Bu yazı ilk olarak Socrates’in Mart 2020 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.
Obsesif. Dâhi. Deli. Kaybeden. Bu satırların kahramanını en uygun sıfatla anlatmaya çalışıyorum ama aklıma gelenler onu tam olarak tanımlayamıyor. Hayır, Marcelo Bielsa bir kaybeden değil ve hayır, o bir dâhi de değil. Arjantinli için sıralanan sıfatlar ya çok acımasız ya da çok bonkör. Belki de ona ne abartılı cümleler kurmalı ne de hak ettiğinden azını vermeli. Ama bunun için kaybettiği kupalardan veya maçlardan fazlasına ihtiyaç var. Dünyadaki çoğu futbolseverin neden Championship’i takip ettiğini sorgulamak iyi bir başlangıç noktası olabilir.
Sonuçta deli bir teknik adam için 46 hafta futbol takip etmek oldukça uzun bir süre ancak yine de onun sahaya dizeceği 11 farklı oyuncunun nerede ve nasıl oynayacağı herkes için önem taşıyor. Günün sonunda kazandıkları veya kaybettiklerinden çok; bize daha yeni ne sunabilir diye merak ediyor, sıradan bir insanın potansiyelini nasıl bu kadar yukarı çekebildiğini sorguluyoruz.
* * *
Dört bin maçlık video arşivi, saatleri aşan maç toplantıları ve sağlıksız derecede yoğun bir çalışma temposu. Bielsa, kariyeri boyunca hiçbir zaman eksik çalışmadı. Yeri geldi rakip takım idmanlarına casus yolladı, yeri geldi Brentford’ın hazırlık maçında kullandığı farklı formasyonlar üzerine saatlerini harcadı. Bu kadar fazla çalışmanın altında noksansız bir profesyonellik anlayışı varmış gibi gözükebilir. Ama hayır, Arjantinli teknik adam modern futbolun görüp görebileceği en amatör ruhlu insan ve içindeki bu amatör ruh, cevaplanması gereken onlarca soruyu beraberinde getiriyor. Leeds United’ın başındaki ilk antrenmanına da oldukça benzer bir soruyla başlamış, kulüp yetkililerine sıradan bir Leeds taraftarının maça gelmesi için kaç saat çalışması gerektiğini sormuştu. Antrenmanın ilerleyen dakikaları, futbolcuların gösterilen fedakârlıkları anlaması için tesis etrafında üç saat boyunca çöp toplaması ile devam etmişti. Mesaj belliydi: Bielsa, içindeki amatör ruhun aynısını oyuncularında da görmek istiyordu.
Saha içerisinde görmek istediği amatör ruh kadar, profesyonel çerçevede talep ettiği detaylar da onun için hayati derecede önemliydi. Koşu rekorlarının kırılacağı sanılan ama detaylı bir tesis temizliği ile geçen ilk antrenmanın ardından, sıra Bielsa’nın profesyonel yüzünü göstermesine gelmişti. Çalıştığı kulüplerin hepsinde oyuncularından topa sahip olmayı, yüksek baskıyı ve koşu mesafelerini talep eden 64 yaşındaki teknik direktör, günümüzde sıklıkla kullanılan beşli bloklu set hücumlarını 3-3-1-3 formasyonu ile kendisine has şekilde yıllar önce yorumlamayı başarmıştı. İleri üçlüdeki kanat oyuncularının kenara basarak oluşturduğu boşluklara orta sahada konumlanan kenar beklerinin hücum etmesi ve eksik adamla yakalanmamak için kullanılan yan pas yerine yüksek hızlı direkt pas kullanımı, onu pek çok teknik adamdan ayırmayı başarıyor.
Bir önceki sezonu 13. sırada tamamlayan Leeds United’da da ilk hedef hocanın kafasındakileri sahada görmek olacaktı. Öncelikli olarak takımın kondisyonunu tavan seviyeye getiren Bielsa, haftalar ilerledikçe sahadaki taktiksel ağırlığını hissettirdi. Geçen sezona göre maç başına yaklaşık altı fazla şut ve 130 fazla pas yapmaya başlayan Yorkshire ekibi, ‘El Loco’ birlikteliği ile topa da yüzde 10 daha fazla sahip olmaya başladı. Günün sonunda oluşan tablo oldukça netti: Leeds United bir ‘hoca takımı’ olmuştu ve bunu oldukça kısıtlı bir sürede başarmışlardı.
