İstanbul’un bahara göz kırptığı güzel bir gün… Belli sıklıkta buluşmayı adet edinmiş dört arkadaş (Cem Akdağ, Remzi Dilli, Ömer Kart ve ben), güneş batmadan Boğaz kıyısında bir sofraya oturmanın keyfini çıkarıyoruz. Eski günlere uzanılıyor, bir zamanlar albümler dolduran, bugün telefonların digital belleklerine taşınmış olan siyah-beyaz fotoğraflar masaya dökülüyor, hatırladıkça hepimizi gülümseten şeker tadında hikâyeler peşe peşe anlatılıyor…
Fotoğraflardan birinde, bir uzun deplasman yolculuğunda yorgunluğa yenik düşüp uyuyakalmış genç bir adam var. Kulağında kulaklıklar, gözünde yüzüne büyük gelmiş gibi duran o zamanın modası gözlük… Belki uyumuyordur da, kendini kulaklıktan gelen müziğe teslim etmiştir.
Bugünün genç sporseverlerinin pek tanımayacağı ama yaşı 40’ın üzerinde olan basketbol meraklılarının, hayatlarında en az bir kere Spor Sergi Sarayı’nın kapısından içeri adım atmış olanların çok iyi bildiği bir isim bu: Paul Dawkins…
***
Onu Spor Sergi parkelerinde izlediğim ilk günü gayet iyi anımsıyorum. 1981 yılının bir Aralık günüydü. Bir hafta kadar önce gazetede minicik bir haber görmüştüm. “Galatasaray NBA’de Utah Jazz takımında oynamış Paul Dawkins’i kadrosuna kattı” yazıyordu. İnanamamıştım. Dawkins’i tanıdığım için değil, o zamanlar NBA’de forma giymiş birinin kalkıp Türkiye’ye gelmesi imkânsız olduğu için… Üstelik de getiren, Eczacıbaşı ve Efes gibi dönemin büyük bütçeli müesseselerinden biri değil, Galatasaray gibi kendi yağıyla kavrulan, o dönem yetiştirdiği gençleri A takıma monte etmeye uğraşan bir kulüptü.
Paul Dawkins solaktı ve ilk bakışta insana çok garip gelen bir stili vardı. Şuta kalkarken sol ayağı, diğerinin hep biraz önünde olurdu. Mesafe tanımadan top kullanabiliyordu. Avrupa basketbolunda henüz üçlük olmadığı için (84 Olimpiyat Oyunları’ndan sonra geldi) Amerikalı skorerin burada ilk üç sezonundaki pek çok basketi 3 yerine 2 sayıyla geçti kayıtlara… Ligimizde en yüksek skora ulaştığı maç, 23 Ekim 1983’te oynanan İTÜ maçıdır. Galatasaray sahadan 103-96 galip ayrılırken, 50 sayıda Dawkins’in adı vardı. İnsanın bu sayıların ikişer ikişer atıldığına inanası gelmiyor.
Yumuşacık bileği, bol fake’li oyunu ve inanılmaz skor kapasitesiyle İstanbul’da kısa sürede özel seyirci edinen bu 1.95’lik forvet, aslında geldiği yerde de bir efsaneydi. Küçük bir okul olan Northern Illinois’ten 26.7 gibi olağanüstü bir sayı ortalamasıyla mezun olmuş, son yılında adını NCAA’lerin en skorer üç ismi arasına yazdırmış (diğerleri Larry Bird ve Nick Galis’ti), okulunun bütün istatistik rekorlarını altüst etmiş, “Doktor D” adını almıştı. Utah Jazz tarafından draft edildi ve 1979-80 sezonunda Pete Maravich ve Adrian Dantley gibi şimdi adı Hall of Fame’de yazılı devlerin yer aldığı kadroda, 57 maç oynama şansı buldu. Hatta bir maçta 30 sayı atarak sahanın en skorer ismi oldu. Ancak bu parlak başlangıç, ertesi yıla yansımadı. Dawkins zaten savunma sevmeyen bir oyuncuydu. Bir de dizinden sakatlanınca, lateral hareketleri iyiden iyiye yavaşlamıştı. O sırada Amerikan kolej basketbolundaki en atletik oyuncu olarak ün yapan Darrell Griffith’i draft eden ve tribünlerin sevgilisi olan bu genç yeteneği mutlaka ilk beşe monte etmeye çalışan Jazz yönetimi, Dawkins’i harcayıverdi. Hiç oynatmadılar, CBA ligine gönderdiler, o da sonunda dayanamayıp, Avrupa’ya yeşil ışık yaktı; menajerine “Bana oynayabileceğim bir takım bul” dedi.
Galatasaray, aynı menajerle temas kurduğunda Paul Dawkins, Fransa’nın Nice takımındaydı. Gelmiş, antrenmanlara çıkmış ama bir türlü kendisine söz verilen peşinatı alamamıştı. Nice’ten İstanbul’a uçması ve o tarihten sonra yaklaşık yedi buçuk sene yaşayacağı kente gelmesi çok zor olmadı.
Dawkins’i Yeşilköy’de sarı-kırmızlı takımın menajeri Nur Gencer ve yeni takım arkadaşları içinde İngilizcesi en iyi olan Cem Akdağ karşıladı. Onu alıp, Galatasaray Başkanı Selahattin Beyazıt’ın Cihangir Camii’nin hemen yanında boş duran ve şahane İstanbul manzarasına tepeden bakan apartmanındaki dairelerden birine yerleştirdiler. Dawkins, idmana çıktı, koç Koray Mincinozlu tarafından çok beğenildi. O zamana kadar ligde zaten iyi iş yapmış ve play-off vizesini büyük ölçüde almış olan genç kadro, “Bu adamın gelişiyle acaba ilk üçe girer miyiz?” diye umutlandı (o sezonu beşinci bitirdiler).
