Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolBüyük Sarunas Oteli

2000'lerin Avrupa basketbolu efsanesi Saras, artık takım elbiseli.

Kaunas kasvetli bir şehir. Bir otel açsanız iş yapar mı, emin değilim. Renkler genellikle gri, sokakta fazla insan yok. Ana cadde pek işlemiyor. Sovyetlerden kalma yıkık dökük binalar her yerde.  

Sarunas Jasikevicius şehrin biraz dışında yaşıyor. Daha yeşil, nehre daha yakın. İdolü Sarunas Marciulionis’ten farklı olarak kendine ait bir oteli yok ama evi Kaunas’ın en ihtişamlı yerinde. Kendi deyimiyle, “Genellikle Zalgirio Arena’ya gitmek ve basketbol izlemek için kullandığı bir otel” orası.

Euroleague tarihinde üç farklı takımla şampiyonluk yaşayan tek oyuncuyla Kaunas’ta buluştuk. Zalgiris’in kırmızı koltuklarında Zeljko Obradovic’le başlayan sohbetimiz Cemal Nalga ve Rick Carlisle’la devam etti.

Avrupa basketbolunda süper yıldızların emeklilikten hemen sonra koçluğa geçmesine alışığız. Ama asistan koçluk? Zorunda mıydınız?

Bence zorundaydım. Yapmam gerekiyordu. Emekli olduktan hemen sonra koçluğa geçmek mantıklı bir fikir mi? Olabilir ama emin değilim. Hiçbir baskı hissetmeden basketbolun her yönünü kenardan takip edebilmek bence daha doğru. Kovulma tehlikesi yok, bench’te takımla birliktesin ve sürekli gelişiyorsun. Seni kimse yargılamıyor. Kenardan izleyerek yavaş yavaş tarzını oluşturabiliyorsun böylece.

Öte yandan… Burada sana yalan söylemeyeceğim. Deneme süreci, kafamda antrenörlüğe dair fikirlerin teyit edilmesiyle sonuçlandı. Üç ya da dört yıl önce aklımda koçluk için bazı fikirler vardı; bazı yöntemleri benimsemiştim, bunların doğru olduğunu gördüm. Belki de çok fazla antrenörle birlikte çalıştığım içindir, bilmiyorum. Yaşım ilerledikçe empati yapmaya başladım ve 33-34 yaş civarında antrenörlükle alakalı detaylara hâkimiyetim arttı. Mesela Zeljko Obradovic. Zeljko’yla 35 yaşında tekrar çalıştığımda ne yaptığını, neden yaptığını anlayabiliyordum. Öncesinde? Bazen. Hepsini değil. 33-34 yaşından itibaren kenardan yapılan hamlelerin yüzde 80’ini çözdüğümü söyleyebilirim. Bazıları kafama yatıyordu, bazılarını benimsemiyordum. Ama dedim ya; asistan olarak başlamanın avantajı, hemen kovulmamak. Yoksa en başta bana uygun olduğunu düşündüğüm bir koçluk teklifi gelseydi, bunu değerlendirebilirdim.

Oyunculuk döneminde soyunma odası konuşmalarını çok sevdiğiniz biliniyor. Antrenörken de aynı keyfi veriyor mu?

Elbette, kısmen. Teknik ekipte herkes bu meslek için genç sayılır, o yüzden frekansımız tutuyor. Zalgiris’te benimle benzer düşünce yapısına sahip insanlarla çalıştığım için şanslıyım. Maçlardan sonra epey eğleniyoruz ama hava atışından önce ciddi kalmaya çalışıyoruz. Oyunculardan ayrı soyunma odamız olduğu için eğlence orada devam ediyor. Tabii, oyuncuyken daha iyiydi ama… Koçken de kötü değil.

Maccabi döneminde verdiğiniz bir röportajda, “Belki ileride antrenörlük yaparım ama eğer kadroda benim gibi bir adam olursa işi bırakırım. Benim gibi bir oyuncunun antrenörlüğünü sürdüremem” demiştiniz. Zalgiris’te işler nasıl gidiyor? Fikriniz değişti mi?

