‘Tutunamayanlar’ zor bir kavram. Altından kalkmaktan ziyade altında kalabileceğiniz bir ağırlığı ve bir o kadar da ‘bozulmuşluğu’ var. Evet, söz konusu spor olduğunda hem çok açıklayıcı hem de çok kapsayıcı. Aynı zamanda Türkçenin en büyük eserlerinden birini de anımsatıyor. O eser ki artık şişede durduğu gibi durmuyor. Ne yazık ki bugünün dünyasında ‘tutunamayan olmak’ Oğuz Atay’ı belki de mezarında kahreden bir şekilde; ironiden uzak, bir ‘hava’, bir ‘tarz’, bir ‘trip’ ve en kötüsü, bir klişe gibi.
İşbu yazı aslında tam da bu nedenle yazıldı. ‘Tutunamayanlar’ kavramı öne çıktığından beri tartışıp durduk. Korku şuydu: Zaten edebiyat parçalıyor, Orwell’lerden alıp Zidane’ın melankolisine koşuyor, Godard’ları yardıma çağırıp, filarmonilerle coşuyorduk. Bununla iyice suyunu çıkartacaktık. İflah olmaz ‘tutunamayan’ romantikler olarak sosyal medyanın diline düşmek için bulunmaz fırsat! Oysa bu, hem romana hem de sporun ‘tutunamayanlarına’ haksızlık olurdu. Birinin ironisiyle diğerinin dramı o kadar kuvvetli ve açıklayıcıydı ki kolaycı eleştirilere yem edilmemeliydi.
Buradan yola çıkıp ‘gizli özne’ kipindeki başka bir konuyu da tartışmaya başladık. Malum, bir süredir bir algı var spor basınında, hele de sosyal medyada. İşin içine biraz sanat, edebiyat girince nedense rahatsız olunuyor. Maazallah “Schalke maden, Liverpool liman işçisi takımı” deyince sıkıntı yayılıyor. St. Pauli ve Livorno ise anılmaması gereken günahlar gibi. Sanırım burada ‘alerjik’ bulunan, ‘küçük burjuva aydını duyarlılığı’ diye tanımlanan şey, -romandan referansla- ‘yumuşakçalaşma’ oluyor. Adını daha da net koyarsak; spor romantikliği!
Romantizmden bu ‘hazzetmeme’ durumu bir yere kadar anlaşılabilir bir şey. Misal; aslında çok açıklayıcı olan “Futbol asla sadece futbol değildir” tabirinin artık cılkının çıkması gibi. Sürekli tekrarlanan ve içi boşalan her kavram, yaşamın sırrını bile verse rahatsızlık yaratıyor. Spor uluslararası kapitalizmin oyuncağı olmuşken söze “Bir işçi sınıfı sporu olarak futbol…” diye başlamak tarihsel bir gönderme gibi gelmiyor, asap bozuyor. Yani, aslında yaratmak istediği şeyin tam karşıtına dönüşüyor spor romantizmi. Anlam ve söz daralmasına iyi gelsin diye ortaya çıkan şey, bir süre sonra o anlamı daraltan kalıplardan birine dönüşüyor. Bu tuzağa düşmeyen bir kalem olarak Tanıl Bora’nın kitaplarından birinin ismi boşuna Karhanede Romantizm değil. Evet romantizm… Ama nerede romantiklik tasladığımızı da bilelim, değil mi?
Yani samimiyetsiz, altı boş, ideolojik temeli eksik romantizmden şikayet etmekte bir sorun yok. Hakikaten daha yeni/özgün şeyler söyleyen işler olmalı. Daha derin, daha içerikli, daha ayakları yere basan ama daha iyi de ‘uçuran’. Gerçek romantizm de böyle değil mi zaten? İyi yapmak şart. Mavi köşede Cohen’in Famous Blue Raincoat’u var, kırmızı köşede Kenny G külliyatı! Bu incelikli dengenin mükemmel örneklerden biri, Hakan Günday’ın ikinci sayıdaki St. Pauli yazısıdır mesela. Klişe gibi duran bir konuda, yepyeni, sarsıcı ve alabildiğine duygusal bir öykü kaleme almıştı…
Buraya kadar sorun yok. Anlaşabiliriz. Ama bitmiyor ki! Her türlü zenginleştirici ögeye öfke duyanlar da var. İstiyorlar ki spor sadece ama sadece spor olarak kalsın. Sahadaki oyuna bakalım hep; derecelere, taktiklere, hakeme, oynanan oyuna, yarışa, birinciye… Sadece ona, o âna. Cenk Gönen hata mı yaptı? Hemen hesabını romantiklerden soralım: “Kafka okumasın, iyi kalecilik yapsın!” Phil Jackson mı? Bıraksın Zen öğretisi ayaklarını, onun devri geçti artık. Liverpool’un ruhu Amerikalılara satılmışken hangi Robbie Fowler, hangi dok işçileri!