24 yılı geride bırakan ömründe Amerika dışında yalnızca Fransa toprağına ayak basmış ve hiç Müslüman ülke görmemiş olan bu genç sporcu, İstanbul’daki ilk sabahında ezan sesiyle korkarak uyandı. Pencereden uzansa minareye dokunabilecek yakınlıktaydı ve daha önce hiç duymadığı bu “şarkı”dan sonra, sabah olup onu idmana götürecek menajer gelene kadar gözünü kırpmadı.
O günün akşamında yeni dostları, onu Çiçek Pasajı’na götürdü. Hiç bilmediği bir içki söylediler, “Balık yer misin?” diye sordular. O da gelen balığın üstüne dökmek için garsondan ketçap istedi. Yazık oldu canım lüfer ızgaraya!
Paul Dawkins, daha sonra günde beş vakit okunan ezana da alıştı, lüfer yemeyi de öğrendi, İstanbul trafiğinde araba kullanmayı da becerdi… İçimizden biri oldu. İlk geldiğinde onu çok şaşırtan şeylere, mesela sezon boyunca oynadıkları maçların yarısından çoğunu aynı salonda, Spor Sergi’de oynamaya, bu eski salonun küçücük soyunma odalarına, sıcak suyu sporculara çok gören duşlarına uyum sağladı. İlk önemli maçında Efes Pilsen potasına 40 sayı bıraktı (Dikkat, üçlük yok!). Onu Amerika yıllarından çok iyi tanıyan “Şeytan” Billy Lewis’in bu maçtan önce “İnanamıyorum, Paul Dawkins burada ha!” diyerek koridora fırladığı ve onun elini öptüğü söylenir.
1984-87 arasında üst üste üç kez final oynayan, iki şampiyonluk, bir Cumhurbaşkanlığı Kupası kazanan ve sarı-kırmızılı taraftarların bugün bile hâlâ “Nihat İziç, Turgay Demirel, Michael Scearce, Mehmet Baç, Mehmet Altıoklar, Cihat Levent…” şeklinde ezbere sayabildiği o muhteşem kadronun temel direğiydi Dawkins. Gerçek bir yıldız olmasına karşın, son derece mütevazı bir karakterdi. Bir gün olsun, rakiple dalaştığı, hakeme ya da bir takım arkadaşına bozuk attığı görülmemişti. Kusursuz bir profesyoneldi. Öyle ki, Galatasaray’ın Amerikalı antrenör Jack Avina’yı getirip, tek yabancı hakkını uzun oyunculardan yana kullandığı 1987-88 ve 1988-89 sezonlarında Rudy Hackett ile Art Housey’in arkasında kaldı. Sadece antrenman yaptı, pek az maçta sahaya çıkabildi. Sözleşmesi gereği parasını alıyor, yönetici Faruk Süren’i bir baba gibi seviyordu. Hiçbir huzursuzluk çıkarmadı. 88 yazında Türk vatandaşlığına kabul edilmişti ve 1989 yılı başlarında Gelişim Spor dergisi için kendisiyle yaptığım röportajda milli takımda oynamak istediğini, ama birilerinin buna engel olduğunu söylemişti. Gerçekten de o günlerde Federasyon Başkanı rahmetli Osman Solakoğlu, “Milli takımı karartmam” diye bugün olsa kendisini çok zor duruma düşürecek bir demeç vermişti medyaya… Bir başka faktör de milli takıma çağrılması halinde Türk sporcu olarak kabul edilmesiydi. Bu durumda ligde dengelerin değişeceğini bilen diğer kulüpler, taraflı-tarafsız tüm sporseverlerin sevdiği bu skorerin ay-yıldızlı formayı giymesine taş koymuştu.
Dawkins Türkiye’de son maçlarını, 1989 play-off’unda Ankara’daki turnuvada oynadı. Amerika dışındaki tüm profesyonel kariyerini tek bir ülkede, tek bir formayla geçirmiş ve sonunda eve dönmüştü. Eski arkadaşlarıyla telefon sohbetlerini sürdürdü. Basketboldan sonra ağabeyiyle birlikte müzik piyasasına girdi ve bir süre prodüktörlük yaptı. Sonra emlak piyasasına yöneldi.
2012’nin Mayıs ayında Ünal Aysal yönetimi, yıllar öncesinin şampiyon kadrosunu, Abdi İpekçi’de oynanan bir Beşiktaş maçı öncesinde bir araya getirdi. Başkan Aysal, o dönemin basketboldan sorumlu yöneticisi Faruk Süren, Galatasaray basketbolunun efsane ismi Yalçın Granit, eski antrenör ve sporcularıyla buluştu, onları binlerce taraftarın önünde kucaklayarak güzel bir vefa tablosu oluşturdu. Hiç şüphe yok ki, o günün en çok ilgi çeken ismi Amerika’dan uçağa atlayıp gelen Paul Dawkins’ti. Türkiye’de geçirdiği yıllar boyunca parkelerine hiç çıkma şansı bulamadığı Abdi İpekçi’de tribünleri selamladı, coşkulu alkışlara teşekkür etti, onu babalarından dinlemiş genç taraftarlarla fotoğraflar çektirdi.
Dawkins’i dünya gözüyle son görüşümüz bu oldu.
***
Dünya çok küçük artık, kara haber eskisinden de tez ulaşıyor…
Remzi telefonuna bakıp, dudaklarından büyük bir şaşkınlık hecesi düştüğünde, masamızın tadı tuzu kalmadı. Gecenin sonraki saatlerini, onun başrolde olduğu öyküleri anlatarak, kâh gülüp, kâh gözlerimiz nemlenerek geçirdik.
Mekânı cennet olsun.