Keşke kadromda bir tane Sarunas Jasikevicius olsa. Daha önceden bazı sözler sarf ettim. Geri alıyorum. Oyuncuyken antrenörlerime çıkarttığım zorlukları da şimdi anlıyorum. Ama şu an, şimdiki Zalgiris’te… Keşke benim gibi bir oyuncu olsa. Gerçekten aldırış etmem. Dört, beş tane de olmasın tabii benim gibi ama bir taneye razıyım. Böylelikle kadroda çuvallamaktan hiç korkmayan, ara sıra kayışı koparan bir oyuncuya sahip olabilirdim. Antrenör olduktan sonra gördüm ki başarısız olmaktan korkan oyuncuların aklına girmek çok zor. Eğer bir oyuncu çekiniyorsa bu çok büyük bir problem. Sadece saha içinde sorun olmuyor çünkü. Genel anlamda, hayat tarzı açısından da problem yaşanıyor. O yüzden hep “Gidin, deneyin” diyorum. Yüzde 100’ünü versin herkes. Olmasın, problem değil. Korkmasınlar yeter.

“Zeljko, ‘Basit olanı yapmak en zorudur’ der zaten hep. Ben de hep dinlemeye, bir şeyler öğrenmeye gayret ettim.”

Geçen aylarda Zeljko Obradovic ve Sarunas Marciulionis’le konuşma şansı buldum. Her ikisi de ayrı ayrı, “Saras olağanüstü bir koç olacak. Bunu ilk günden beri biliyorum” dedi. Neden böyle düşünüyorlar sizce?

Galiba ben 24 saat basketbol konuştuğum için. 24 saat basketbol izliyorum. Eşimin kıskanılası bir yaşamı var. Evde hep basketbol maçları açık, eminim çok keyifli vakit geçiriyor! Oyunculuk dönemimde de hep sorgulayan, “Niye böyle yapıyoruz?” diyen biri oldum. Belki bundandır. Tabii, yanlış anlaşılmasın. Zeljko’ya gidip “Koç? Neden?” demiyordum. Yardımcılarına giderdim, bir şeyler öğrenmeye çalışırdım. Derine inmeyi severim zaten. Standart iki sorum vardı…

-Neden bunu yapıyoruz?

-Yapınca ne olmasını bekliyorsunuz?

Tekrar ediyorum. Zeljko’ya sormuyordum. Itoudis daha az riskli bir seçenek, biliyorsunuz. Gerekçeleri öğrendikçe de motivasyonum artıyordu. Olayın daha derinini görebiliyordum. Planı anlamak başka, planın hazırlanış sürecine tamamen hâkim olmak başka. Özellikle Obradovic gibi koçlarla birlikte çalışınca her şeyin ne kadar basit yollardan halledilmeye çalışıldığını görüyorsunuz. Ortaya çıkan sonuç çılgınca olabilir ama çözüme gidiş çok basit. Hiç çılgınca değil. Zeljko, “Basit olanı yapmak en zorudur” der zaten hep. Ben de hep dinlemeye, bir şeyler öğrenmeye gayret ettim. Basketbol hep hayatımın merkezinde oldu. Onsuz ne yaparım, bilmiyorum. Sokaklara düşerim herhâlde.

Peki koç Saras nasıl bir sistem inşa etmek istiyor? Bunu sadece Zalgiris özelinde sormuyorum, orta ya da uzun vade için aklınızda yer eden bir felsefe var mı?

Olimpiakos gibi savunma yapıp Real Madrid’in hızında hücum etmek isterim. Yani, isterim. Kolay değil. Sistemi oyuncularınıza göre kurmalısınız. Örneğin, Zalgiris’teki uzunlarım Jankunas ile Vougioukas. Yüksek tempolu bir hücum sistemi benimsemem aptalca olur. Biraz yavaş, sakin oynatmam lazım. Gelecekte tabii yüksek tempolu bir hücum takımı yaratmak amacım var ama bu tür işlerde adım adım gitmek gerek. Savunma çok önemli zaten. Savunma üzerine konuşmalıyız. Daha doğrusu ben konuşmalıyım, oyuncularım değil. Oyuncularım savunma yapmalı. Çünkü ancak iyi savunmayla hızlı hücuma çıkabilir ve rakip yarı alandaki oyunumuzu çeşitlendirebiliriz.

Yani belirli kalıplarınız yok. Savunma önemli dediniz ama mesela Pini Gershon’un Maccabi’sini ele alalım. Tercih eder miydiniz böyle bir sistemi?