İfrattan tefrite savrulan bir tepki bu. Köksüzlük, duygusuzluk yaratan, sporu içinde şekillendiği toplumdan soyutlayan bencil bir talep. Tam da Oğuz Atay’ın dediğine benziyor: “Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık, samimiyeti yaltaklanma ve yardımı bir baskı, kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından istifade edilecek, istismar edilecek bir akılsız sayarlar.”
İşte bu algıda ciddi bir sorun var. Hem de ideolojik bir sorun. Çünkü spor kültürünün, hikâyeciliğin total reddedilişi hepimizi başka bir yere götürüyor. O yerin en sonunda, doymak bilmeyen neo-liberal tüketim kültürü ve onun yarattığı hırslı, aç birey var. Arsene Wenger’e, Jürgen Klopp’a gıcık ama onların futbol anlayışları doğrultusunda oynanan maç 3-3 bitince “Ne maçtı be!” demekten geri kalmıyor. Torul’da bir voleybol takımı var deyince sıkılıyor ama Yeşil Giresunspor’u son saniye basketiyle yenince yerinden fırlıyor. Bahisçi, transferci, skorcu ama istiyor ki takımı çizgi roman kahramanı gibi algılansın. Oğuz Atay Tutunamayanlar’da bu tipleri de şöyle tanımlıyor:
“… (H)or gören, aşağılayan, aldırmayan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, küçümseyen, baskı yapan, istismar eden, cesaret kıran, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe, bir sınıf yukarıda olanlar, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar, her savaşta kazananı tutanlar, her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar, yani onlar, onlar, onlar, onlar…”
Bugün spor basını ikiye bölündü. Bu kuşak çatışması falan değil. Algı çatışması. Romantizmi tu kaka eden, her şeyi basitliğe indirgemeye çalışan, algımızı doksan dakikalarla sınırlayan, işin aritmetiğini dayatan, gündelik hazların esiri, spekülasyoncu, eril, tahakkümcü, tekdüzeleştirici, ezberci, empati yoksunu, acımasız, futbol odaklı realistler… Karşılarındaysa sporu sporun ötesinde bir esin kaynağı kabul eden, sporun hayata tahammül etmeyi kolaylaştıran bir oyun olduğuna inanan, hayata değen bir spor kültüründen yana taraf tutan, ezberleri kırmaya çalışan, çok dilli/boyutlu bakan, indirgemeci olmayan, hikâyeci, sporsever romantikler…
Bu karikatürleşmeye bakmayın, arada bir yerde geçiyor hayatımız. Kimi durumlarda romantizm çekilmez bir ağlaklığa dönüyor, kimi zaman da realizm, çıplak gerçeğin çirkin cevabına… Amaç şu olmalı sanki: Bilgiçlik taslamadan, reel durumu es geçmeden, zenginleştirici bir imkân olarak romantik kalmak; ya da işi basitin keskinliğine feda etmeden, indirgemeden, başka anlamlar çıkarma girişimini engellemeden ama hiç de bulandırmadan realist olmak.
O yüzden, şu soruların cevaplarını doğru vermeli: Edebî metinler, tarihî hikâyeler, kültürel göndermeler, yani sporun havsalasını genleştiren tüm imgeler sporu zenginleştiriyor mu? Marquez’in sporu seviyor olmasından mutlu olmakta bir sorun var mı? Bir şarkıdan başlık türetince ortaya çıkan tebessüm kalbe zarar mı? İmkânsızı mümkün kılan başarılar sadece bir kişiye dahi esin kaynağı olsa sıkıntı çıkar mı? Bakın Tutunamayanlar’ın en ‘cool’ kahramanı Selim ne diyor: “İnsanlar roman kahramanlarına benzeyebildikleri ölçüde gerçektir. Her gün, yaşadığımız olaylar daha uydurma geliyor bana.”
Peki bu denklemde Socrates nerede duruyor? Çok basit. Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’deki öykülerinden ‘Demiryolu Hikâyecileri’nin son cümlesinde: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Şükür ki az değiliz.
*Bu yazı Socrates’in Şubat sayısında yayımlandı. Derginin tüm sayılarını temin edebileceğiniz satış bağlantıları için tıklayın!