‘’Bir çocuk sevdim uzaklarda, sanıyordum ki onun özlemi de buydu..’’
Onu ilk ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Kafamda tam olarak şu maç gibi bir netlik yok. Tek hatırladığım; o dönem 15 yaşındaydım ve bağımlısı olmadığım teniste, Andre Agassi’den sonra ilk kez biri için bu kadar heyecanlanmıştım. 1996 Amerika Açık olabilir ya da 1997 Avustralya Açık… Bana kalsa, onu ilk ben görmüştüm. Herkesten önce. Ben keşfetmiştim kortta, ben sezmiştim ileride herkese kortu dar edecek bu yeteneği. Sonradan popüler olup herkes tarafından söylenmeye başlanan o müthiş şarkıyı henüz az bilinirken duymuş olmanın mutluluğu vardı içimde, yanında da bunun kaybolma ihtimalinin artırdığı sıkıntı. Kortta ilk gördüğümde cidden etkilenmiştim Martina Hingis’ten. Hatta ne etkilenmesi, aşık olmuştum. Ötesi var mı? Çok gençti, hatta çocuktu, bunu rahatlıkla görebiliyordunuz ama hiç çocuk gibi oynamıyordu, müthiş bir oyun aklı vardı ve kortta müthiş vuruşlar üretebiliyordu. O dönem tenise yeni yeni ilgi duyuyor olup Martina’dan etkilenmemek neredeyse olanaksızdı. Ayrıca çok sevimliydi, güzeldi ve daha sonra kendisine yakıştırılacak şımarık, küstah gibi sıfatlar henüz adının yanına eklenmemişti. Bir çocuk vardı kortta; kurtlar sofrasında, en iyilerin arasında, 15 yaşını yeni bitirmekte olan bir çocuk… Ama yaşıtlarından farklıydı. Herkese meydan okuyan bir oyunu, yeteneği ve kendine güveni vardı. O zamanlar, bir daha hiçbir kadın tenisçiye onun yarısı kadar dahi sevgi ve hayranlık besleyemeyeceğimi bilmiyordum. Meğer Birhan Keskin’in ‘’O senin en ezel gününden kederin, sen onu bin kere daha seveceksin’’ dizeleri beni anlatıyormuş, bilmiyordum. Bildiğim; ikimiz de çocuktuk ve ikimiz de büyüyorduk.
‘’Ben böyle yürek görmedim, böyle sevgi, şimdi çocuk büyümekte günbegün..’’
Martina Hingis, daha dünyaya gelmeden ne olacağı ailesi tarafından belirlenen çocuklardan biriydi. Ebeveynleri eski tenisçiydi ve gideceği yol belirlenmişti, özellikle de annesi tarafından. Kızının, eline daha iki yaşındayken tutuşturulan raketi bırakmasını hiç ama hiç istemiyordu. Martina’nın annesiyle olan ilişkisi, bazen öğretmen-öğrenci, bazen iki arkadaş, bazen iki ortak gibi oldu. Hingis, 15 yaşında Steffi Graf’ı Wimbledon’da yendiğinden itibaren medyanın dikkatini çekmeye başlamıştı. Dünyanın saygın spor gazeteleri onun çok büyük bir yetenek olduğuna dikkat çekerken, daha magazinsel olanlar da güzelliğinden ve popülerliğinden kendilerine malzeme çıkarma gayesindeydi. Martina, 1997 yılındaki süper performansı ile popülerlik anlamında tüm dünyada adeta tavan yaptı. Dünya basını, o sezon katıldığı 17 turnuvanın 12’sini kazanan ve yüzde 93.7’lik galibiyet oranı yakalayan 17 yaşındaki bu yıldızın yarattığı etkiye kapılmış gidiyordu. Graf ve Seles gibi isimlerin döneminin bitişiyle sıkıntıya girebilecek kadın tenisi için, güzel ve hırslı Hingis bulunmaz bir nimetti ve medya bunu biliyordu. Her şeyi kazanan ama aslında hâlâ bir çocuk olduğu için zaman zaman ne dediğini bilmeyen bu küçük yeteneğin gafları, medya için şahane bir malzemeydi. Hingis, her hâliyle satıyordu ve 17 -18 yaşında nasıl gündeme geldiğiyle pek de alâkadar değildi.
‘’Bir çocuk sevdim uzaklarda, bir elinde yarın, öbür elinde dün..’’
Dediğim gibi; ikimiz de çocuktuk ve büyüyorduk ancak Martina, benden çok daha hızlı büyüyordu. Dünya 1 numarası koltuğuna oturdu, büyüdü, büyüdü ve kocaman oldu ama aslında hâlâ 19 yaşında bir çocuktu ve 5 Haziran 1999 günü, hayat ikimize de bunu sert bir şekilde hatırlatacaktı.