Olur, neden olmasın? Tek problem benim o kadar yeteneği içinde barındıran bir kadroyu çalıştırma şansı elde edip edemeyecek olmam. Hayatımın en iyi basketbolunu oynadığım sistem, en çok keyif aldığım oyun planı. Takımın beş oyun kurucusu vardı. Nikola Vujcic, bir oyun kurucu. Alçak posttan bir şeyler yaratırdı. Diğer oyuncular forvetten oyun kurabilirdi. 1 numarada ben ya da bir başkası tepeye çıkardı. Neredeyse tüm oyuncuların oyun kurma özelliği vardı. Yaratıcılık, yaratıcılık, yaratıcılık… Her şey çok basit gözüküyordu. Savunmada çok iyi bir takım değildik ama hücumda inanılmazdık ve durdurulmamız mümkün değildi. Tekdüze bir ikili oyuna dayalı değildi sistem. Çok fazla opsiyonumuz, çok fazla değişkenimiz vardı. Nikola’nın sırtı dönük oyununu tekrarlayabilecek bir oyuncu daha gelir mi, emin değilim.

“Pini Gershon’un Maccabi’si; hayatımın en iyi basketbolunu oynadığım sistem, en çok keyif aldığım oyun planıydı.”

İkili oyun demişken, Cemal Nalga’yı hatırlıyor musunuz?

Elbette. Ne oldu ki?

Perde sonrası devrilen oyuncuyu beslemenin püf noktasını soracaktım. Bir sırrı var mı? Cemal Nalga hücum yönü epey sınırlı bir uzun, en verimli günlerini Lietuvos Rytas’ta sizinle geçirmişti…

Benim tarzımdaki bir oyun kurucunun ayakları hızlı bir uzunla oynaması lazım. Buna şüphe yok. Taş elli de olmamalı. Eğer iyi sıçrayıp havada topu yakalayabiliyorsa harika. Kariyerimin ikinci döneminde bunlara daha çok dikkat etmeye çalıştım. Bahsettiğim uzunlara sahip olan takımları seçtim. Mesela milli takımda Robertas Javtokas’la iyi uyum yakalamıştık. Mike Batiste, böyle biri. Cemal de benzer özelliklere sahipti. Kısaydı ama çabuktu. Topla doğru yerde buluşması durumunda da bitirebiliyordu.

Bence oyun kurucuların büyük bölümü 1 numaralara karşı oynadıklarını düşünüyor. Hayır, biz aslında pivota karşı oynuyoruz. Eğer kadroda nasıl hareket edeceğini bilen, hücum faul yapmadan perdede kalabilen bir uzuna sahipsem benim karşıma rakip 5 numara gelir. Gerçekten, bu tür durumlarda hiç oyun kurucularla başa baş kaldığımı hatırlamıyorum. Hele bir de rakip uzunun ayakları yavaşsa cennetteymiş gibi hissediyordum. “Heh, şimdi başlıyoruz” diyordum içimden. Şimdi antrenörken de çocuklara bunu öğretmeye çalışıyorum. Oyun kurucular rakip uzunlara hücum etmeli. Onlarla oynamalı. Oyun bugünlerde biraz değiştiği için yavaş pivotlar artık kıta basketbolunda etki yaratamıyor. Gidin uzunların üstüne. Oyun kurucuda kalmayın.

2004’teki ABD maçı, uzunların ağır kaldığı günlerden biri miydi?

ABD zaten hep yavaş uzunlarla geliyordu turnuvalara. Tim Duncan ya da başka biri. İkili oyun savunamıyorlar mı? Hadi o zaman ikili oyun oynayalım. Bu yüzden ABD’ye karşı oynadığım maçlarda daima iyiydim. Bugünlerde bazen TV’de ya da internette Atina’da kazandığımız maçın görüntülerine denk geliyorum. Başlıyorum izlemeye. O takımdan bazı oyunculara karşı kolejde oynamıştım. NBA’e gidenler vardı, onlarla oynamak benim için bir meydan okumaydı yani. “Karşımdakiler NBA’de, ben neden değilim?” diyorsun içten içe. Kimse de kazanmamızı beklemiyordu. Çık, oyna, eğlen. Basketbolcu için kusursuz ortam. Rakip ABD olunca herkes daha ilk dakikadan “Geçmiş olsun” diyor zaten. 28 sayı attım, 94-90 kazandık. Çok eğlenmiştim.