Ne var ki ligdeki ilk beş maçından dört galibiyet çıkarmayı başaran kurt hoca için alışılagelmiş senaryo etkisini göstermeye başlayacaktı. 15 puanlık başlangıçtan sonra Bielsa takımlarının klasikleşmiş istikrarsızlık dönemecine giren Leeds, bazı ayları kayıpsız geçerken bazı aylarda galibiyet yüzü zor görüyordu. Taktisyen hocanın rakiplerine göre birçok farklı maç içi talepte bulunması -geride bir fazla oyuncuyla kalabilmek için rakibin santrfor sayısına göre dörtlü ya da üçlü savunma tercihlerinde bulunması bir örnek- oyuncularının uzun vadede fiziksel ve zihinsel yıpranmasına neden oluyordu.
Kış transfer dönemine girildiğinde bu yorgunluktan iyiden iyiye nasibini alan Leeds, oynadığı beş resmi maçtan dört mağlubiyetle ayrılmışken bir de üzerine hocalarının başrol oynadığı casusluk skandalı gündeme bomba gibi düşmüştü. Derby County’yi 2-0’la geçtikleri maç sonrası basına sızan hadise, Bielsa’nın bir saatlik PowerPoint sunumları ile başka bir boyuta evriliyordu. Casusluk, Güney Amerika futbolunun renklerinden biri dahi olsa İngiltere için yeni ve sindirmesi zor bir lokmaydı. Yine de konunun gündemde bu kadar uzun kalmasının sebebi siyah giyinmiş bir adamın rakip antrenmanlarını izlemesi değil, 64 yaşındaki bir insanın obsesiflik sınırlarını tek başına nasıl esnetebildiğiydi.
Yüze yakın farklı PowerPoint dosyası eşliğinde sene başından bu yana yaptığı çalışmaları anlatan El Loco, rakipleri Derby’nin tam 51 maçını izlediklerini ve her bir maçın analizinin -rakip takımın kullanabileceği her oyuncuya göre dizayn edilmiş onlarca farklı formasyon- dört saat sürdüğünü söylüyordu. Peki böylesine hummalı çalışan bir teknik ekibin oynadığı maçların hemen hepsinden galip çıkması gerekmez miydi? Bielsa, yıllar önce bu soruyu cevaplamıştı. Eğer futbol robotlarla oynansaydı hiç kaybetmeyeceğini söylemiş, sahadaki 11 oyuncunun faniliğinden dem vurmuştu. Ama futbol henüz robotlarla oynanmıyor ve bir maça ne kadar fazla çalışırsanız çalışın, oyunun asla dokunamayacağınız bir parçası oluyor. Teknik adamlıkta çeyrek asrı dolduran bir insanın bundan bihaber olduğunu varsaymak naiflik ama Arjantinlinin takıntılı ruhu, onu bu çalışmaları yaptırmaktan alıkoyamıyor: “Rakiplerimizi neden mi gözetliyoruz? Çünkü yeterince çalışmazsak kendimizi suçlu hissediyoruz. Rakiplerin antrenmanlarını izlemek, bir bakıma anksiyetemizin azalmasına yardımcı oluyor ama bize kattığı neredeyse hiçbir şey yok, yaptığımız analizlerle onlara dair birçok bilgiye zaten sahibiz.”
Stres seviyelerinin bolca artıp azaldığı normal sezonu uzun süre lider götürmesine rağmen üçüncü noktalayan Bielsa, kendine has şekilde, Premier Lig’e çıkmayı başaramamıştı. Kış aylarında aldığı darbeleri toparlayamayan ve Bielsa’nın hemen her takımında görülen mental yorgunluğu sezonun son bölümünde bir hayli hisseden Leeds United, tatlı bir tesadüfle sezonun en önemli maçlarına Derby County karşısında çıkacaktı. Takımın o zamanki teknik direktörü Frank Lampard’ın antrenmanlarını izlediği için hakkında soruşturma açılan, 51 maçlık video arşivi ile belki de Lampard’ın sahip olmadığı bilgilere sahip olan Arjantinli, play-off yarı finalinde aldığı 4-2’lik mağlubiyetle üst lig hayallerini sonraki sezon için rafa kaldırmıştı. Soruşturma sonrası belki de iyiden iyiye tanıdığı takıma iki maç sonunda da diş geçirememiş ve bir nevi kendisini doğrulamıştı: Rakip takım idmanlarını izlemek elini güçlendirmiyordu ama bunu yapmak zorundaydı. Çünkü o, oyunun gördüğü en obsesif futbol figürüydü ve elleriyle yarattığı bu takıntı girdabına teslim olmuştu.