Unutmuyorum; ertesi gün ÖSS sınavım vardı. Normalde, 1999 Mayıs’ının başında yapılması gereken sınav, sorular çalındığı için 6 Haziran’a alınmıştı. Fakat 5 Haziran, benim için daha önemli bir sınavdı; Martina, Steffi Graf gibi bir efsane karşısında kariyerindeki tek eksik olan Roland Garros şampiyonluğunu kazanmaya çalışacaktı. 1997 yılında daha 17’sini doldurmadan finalde Iva Majoli ile karşılaşmış ve maçın büyük favorisi olmasına rağmen bir türlü istediği oyunu tutturamayıp kaybetmişti. Majoli’nin tüm kariyeri boyunca kazanabildiği o tek grand slam şampiyonluğu, Martina’yı daha 16 yaşında sezon grand slam’i yapmaktan alıkoymuş, dörtleme tamamlanamamıştı. Yine de kötü hatıraları harlamanın bir anlamı yoktu. Hingis, Graf’tan çok daha hızlı, atik ve formdaydı. Alman tenisçi zaten uzun bir sakatlıktan çıkmış, kortta rahat hareket edemez haldeydi ve burada final görmesi bile başarıydı. 1997’de Majoli karşısında olduğu gibi, 1999’da Graf karşısında da tüm ibreler Martina’yı gösteriyordu. İlk set keyifli bir tenise sahne olmuştu ve Martina 6-4 ile koleksiyonu tamamlamak için yolu yarılamıştı. İkinci set başladığında, Martina kortta adeta dans ediyordu. Her zaman olduğu gibi, seyredilmesi doyumsuz bir oyunu vardı. Keyfim giderek artıyordu, ertesi gün üniversite sınavında ne olacağının bile önemi yok gibiydi. En kötü durumda, ben de bir daha hazırlanır girerdim. Nasıl olsa 1997’de yapamayan Martina da iki yıl sonra istediğini alıyordu işte.
Ve sonra o an geldi; 16 senedir aklımdan hiç gitmeyen o an. Hayatım boyunca içimde hep bir eksiklik, mutsuzluk bırakacak o an. Emrah Serbes, Hikayem Paramparça kitabında, ‘’İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir’’ der. Hayatınız boyunca zamanın daha fazla akmamasını istediğiniz anlar olmuştur, işte o anların zirvelerinden biriydi bu bahsettiğim. İlk seti alan Martina, ikinci sette de 2-0 öndeydi ve maçı izleyen herkes de farkındaydı ki şampiyonluğu kaybetmesi için çok sıra dışı şeyler olması gerekmekteydi. Vurduğu bir forehand sonrası hakemden topun dışarıda olduğu kararını duyan İsviçreli, bir hışımla file önüne geldi. Topun çizginin üstünde yani içeride olduğuna emindi ve o top içerideydi, lanet olsun ki içerideydi. Martina anlamsız bir şekilde diretmeye başladı ve Graf’ın, hakemin ve milyonların şaşkın bakışları arasında kortun diğer tarafına geçip topun izini gösterdiği anda, peri masalı sona erdi. O bir kırılmaydı, o bir kariyer değişimiydi, o bir hayatın bir yoldan başka bir yola girişiydi artık. Hikâyenin sonrası malum; Fransız seyirciler doğal olarak tepki gösterdi ve Martina’yı yuhalamaya başladı. Oyun üstünlüğünü kaybetse de toparlanıp servis kıran İsviçreli, 5-4 ile şampiyonluk için servis atacak pozisyona geldi. Ama seyirciler de tepkinin dozunu biraz kaçırmış ve maça ciddi anlamda müdahil olmaya başlamıştı. O servisler atılırken, Martina’nın yanında artık sadece annesi, İsviçreliler ve benim gibi onu delicesine seven 5-10 kişi vardı. Dünyanın geri kalanı ise Graf’la birlikte servis karşılamaktaydı ve hepsi, şampiyonluğa iki puan kadar yaklaşan Martina’ya tek eksik slam’ini vermemek için elinden geleni yaptı. Set, Martina’nın ellerinden kayıp gitti.