NBA’dekilere karşı oynamanın ‘bir meydan okuma’ olduğundan bahsettiniz. Geçen yıl çıkan otobiyografinizde de Indiana’yı tercih etmekten ötürü duyduğunuz pişmanlığa değinmiştiniz. Başka türlü bir senaryo nasıl mümkün olurdu? NBA’de başarılı olamamanızın temel nedeni Pacers’a gitmiş olmak mı?

NBA’e hazırlık sürecinde de çok hata yaptım. ABD’ye daha erken gidebilirdim, kampı erkenden başlatabilirdim. Sezon başladığında fiziksel anlamda hazır olmam vakit aldı. Yazın hatalar yaptım yani. Indiana’yı tercih ettiğim için elbette pişmanım ama Bird yanıma, Litvanya’ya gelmişti. Rick Carlisle oradaydı. Kendimi güvende hissetmemem için hiçbir sebep yoktu. Keşke her şey farklı gitseydi ama yeterince şans verdiğime inanıyorum. Panathinaikos’la imzaladığım yaz aylarca “Belki bir takas olur” diye bekledim. San Antonio’nun beni istediğini biliyordum ama kontratım yüksekti, takas edilmem zordu. Üç yıl, 12 milyon dolar. Öncesinde Portland’a gidebilirdim, Cleveland olabilirdi. Eğer, eğer… Dediğim gibi, en büyük hatam yazın iyi hazırlanmamaktı.

“Indiana’yı tercih ettiğim için elbette pişmanım ama Bird yanıma, Litvanya’ya gelmişti. Rick Carlisle oradaydı. Kendimi güvende hissetmemem için hiçbir sebep yoktu.”

Pacers’ta beklediğinizi bulamadığınız anlarda durum üzerine Larry Bird’le konuşur muydunuz? Gelişinizde büyük faktördü…

Benden sürekli özür diliyordu. “Sarunas çok üzgünüm, seni zor bir duruma soktum. Indiana’ya gelirken daha farklı şeyler ummuştun. Gelecek yıl farklı olacak” diyordu. Çılgıncaydı. Bunları duymak da iyi gelmişti.

Ama gelecek yıl daha farklı olmadı. Golden State’e takas edildiğinizde Don Nelson’ın small-ball veya Nellie Ball diyebileceğimiz sisteminin iyi geleceğini düşündünüz mü? Her şey daha iyiye mi gidecekti?

Sıfırdan başlamak istiyordum ve açıkçası daha iyi olacağını düşünmüştüm. Indiana, takas edilmeden önceki bir buçuk aylık süreçte yine aynıydı. Nelson’ın sistemi için, “Bak bu iyi olabilir Saras” diyordum kendi kendime. Ayrıca fiziksel açıdan da ikinci yıl daha iyiydim. Sezona da iyi başladım zaten. Baron Davis sakattı, oynama şansı buluyordum. Ardından Baron Davis geldi… Yerimi kaybettiğimi biliyordum. Zaten bana hep, “Saras, bak; sen benim üçüncü oyun kurucumsun. Bu da sadece ilk ikisi sakatlanırsa oynayabileceğin anlamına geliyor” derdi. Söyledikleri tabii ki hiç hoşuma gitmemişti ama en azından doğruyu söylüyordu. Kabul etmek zorundaydım.

NBA dönüşü duraklarından biri olan Fenerbahçe’deki kariyerinizi nasıl değerlendirirsiniz?

Açıkçası, geldiğimde Fenerbahçe’nin bu kadar büyük bir kulüp olduğunu bilmiyordum. “Fena değillerdir” diye tahmin ediyordum ama Türkiye’ye geldikten sonra tüm bu ‘Fenerbahçe Cumhuriyeti’ olaylarını gördüm, “Vay be!” dedim. Gerçekten cumhuriyet gibiydi. Her yer sarı-lacivert, tüm o mağazalar falan… Büyük sürpriz olmuştu benim için. İstanbul da aileme iyi gelmişti. Mutluydum.

