım…Walla Walla Washington Community College’dan. “İşte bu kadar! Bu inanılmaz. Gideceğim yer burası. Okulum bu.” diye düşünmüştüm.

Ama daha fazlası geldi – neredeyse her gün. Posta kutusuna giderdim ve 10-12 okuldan gelmiş mektup olurdu. Hiç bilmediğim yerler.  Drexel nerede? Hofstra nerede? Hiç bir fikrim yoktu. Ben sadece Chino’lu bir çocuktum. Kadınlar kolej basketbol dünyasının bu kadar yoğun veya geniş olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu.

Anlaşıldığı kadarıyla, UConn’un Geno Auriemma’sı posta işinde pek iyi değildi. Geno? Birebir geldi. Gerçek üstüydü; onu sadece televizyonda görmüştüm. Neredeyse bir şovda izlediğiniz karakterler gibiydi, bir anda orada, kapınızın girişinde.

Birçok insan Geno’nun bu olaya katılmasının herhalde şaşalı bir şekilde olduğunu hayal ediyordur – karizma doruklarda. Ama aslında ne kadar normal olduğuna şaşırırlardı. O ve asistan koç Chris Daily akşam yemeği için gelmişlerdi. Çok net olarak hatırlıyorum: Annem ve babam bonfile ve patates püresi yapmışlardı. Yetişkinler şarap içiyorlardı. Koç ve babam İtalyanca konuşuyorulardı. O tarz yemeklerden biriydi. Tek fark, Geno Auriemma, televizyon karakteri, evimizdeydi.

Çok özgüvenli bir şekilde söylemişti: “Connecticut’a geliyorsun.”

Tamam.

Babam hazırdı. Şarap ve İtalyanca sonucu değiştirmedi. Daha da fazlası, babamın insanlar hakkındaki hisleri kuvvetliydi. Sanırım büyük resmi gördü. Babam bana inanarak tavsiye verdiğinde, benim bütün ilgi alanlarımı gözden geçirdiğini biliyorum. UConn konusunda kesindi. Gideceğin yer orası.

Annem ise o kadar emin değildi. Zorlayıcı olan oydu. Aramızda bütün bir ülke, ve ben, bir yabancının rehberliğinde garip bir yerde. Fakat tıpkı babam gibi, annem de her zaman benim için en iyisini istiyordu.

Bu da UConn demekti.

Orada oynamaya karar vermek kolay olsa da yaşamanın beraberinde getirdiği değişiklik hiç kolay değildi.

Los Angeles’a geldiğinizde, orası çok yoğun. Banliyö üstüne banliyö. Her yerde hayat var, şehir hep ayakta. Çizgilerin nerede bittiğini bilmiyorsunuz. Chino hakiki bir şehir karmaşasının parçası. Ama Connecticut’ta, Storrs’dan ayrıldığınızda… Sadece, Storrs’dan ayrıldığınızı anlıyorsunuz diyelim. Başka hiçbir şey yok – cidden hiç bir şey. Kilometrelerce. Farklı olduğunu söylemek, durumu biraz hafifletmek olur.

Coğrafya bir kenara, kültürel farklılıklar da vardı. Connecticut çok…beyaz. Güzel. Süt severim?

Fakat, çoğu şeyde olduğu gibi, kampüste tecrübe ettiklerim de hayalimdeki gibi değildi. UConn’da benim düşündüğümden daha fazla çeşitlilik vardı. Porto Rikolularla tanıştım. Kübalılar. Dominikliler. Beyazlar. Siyahlar. Göçmenler. Göçmenler. Chino’nun benimle kalan bir parçasıydı – nereye gidersek gidelim, özümüzde ait olduğumuz yerden bir şeyler götürüyoruz. Ve ben bunu UConn’da buldum. İspanyol televizyonunun Arjantin gururuyla birleşmesi, dile dolanan İtalyanca terimler ve süt karışımı bana evi hatırlatır.

Gerçi, oyun farklıydı. Mental olarak. Fiziksel olarak. Tamamen başka bir seviyeydi. Lisedeyken, diğer herkesten daha iyiydim, beni diğerlerinden ayıran ve küçük şeylerin önemsiz olduğu bir sınır vardı. Formda mıydım değil miydim önemli değildi, doğru beslenip beslenmediğim veya kilo durumum da. İyi olmak yeterliydi.

Sonra UConn’a geldim ve Oh. Shea Ralph buradaydı – basketbolda benim kadar iyi olan 1.85’lik tanrıça. Sonra Svetlana Abrosimova – 1.87 boyunda ve rüzgar gibi koşabiliyor. Aynı zamanda dünyadaki en iyi Avrupalı basketbol oyuncusu.

Uzun bir yıl olacağını biliyordum. Ve öyleydi de. Bense hazır değildim.