Leeds ikinci senesine de birebir aynı senaryoyla -yedi resmi maçta beş galibiyet- başladı fakat aradaki temel fark, taraftarın bu şaşaalı günlere kendisini kaptırmamasıydı. Tıpkı önceki sene olduğu gibi ligin en çok şut çeken, en çok topla oynayan ve kalesinde en az şut gören takımı olan Beyazlar, şubat ayı öncesinde 13 puan önde olduğu üçüncü ile arasındaki farkı eritmeyi başararak gerideki beş takımı tekrardan ikincilik yarışına dahil etti. Bu duruma Fransızlar dejavu, futbol taraftarları ise Bielsa takımları diyordu.
Ekiplerinin kusursuz özeti FA Cup’ta oynanan Arsenal karşılaşmasıydı. 90 dakika boyunca maçın tartışmasız hâkimi olan Yorkshire ekibi, sahadan 1-0 mağlup ayrılsa da rakip teknik direktör Mikel Arteta dahil olmak üzere herkesin saygısını kazanmış, maçı izleyenleri de ortak bir soruya yönlendirmişti: Bu takım Premier Lig’de oynasa ne olurdu? Aslında cevap basitti. Gününde bir Leeds United, üst ligdeki 13-14 takımı yenebilecek güce sahip ve bunu Arsenal’e karşı hemen her pozisyonda üstün gelerek -Guardiola’nın öğrencisi Arteta, göreve geldiği günden bu yana en reaktif kaldığı (yüzde 41 topla oynama) maçı oynamıştı- kanıtladılar.
Beyazlar, şu anda bulundukları sıklette dahi Premier Lig’de sezonu orta sıralarda bitirebilecek potansiyelde. Teknik adamlık kariyerine ilk başladığı yıllarda Cesar Luis Menotti’yi örnek alan Bielsa, o günden bu yana finallerde istediği başarıyı bir türlü gösteremedi. Menotti’nin daha genç bir teknik adamken tanıştığı Bielsa için yaptığı yorum, sonraki çeyrek asırlık kariyerine olabilecek en sade şekilde ışık tutmuştu: “Futbola dair kendi fikirleri var ve onları geliştirmeyi çok iyi biliyor. Birbirimizden ayrıldığımız yer ise başlangıç noktamız. O, futbolun tahmin edilebilir olduğuna inanıyor. Ben inanmıyorum.” Eğer makûs senaryoda tahmin edemeyeceği bir şeyler yaşanmaz ve zirve lig büyük taktisyene kapılarını açarsa, ‘Baş Altı’ ile gireceği rekabetlerin büyüklüğünü tahmin etmek tamamen hayal gücünüze kalmış.
***
“Bielsa gibi olmaktır. Dürüst, ahlaki değerlere sahip, gecesini gündüzünü oyuncularının gelişmesini görmek için feda eden ve bunları sonuçtan bağımsız olarak yapmaya çalışan birisi olmak. Haysiyeti ve doğruluğu esas alıp yalnızca futbolcuları daha iyi birer oyuncu yapmak için değil, onları daha iyi bir insan yapmak için uğraşmaktır. Oyunculara geride bırakabileceğiniz bir mesajınız varsa, bir teknik adam olarak kazanabileceğiniz en büyük başarıyı kazanmışsınız demektir.”
Az önce okuduklarınız “Başarı nedir?” sorusuna verilmiş bir cevap. Sözlerin sahibi ise Arjantin’i 2014 Dünya Kupası’nda finale taşıyan Alejandro Sabella. Ve bu satırlar, son 22 yılda sadece bir altın madalya kazanıp onlarca hedef maç kaybeden birisine atfediliyor. Arada kalmış başarıları, onu tarihin en iyisi yapamayacak. Ancak yarattığı efsane; en büyük kupaları kazanmış spor insanlarından tüm hayatını küme düşme yarışında geçiren menajerlere yol göstermeye devam edecek. Bielsa, bir kaybeden ya da dahi değil. O; kaybeden, kazanan ve arafta kalmış herkes için bir ilham kaynağı.