Ayrıca çok yetenekli bir takıma sahiptik. Marko Tomas ve Emir Preldzic takıma derinlik katıyordu. 2-3 numarada alternatifliydik. Sezonun dönüm noktasının Kaunas’a 3-0 dereceyle gelip kaybettiğimiz maç olduğunu düşünüyorum. O gün hepimiz hastaydık.Ukic’in 39 derece ateşi çıkmıştı, oynamadı. Uzatmada kaybettik. Eğer o maçı alsaydık TOP 8’e kalmıştık. Olmadı ama Türkiye’de kazanabileceğimiz tüm kupaları kazandık. Zaten benim kontratımı neden uzatmadıklarını anlayamamıştım. Fena bir sezon geçirmediğimizi düşünüyordum. Evet, bazı konularda gelişim kaydetmemiz gerekiyordu ama bir-iki ufak değişiklikti bunlar.

Tabii, şimdilerde durum biraz daha farklı. Zeljko Obradovic’in favori öğrencilerinden biri olarak, Fenerbahçe’ye tavsiyeniz ne olur? Siz ondan ne öğrendiniz?

Dürüstlük. Ben de açık sözlü, direkt bir insanım ama Zeljko bambaşka. Sertliği yine ondan öğrendim. Bu röportajda söyleyemeyeceğim birçok “Zırvalamayı kes Saras” anımız oldu. “Nasıl bir adam olmam gerektiğini” de çok anlattı bana. Sahadaki seçimlerimden tamamen sorumlu olduğumu, bu konuda bahane kabul etmediğini vurgulardı hep. Tüm bunlar olurken eğlenmeyi, hayattan keyif almayı da başarırdı. Beraber çalıştığım herkesten bir şeyler kapmaya çalıştım ama Zeljko kesinlikle aralarındaki en komple adamdı. Herkes, “Zeljko harika bir koç” der ama onu özel kılan basketbolu diğerlerinden daha iyi biliyor olması değil. Dürüstlüğü. Oyuncularıyla tamamen şeffaf; hile yok, boş laf yok. Onunla çalışırken her daim yüzde 100’ünüzü vermelisiniz ki bunun devamlılığını sağlamak çok zordur. Benim de tükenmeye yaklaştığım periyotlar oldu. Ama onu çoğu zaman anladığıma inanıyorum. Bazen tam zamanında reaksiyon verdim, bazen biraz geç kalmışımdır. Olsun. Sonuçta çocuk yetiştirmiyor bu adam. Onun dünyasında sadece sert adamlara yer var. Güvenin yeter.

Svetislav Pesic’e bu yüzden mi kızgınsınız? Sizi 2003’te Barcelona’da istemediği hâlde dürüst olmayıp bunu hiçbir zaman dile getirmediği için mi?

Evet. Pesic bugün ne söylerse söylesin, umurumda değil. Ona kızgın olmamın sebebi bana karşı dürüst olmayışıyla alakalı. Beni takımda istemedi, tamam. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Barcelona koçu, yeni sezon planında bir oyuncusunu kadroda düşünmüyor. Bunu gelip bir sezon önce Euroleague şampiyonluğu yaşadığı oyuncusuyla paylaşabilir. Pesic ise başka bir yolu denedi. Basına gitti ve “Jasikevicius takımda kalmak için çok fazla para istiyor” dedi. Doğru değildi; çünkü ben yarı paraya Maccabi’ye gittim. Her şartta Barcelona’da kalmaya hazırdım. Pesic beni bedavaya oynasam da kadroda tutmayacaktı. Neden? Bugün bile bilmiyorum. Belki farklı özelliklerde bir oyun kurucu istedi. Umurumda değil. Beni çok sevdiğim Barcelona taraftarına karşı ‘uzlaşmaya yanaşmayan bir adam’ olarak gösterdi. Basına beni kötüledi, yalan söyledi. Bu yüzden onu hiçbir zaman affetmeyeceğim. Bugün antrenörlük yapıyorum. Pesic gibi, bir sonraki sezon oyun kurucumu değiştirme planım olursa gidip ona söyleyeceğim. Sorumluluk bende olacak. Hata yaparsam, benim hatam olacak. Bununla yaşamayı öğreneceğim. Kaçmayacağım.

Bu röportaj, Socrates Dergi’nin Mayıs 2016 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

 

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce