Bundan tam 20 yıl önce, belki de o yaz büyük bir futbol turnuvasının olmamasının da etkisiyle, İngiltere kendisini bambaşka türden bir heyecanın ortasında bulmuştu. Blur ve Oasis yeni 45’liklerini aynı gün yayınlama kararı almış ve Britpop Savaşı’nın (Battle of Britpop) fitilini ateşlemişti. Bu, 1990’larda İngiltere’yi tanımlayan Britpop’un zirve anıydı. Peki bunun futbolla ne alakası vardı?
Başlama düdüğünü Suede’in çaldığı, Blur’ün ilk golü attığı, Oasis’in geriden gelip kazandığı ve Pulp’ın en değerli oyuncu seçildiği bir maçtı Britpop. O maçın en heyecan verici noktası da tam 20 yıl önce, 12 Ağustos 1995’te yaşanmıştı işte. Oasis’in kavgacı biraderleri Noel ve Liam bir süredir her röportajda Blur elemanlarına laf atıyordu, bir gün Blur cephesi resti gördü. Temmuz 1995’te yayınlamayı planladıkları “Country House”un çıkış tarihini iki hafta erteleyip tam Oasis’in “Roll With It”ine denk getirdiler. Britanya’nın en büyük iki grubu yeni şarkılarını aynı hafta raflara dizecekti. Kim liste başı olursa o kazanacaktı.
Hikaye buydu, medyaya ise bundan onlarca altmetin çıkartması düştü: İşçi sınıfı orta sınıfa karşı, Kuzey Güney’e karşı, çekirdekten yetişme sokak kabadayıları sanat okulundan mezun temiz çocuklara karşı… Nihayetinde kazanan, yaklaşık 60,000 kopya daha fazla satmayı başaran Blur olmuştu. Ama aslında kaybeden yoktu: İngiltere, yıllar sonra yeniden İngilizliği kutluyor ve bunu Britpop’la yapıyordu. Tarzları farklı da olsa Blur’le Oasis’in (ve diğer Britpop gruplarının) birleştiği nokta, sözlerinden müziklerine, giyimlerinden demeçlerine dek dibine kadar İngiliz olmalarıydı. Suede Londra’nın bohem ortamlarından, Blur sıradan insanların hayatından öyküler anlatır, Oasis başarı hayalleri kurar ve Pulp başarısızlık üzerine küçük destanlar yazarken hepsinin ortaya koyduğu şey, Britanya’ya iyi hissetmek için bir sebep vermekti aslında. Nirvana ve Seattle’lı hemşehrilerinin hakimiyeti altında geçen senelerden sonra rock müzikte tekrar Ada’nın bayrağının dalgalanmasıydı mesele. Öyle ki, 1994 yılında Brit ödüllerini süpürdükleri gece Blur vokalisti Damon Albarn mikrofona şöyle bağırıyordu: “Uyan, Amerika!” Dönemin popüler dergisi Select, Britpop’a ayırdığı kapağında daha netti: “Yankiler, hadi evinize!”
İngiltere’ye umut veren yedi kişi
Görüldüğü gibi sadece bir müzik akımı değildi Britpop, bir tavır, bir ruh haliydi. Krizler, grevler, isyanlar ve facialarla şekillenen 1980’lerden sonra Britanya’nın yeniden iyi hissetmeye başlamasının, kültürel ve sosyal anlamda Amerika’ya horozlanacak cesareti bulmasının sembolüydü. 1996’da ülke seçim atmosferine girerken Brit ödüllerinde Noel Gallagher içtiği şampanyaların da etkisiyle teşekkür konuşmasını “Bu ülkede insanlara umut veren yedi kişi var” sözleriyle yapmıştı; Oasis’in beş üyesini ve plak şirketi Creation’ın patronu Alan McGee’yi saydıktan sonra Tony Blair’in adını da anmıştı. Blair seçimi kazanıp 1812’den bu yana en genç başbakan olunca – ki D:Ream’in “Things Can Only Get Better” gibi bir “Her şey çok güzel olacak” marşıyla seçimlere girmişti – dönemin tüm yıldızlarını ağırlamayı ihmal etmedi. O davette şu cümleleri edecekti: “Britanya müziği için harika bir yıl… Yaratıcılık, canlılık ve enerji dolu bir yıl. Britanyalı gruplar listelerde fırtınalar estiriyor ve Britanya müziği yeniden hak ettiği yerde: Dünyanın zirvesinde.” O müzisyenler popüler ve “cool”du, Blair de onlara yakın olarak onlardan istifade etmek istedi. Çünkü politikacılar bunu yapar.
Bobby Robson’ın suçu
Geçen yıl The Guardian’dan Michael Hann, Britpop tarihini anlattığı makalesine “Her şey Bobby Robson’ın suçuydu” diye giriş yaptı. Ona göre İtalya 1990’da İngiltere’nin başarılı performansı, tüm on yılın halet-i ruhiyesini belirlemişti. Bugünden bakınca Üç Aslan’ın İtalya 90’da başarılı olması şaşırtıcı değil: Kenarda Robson, kalede Shilton, ileride Lineker, orta sahada Gascoigne ve Platt… Ancak her şey o kadar keskin değil. Gascoigne turnuva kadrosuna girmeyi ancak Çekoslovakya karşısındaki bir hazırlık maçında garantilemiş 23 yaşında bir gençti o zamanlar; Platt ise kupa öncesinde milli formayı sadece beş kez giymiş ama tam zamanında formu zirve yapmış bir sürpriz. İngiltere ise o kupaya “futbolun beşiği” özgüveniyle, 1966’yı yeniden yaşama hayalleriyle gelmiş bir takım değildi. O takım yarı final oynadı, şampiyona penaltılarla elendi. Bu beklenmedikti. Adı holiganizmle özdeşleşmiş bir ülkenin yine o turnuvadaki fair play ödülünü alması kadar beklenmedik. Ya da dördüncü olduktan sonra 300,000 kişinin takımı Luton’da karşılaması kadar beklenmedik.