Sezonun başında kenardan geliyordum, çok oynamıyordum ve antrenmanlarda her gün canım çıkıyordu. Geno sürekli tepemdeydi. Yani, takımımızın geri sahasında Sue Bird, Shea Ralph, Svetlana Abrosimova vardı – Connecticut’un gelmis geçmiş en iyi guardlarından üçü. Birinci sınıf öğrencisi olarak, aynı seviyede değildim. Odağımda sadece daha iyi olmayı denemek vardı. Hayatta kalmak. Her gün, bir önceki gün olduğum yerden biraz daha ileriye gitmek.

Sezonun ortasına doğru, Svetlana sakatlandı. Daha sonra, NCAA turnuvasına gidecekken, Shay da sakatlandı. Birdenbire, ilk beş başlar oldum ve 35 dakika oynuyordum. İşte böyle. O yıl Final Four’a gittik. Ben felakettim ve kaybettik.

Kaybetmekten nefret ederim.

Bir daha da asla NCAA turnuvasında kaybetmedim.

Kolejden profesyonelliğe geçişim son seferkinden daha da zordu. 2004 WNBA Draft’ında Phoenix Mercury tarafından ilk sıradan draft edildim. Kolej sporlarının ne kadar büyüdüğüne dair bir sürü konuşma olmasına rağmen, üniversiteliler ve profesyoneller arasında hala fark var. Bir şey ya iştir ya da değildir. Ve günün sonunda, profesyonel seviyede basketbol oynamak, bir iş. Bir takım gereksinimleri ve beklentileri olan kendi içinde bir dünya. Eğer bunlara uymuyorsanız, işinizi kaybedersiniz. Alışmayı gerektirir.

Çok iyi bir çaylak yılı geçirdim. Fakat aynı zamanda, iyi olmadığım çok fazla şey de vardı. WNBA’e gelince daha farklı yeteneklere ihtiyaç duyuyorsunuz. Burası farklı bir oyun. Buradakiler senden daha güçlü, daha akıllı, daha iyi olan yetişkin kadınlar. Ama, aynı üniversitedeki gibi, basit tuttum: Her gün biraz daha iyiye git. Sadece daha iyi ol.

UConn’da lisansımı bitirmek için geçirdiğim ilk ölü sezondan sonra, WNBA’deki diğer ölü sezonlarımın büyük bölümünü Rusya’da basketbol oynayarak geçirdim. Sonsuz güce geçişten bahsedelim. Basketbolda değişim vardır – iri yarı insanlar, euro-step yaparlar, kulak arkasından basket atarlar. Aynı zamanda, bilirsiniz, Rusya’dasın yönü de var. Konuşulan dili bilmiyorsunuz. Bu garip baloncuğun içindesiniz. Tamamen yeni bir hayat biçimi.

Öğrendiğim şey şu oldu, yabancı bir durumda kaldığınızda, yeni bir şey – isterse farklı bir şehir, yetenek seviyesi, dil, ülke veya takım olsun – iki yoldan birini seçebilirsiniz. Kendinizi korumaya alıp, Bu duruma kesinlikle uyum sağlamayacağım. Kendi yolumda kalacağım. diyebilirsiniz veya uyum sağlayabilirsiniz. Bilinmeyen yolu tercih edebilirsiniz. Seçim sizin.

Ben, uyum sağlamayı seçtim. Bilinmeyen yoldan gittim. Gittiğim ve oynadığım her yerde, kendimi her şeyin içine attım ve en iyisinin olmasını umut ettim.

Pişmanlıklarım olmadan yaşıyorum.

Sonunda her şey Chino’ya dönüyor. 25 yıl geçmiş olsa da, hala en küçük detayları hatırlıyorum. Taşındığımızda nasıl genç bir şehir olduğunu— bu “imparatorluk” hala kendini buluyor, gelişiyordu. Bunu her yıl görebiliyordunuz. Orada kendimize nasıl bir hayat yarattığımızı hatırlıyorum – ve cidden bazı açılardan inşa ettik. El ve dizlerimizin üzerinde olduğumuzu, ailemin aldığı eskimiş pencere kenarlarını ve halıyı söküp attığımızı hatırlıyorum. Kız kardeşim ve benim çatıyı takmaya nasıl yardım ettiğimiz – bu bir şekilde hem kötü bir fikir hem de en iyi fikirdi (Gerçekten, bu işi yapması için bir profesyonel tutun). Yıllar sonra geri dönmek ve aynı evde geceyi geçirmek ne kadar iyi hissettirir. Aynı posta kutusunu açmak. Aynı masada yemek yemek. Aynı potaya basket atmak. Aynı yatakta uyumak.

Benim ev anlayışım ve nereli olduğum beni şekillendirdi ama aynı zamanda yere basmamı sağladı. Basketbol yolculuğumun beni haritada ne kadar uzağa götürdüğünün veya ışıkların ne kadar parlak olduğunun bir önemi yok. Ben hala benim.

Ben, hala sadece Chino’dan bir çocuğum.

Çeviri: Yağmur Kocaman

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Hayal Kuran Herkese

Hayal Kuran Herkese

3 sene önce
Neno

Neno

3 sene önce
Sözlü

Sözlü

3 sene önce