Gerisi çorap söküğü, gerisi büyük travma… Yuhalamalar, sinir krizleri, gözyaşları, tuvalet molaları derken Hingis kaybetti, Graf ve seyirciler kazandı. Birçokları bu kadar yetenekli ve özel bir oyuncu olan Hingis’in bir şekilde ilerleyen yıllarda bu turnuvayı kazanacağını düşünüyordu ama olmadı; Martina bir daha bırakın Roland Garros kazanmayı, herhangi bir slam’de şampiyonluk kazanamadı, Roland Garros’da ise final dahi göremedi. Hatta birkaç yıl içinde tenisi bırakmak zorunda kaldı. Maç sonrası, kazanamadığı tek slam olan Roland Garros zaferi için tekrar burada olacağını ve kazanmaya çalışacağını söyledi. O Paris öğleden sonrasında, ağlayarak ve güçlükle ayakta durarak. Ama dedim ya; bu mümkün olmadı, çünkü mutlu sonlar, çoğu zaman masallara aitti. Martina ise bir masala ait olmaktan, itiraz için kortun diğer tarafına geçtiği an vazgeçmişti.
‘’Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün, dünyanın haline bakıp güldü geçti.’’
1999’daki bu olaylı maç sonrası Martina turun en nefret edilen oyuncularından biri haline geldi. Kısa süre öncesine kadar dünyanın en sevilen tenis oyuncularından biri için, bu sindirilmesi zor bir durumdu. Nitekim Martina da bunu göğüsleyemedi. Şımarık hareketleri ve asi tutumu gün geçtikçe arttı. 1999 Roland Garros finaline kadar kortta ve kort dışında çok da asi görünmeyen bu çocuk, hayatını kontrol etmekte iyice zorlanır hale geldi. Annesiyle artık çalışmayacağını söylemesi ve yolları ayırması bir sonraki adımıydı. Akabinde dünya 1 numarası olarak geldiği Wimbledon’da 15 yaşındaki Jelena Dokic’ten ilk turda sadece iki oyun alabildi ve kadın tenis tarihinin en büyük şoklarından birine imza attı. Maçın hemen sonrasında tenise ara verdiğini açıklaması, Hingis hayranları için büyük bir yıkımdı ve “Acaba bir yıldız elden kayıyor mu?” sorusu ilk kez o gün gündeme geldi. Martina, yaklaşık iki ay sonra hem tenise hem de annesine geri dönerek korkuları biraz olsun dindirdi. Ama medya, düşen yıldızları seviyordu. O dönem The Sun, Telegraph gibi gazetelerde her gün bir Martina Hingis haberi çıkıyordu. Kaybetmeye hiç alışık olmayan genç yıldız, uçurumdan aşağı sürüklenirken iyice kontrolden çıkmıştı. Hikâyeler ve sansasyonlar günbegün artıyordu. Daha sonra Avustralya Açık’ta üç sene üst üste final oynasa da bu üç finalden de boynu bükük ayrıldı. Zaten bunlar, Martina’nın zirve tenisinin son gösterimleriydi. Önce sağ, ardından sol ayak bileğinden sakatlandı. Kısa aralıklarla iki ayak bileğinden de ameliyat oldu. Eskisi kadar hızlı değildi ve acı çektiğini söylüyordu. Korkulan son çok hızlı geldi ve henüz 22 yaşındayken, 2003 Şubat’ında tenisi bıraktığını açıkladı. Evet, artık en sevilen oyunculardan biri değildi ama böyle bir sonu hak etmediği de kesindi. İçinde bir ömürlük hikâye barındıran o üç sene yormuştu Martina’yı. Yine de içindeki tenis sevgisini ve kazanma tutkusunu hiç öldürmedi. Tenisten ayrı kaldığı dört senelik dönemde keyif aldığı işleri yapmaya devam etti, tenisin o yoğun temposunda özen gösteremediği özel hayatına yönelmeye çalıştı ve 2006 yılında, hayranlarını sevince boğan o açıklama geldi; dönüyordu. Onu en güzel gösteren yere, onu en eşsiz kılan yere, kortlara geri geliyordu.
‘’Bütün hüzünleri okşadı birer birer, gizli bir ümide sarılarak biraz küskün.’’
