“Unutulmaz olaylar tarihin kuru sayfaları dışında, unutulmaz sözlere gereksinim duymazlar.” – Jorge Luis Borges
Gölge Hattı öyküsünün girişinde Joseph Conrad şu ithafı kullanır: “Borys ve onun gibi, genç yaşta kendi kuşaklarının gölge hattını geçen tüm diğerlerine sevgiyle.” Arjantinli Carlos Dominguez’in Kâğıt Ev adlı kitabının da daha ilk sayfalarında Gölge Hattı öyküsü başrolü alır. Bluma Lennon karakteri, Londra’da Emily Dickinson şiirlerini okuyarak yürürken trajik bir kazada ölür ve Uruguay pulu yapıştırılmış bir zarf içinde Lennon’a gelen çimento kiriyle kaplı Gölge Hattı kitabı, gizemli anlatıcının eline geçer. Anlatıcı da bizi İngiltere’den Uruguay’a bir yolculuğa çıkarır. Conrad’ın Gölge Hattı da genç bir kaptanın gemisiyle okyanusun kasvetli sularında ana karaya doğru mücadeleyle bezeli yolculuğunu anlatır. Hatta Conrad bu yolculuğu “İlk gençlik bölgesinin de geride bırakılması gerektiği uyarısında bulunan bir gölge hattı fark edene dek” diye tanımlar. Zaten Dominguez de Kâğıt Ev’i Conrad’a ithaf ederek başlar. Domínguez’in hayranı olduğu bir diğer büyük yazar Jorge Luis Borges de Arjantinlidir ve Borges’in de en sevdiği öykülerden biri Gölge Hattı’dır. Kâğıt Ev’i okuyunca Borges’in şu sözleri gelir akla: “Sanıyorum ki Conrad haklıydı. Gerçekten kimse dünyanın realistik mi fantastik mi olduğunu bilemez, yani dünya doğal bir süreç midir yoksa bir tür düş müdür, bizim diğerleri ile paylaştığımız ya da paylaşmadığımız bir düş.”
Geçen ay Netflix’te Guillermo Vilas’ın hikâyesini anlatan Settling The Score adlı belgeseli izlediğimde geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen hikâyede aklıma ilk Kâğıt Ev, Gölge Hattı ve Borges geliyordu. Rafael Nadal ve Björn Borg ile beraber tarihin en iyi üç toprak oyuncusundan biri olan Vilas’ın sıradışı öyküsü sizi farklı bir serüvene sürüklüyordu. Belgesel, gazeteci Eduardo Puppo’nun Vilas’ın 1970’lerde dünya bir numarası olması gerektiğine dair büyük araştırmasının hikâyesini de anlatıyordu.
1970’lerde Jimmy Connors, Bjorn Borg, Ilie Nastase gibi isimlerle beraber 1968 kuşağının ruhunu ortaya koyan yetenekli ve karizmatik bir jenerasyonun parçasıydı Vilas. 1952 doğumlu Arjantinli uzun saçları, bandanası, ‘cool’ havasıyla dönemin moda ikonlarındandı. Özel yaşamı ve ilgi alanlarıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Bir şair, jazz ve rock müzisyeni, edebiyat âşığı ve senaristti. ‘Hayata dair sorgulamalara soyunan bir düşünür’ diye de tanımlanıyordu. Mar del Plata’daki kulüpte Felipe Locicero’dan öğrendiği tekniklerle on yaşında ünlenmiş, ebeveynleri istememesine rağmen 18 yaşında hukuk fakültesini terk edip profesyonel tenisçi olmuştu. Kısa sürede bir fenomene dönüşmüştü. Belgeselde bir Arjantinli spiker; ülkenin drive, passing shot, backhand topspin gibi terimleri ve tenisi onun sayesinde öğrendiğini anlatıyordu. Temiz yüzlü, iyi saç kesimli görüntüsünün yerini Woodstock ve Hippi kültürünün etkisiyle uzun dağınık saçlı hali almıştı. Budizme yönelmiş, Vietnam’da hayatını kaybedenler anısına taktığı bileklikleriyle kortlara dönemin anti-kültürünü taşımıştı. Ama kortta dünya iki numarası olmasına rağmen bir türlü Grand Slam kazanamamıştı. Tenis yazarı Peter Bodo şöyle yazmıştı: “Duyarlı ve hisli kişiliğiyle rekabetçi karakteri arasında bir gerilim ve çelişki yaşıyor gibiydi.”
1973’te başlayan dünya sıralaması sisteminde 1975 ve 1977’de herkesten çok daha iyi sezonlar geçirmesine rağmen Vilas, dünya bir numarası unvanını Jimmy Connors’tan alamamıştı. 2007’de Evonne Goolagong Cawley’e 1976’dan iki haftalığına bir numara unvanının geriye dönük şekilde verilmesi sonrası Vilas da başvurmuş ama reddedilmişti. Bu haberi duyan tenis gazetecisi Eduardo Puppo ve Rumen matematikçi Marian Ciulpan; 13 yıl süren büyük bir araştırmaya girip hesaplama hatası yapıldığını ortaya çıkarmışlardı. Ancak bu itiraz da ATP tarafından reddedilmişti. Zira ATP o günlerde bilgisayar olmadan yapılan böyle bir hatayı kabul ederse diğer herkesin hakkını arayacağından çekiniyordu.
Vilas, 1975 sonu ile beraber Ion Tiriac ile çalışmaya başladığında her şey değişecekti. 1976 yazında Hawaii’ye kafa dinlemeye gitmişti. Gelgitler yaşıyordu. Boğa gibi güçlüydü ama bir yandan hassas, pesimist bir ruha sahipti. Belgeselde şunu anlatıyordu: “Hatırlıyorum. Koşuya gittim, dağa tırmandım, gün batımını izledim ve bittiğinde fark ettim ki dağın bir tarafında ışık vardı, diğer tarafında yoktu, karanlıktı. Çakallar vardı, hepsi uluyordu.” Sanki düş ve gerçek arasında geride bıraktığı gölge hattını tanımlar gibiydi. Endişelenen Tiriac, Hawaii’ye gelip idareyi ele aldı. Diyet, sekiz saat süren antrenmanlar derken Vilas’ın hassas yaratılışı ile kazanma içgüdüsü arasındaki köprüleri atıp onu bir kazanma makinesine dönüştürdü. Devrim yaratan tek el backhand slice vuruşu, geliştirdiği servisi volesi ile korta hükmediyordu. Bir süre şiir yazmayacak, kitap okumayacak, müzik bestelemeyecekti. Vilas, “Beni bir yaşlı ağaçmışım gibi budamaya başlamıştı” diye anlatıyordu. 1977’de Roland Garros’u kazanıp bunu başaran ilk Güney Amerikalı unvanıyla tenis coğrafyasını değiştirdi. Aynı yıl tüm zeminlerde üst üste 46 maç, toprak kortta da 53 maç kazanıp rekorlar kırmıştı. Yine Amerika Açık Finali’nde Jimmy Connors’ı yenmesine, 15 turnuva daha kazanıp (Federer’in efsanevi 2006 sezonunda kazandığı turnuva sayısı 12) sezonu da 134-14 maç kaydı ile bitirmesine rağmen dünya bir numarası olamamıştı. Marcelo Rios, 1998’de Grand Slam kazanmadan bir numara olurken, dört Slam’i olan Vilas 70’lerin hesap sisteminin kurbanı olarak tarihe geçmişti. 83 hafta iki numarada kalmıştı. Basın ona ‘Ebedi İkinci’ diyordu.
Bugünlerde Puppo ve avukatların ATP’ye karşı hukuk savaşı devam ediyor. Vilas ise Monako’daki evinde Alzheimer ile boğuşuyor. Bir müzeye dönüşebilecek tüm eşyalarını da artık yakın arkadaşı olan Puppo’ya bağışladı. Bir nevi kıyıya yanaşıyor. Borges’in dediği gibi: “Biz hatırladıklarımızın bir bütünüyüz; sabit olmayan şekillerden, kırılan ayna yığınlarından oluşan hayali bir müzeyiz.”
Bu sayı; bu zorlu dünyada genç yaşta kendi kuşaklarının gölge hattını geçen ama mücadeleyi bırakmayan tüm diğerlerine sevgiyle, Can Üner’in anısına saygıyla…