“Neredeyse bir gecede vatanseverlik fena bir şey değil de ulusal farkındalığın doğal bir ifadesi haline gelmişti,” diye yazmıştı Hann. “Paul Gascoigne’in gözyaşları ve John Barnes’ın rap’i [İngiltere’nin turnuva marşı “World in Motion”dan bahsediyor], bira, müzik, futbol ve modayı bir araya getirdi.” Milli takımla Britpop paslaşması sonraki yıllarda da devam edecekti. 1992 faciaydı, 1994’e gidilemedi bile, ama 1996 İngiltere’nin son iyi turnuvası oldu (ki onda da turnuvanın şarkısını Lightning Seeds yapmıştı) ve bu da yükselen “Cool Britannia” modunu besleyecekti.
Bol formalar ve baharat çocuklar
Elbette İngiliz futbolunun 1990’lardaki hikayesi milli takımın çok ötesine geçiyor. Günümüzde dünyanın en büyük birkaç futbol markasından biri haline gelmiş olan Premier Lig’in emekleme yıllarından bahsediyoruz. Forma numaralarının sezon başında seçilmesi, maçlara üç yedek oyuncuyla çıkılması, bol formalar (Madness’ın “Baggy Trousers”ına değinmiş olalım), tel örgüsüz statlar… Daha en primitif halinde bile gezegendeki en güzel futbol olayı işte. O yıllardan Blur-Oasis gibi bir Londra-Manchester kapışması analojisi kurmayı gerçekten isterdim, ama Manchester United’ın karşısına düzenli bir takım koymak zor. O yıllar Ferguson’ın talebeleri ve diğerleri (Newcastle, Blackburn) şeklinde geçiyor zirve savaşı. Aslında Blur’ün futbol karşılığı olarak Arsenal’i koymak hem coğrafi, hem de “sanatsal” açıdan doğru olurdu, ama Wenger yılları ve özellikle United-Arsenal çekişmeleriyle geçen yıllar Britpop’un son düdüğüyle başladığından kendimi tutacağım (Hem bu, koyu City taraftarı Gallagher kardeşlerin de hoşuna gitmezdi). 1995 yazından bir anekdot dönemin ruhunu gayet güzel özetler aslında. Ince, Hughes ve Kanchelskis’i satan United, sezona 3-1’lik Aston Villa yenilgisiyle başlar. Liverpool efsanesi Alan Hansen sezonun ilk Match Of The Day’inde ağır konuşur: “Çocuklarla hiçbir şey kazanılmaz.” Çocuklar dediği, Scholes, Beckham, Neville kardeşler ve Butt’lı “92 Sınıfı”dır. O çocuklar sezonu duble yaparak bitirirler, ki aslında bu devir teslim töreni ve İngiliz futbolunda yeni neslin zirveye çıkışı da Britpop kuşağının müzikte yaptığının analojisi sayılabilir. Hansen demişken, Liverpool’u mu sordunuz? Fowler, McManaman, Redknapp, McAteer’li kadro Spice Boys olarak anılıyordu bildiğiniz gibi. Gece hayatı, pahalı arabalar ve elbette meşhur beyaz takım elbiseler. 92 Sınıfı’nın antitezi. Buyrun size bir başka Britpop paralelliği.
Liste mücadelesi demiştik, değil mi? Blur basçısı Alex James “Oasis’le rekabetimiz uzatmaya gitti ve penaltılarla sonuçlandı” demişti. Blur, “Country House”la muharebeyi kazandı ama savaşın galibi “(What’s The Story) Morning Glory?” ve özellikle “Wonderwall”la yedi düvelde milyonlarca kopya satan Oasis oldu. O kadar çok para kazandılar ki, sonraki albüm “Be Here Now”da Johnny Depp’e gitar çaldırdılar, ama yaptıkları hiçbir şey “Definitely Maybe” güzelliğinde olmadı. Bir gece Geri Halliwell, Union Jack elbisesiyle sahneye çıktığında herkes Britpop’un gazının kaçtığını ve bir hediyelik eşya dükkanı ürünü haline geldiğini fark etti. İşçi Partisi, Blair’in George Bush’a haddinden fazla yanaşıp savaşa girmesinin bedelini iktidarı kaybederek ödedi. Yine de İngiltere, 2008’deki global krize kadar ekonomisini düzeltti ve ara ara çalkalanmalar yaşasa da asla 1980’ler kadar büyük kaos yaşamadı. Milli takımları Dünya Kupası’nda son sekizin ötesine geçemedi, ancak Premier Lig gezegenin en çok para döndüren futbol organizasyonu haline geldi. Üç farklı İngiliz kulübü Avrupa’nın en büyük kupasını müzesine götürdü. 2009’da Paris’te bir yaz akşamı Noel ve Liam Gallagher birbirine girdi ve Oasis’i dağıttı. Blur ise birkaç senede bir dağılıp yeniden bir araya geldi.
Bir gece Blur davulcusu Dave Rowntree, Liam Gallagher’a bir bar tuvaletinde rastladı. “Bu Britpop Savaşı hikayesi, saçmalık değil mi?” diye sordu. Liam, “Evet, aynen öyle” dedi. “Ama albüm satmaya yarıyor işte.”