‘’Umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle de içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan’’ diyor kült kitabı Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Hayatım boyunca pesimist oldum, çaresiz kalmaktan ve acı çekmekten anlamsız bir haz aldım. Martina için de kendimi değiştirecek değildim, o hâlâ en sevdiğim tenisçiydi ama artık yoktu. Kortlara dönme hazırlığını duyuyordum ve üzülüyordum. Bugün olsa buna kuşkusuz sevinirim ama 10 sene önceki ben, Martina’nın hep zirvelerde gezdiği o kortta dağılacak olmasını kabullenemiyordu işte. Tenis fazlasıyla evrilmiş, tamamen fizik ve gücün çekimine girmişti. 2000’lerin başında Serena ve Venus’ün başını çektiği bu güç tenisi akımına, üç sene kortlardan ayrı kalmış ve ayak bilekleri sorunlu Martina ancak uzaktan bakabilirdi. Dönmesin ve içimizde hep ‘’22 yaşında bıraktığında bile neler kazanmıştı, bir de 30’una kadar oynasa neler yapardı?’’ gibi asla cevaplanamayacak bir soru bıraksın istiyordum. Seviyordum ama sevdiğim insanın sadece tenis oynuyor olmaktan bile mutlu olabileceğini düşünemeyecek kadar bencildim. Ta ki korta yeniden ayak bastığı o ilk ana kadar… Biri Martina’ya bir yerde aşık olduysa, orası korttu. Biri ondan bir yerde nefret ettiyse, orası korttu. Martina için üzüldüğünüz, sevindiğiniz, öfkelendiğiniz yer korttu. Sevdiğim o çocuk, 2006 Avustralya Açık’ta çeyrek finale kadar çıkıp iki numara Kim Clijsters’a elenirken beni değiştirmeyi başardı. Kortta mutluydu, insanların gözünde kortta doğmuştu ve kortta ölecekti, kendisi için endişelenecek bir şey yoktu. Hayatında en iyi yaptığı işi, eskisi kadar iyi olmasa da elinden geldiğince yapacaktı ve benim bunu anlamam için Martina’nın korta ayak basıp birkaç oyun oynaması yetmişti.
‘’Her şeye rağmen, bir an gülümsedi çocuk, sıcak, sade ama biraz kuşkulu.’’
2006’dan 2015’e koca dokuz yıl geçti. Martina Hingis hâlâ kortlarda, teklerde olmasa da çiftlerde hâlâ şampiyonluklar kazanabiliyor, hem de en üst seviyede. 2015 Wimbledon’da çiftlerde partneri Sania Mirza’yla, karışık çiftlerde ise Leander Paes ile şampiyonluğa ulaştı. İkisinde de daha ilk grand slam zaferini kazanıyormuş gibi heyecanlıydı, çocuklar gibi sevindi şampiyonluğu getiren puan sonrası. Her şeye rağmen, tüm o kötü günlere rağmen, kupasıyla tekrar gülümsedi çocuk; sıcak, sade ama biraz kuşkulu. 1996’da 15 yıl 9 aylıkken kazandığı Wimbledon çiftler şampiyonluğundan tam 19 yıl sonra geldi bu şampiyonluk. O 19 yıla neler sığmadı ki? Zirveden dibi görmeler, yaşadığı bunalımlar, kokainle imtihanlar, sakatlıklar, ameliyatlar, iki kez tenisi bırakıp yıllar sonra geri dönmeler, başarısız bir evlilik, çalkantılı bir özel hayat ve daha neler… Ama bunların hiçbiri, Hingis’in içindeki o cevheri köreltmemişti işte.
Jenerasyonundaki oyuncuların çoğu çoluk çocuğa karışmış, bir kısmı erken yaşlarda kortu terk etmişken, onun dünyanın bir köşesinde hâlen raket salladığını bilmek şahane bir duygu. Fileye çıktığında hâlâ kalbiniz güm güm etmiyor mu? İtiraf edin. Ya da geri çizgiden tam file önüne bıraktığı bir kısa top, sizlere ‘’Kadınlarda tenis, işte tam da bunların zamanında oynanıyordu’’ dedirtmiyor mu? Ben şahsen; Henin’in, Hingis’in, Clijsters’ın ardından kadın tenisinin geldiği noktadan üzüntü duyanlardan biri olarak, onları izleme şansı bulduğumda uzaklara dalıp gidiyorum.
Evet, bir çocuk sevdim ben 90’ların ortasında, 14-15 yaşlarında kortlara bomba gibi düşen. Onu sadece ben sevmedim tabii, birçoğunuz sevdiniz, hayran oldunuz. Bazılarınız hep mesafeli kaldı, bazılarınız nefret ettiniz küstah ve asi tavırlarından. Ama işte o çocukluk aşkları, o ilk sevdalar diğerlerine benzemiyor. Barış Bıçakçı diyor ya ‘’Hiçbir şey göründüğü gibi, hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi’’ diye, ben de Martina’yı hep en güzel, hep en iyi, hep en şampiyon haliyle hatırlıyorum. Ondan çok daha başarılısı da var, ondan çok daha iyi oynayanı da izledim lakin bir şey eksik kalıyor diğerlerinde, hiçbiri aynı tadı vermiyor. O kadar çok kort ateşiyle yandı ki zamanında, o kadar çok iz bıraktı ki… Öyle kolay unutulmuyor işte. Hiçbir şey göründüğü gibi değil çocuk, her şey hatırlandığı gibi. Ve sen, böyle güzel hatırlanmaya mecbursun bende.
*Bu yazı, Socrates’in 2015 Eylül sayısında yayımlandı. Derginin tüm sayılarını temin edebileceğiniz satış bağlantıları için tıklayın!