Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GenelBenim Zamanım

Cedi Osman, LeBron James'in kanatları altında parlak bir çaylak sezonu geçirdi. Sırada daha büyük hedefler var. Genç yıldızla NBA macerasını konuştuk. Dünüyle, bugünüyle, yarınıyla...

Bu röportaj ilk olarak Socrates’in Ekim 2018 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.


Saflık. LeBron James, Cedi şey, Cedi’nin samimiyeti ve Osman’ın oyunu kendisine sorulduğunda bu cevabı vermişti. Sezon boyunca “O bildiğiniz çaylaklardan değil” diyerek övdüğü Cedi’yi 7 Şubat’taki 140-138’lik Minnesota Timberwolves galibiyeti sonrası şöyle değerlendirmişti: “O, çıkıp basketbol sevgisiyle oynuyor. Elbette hatalar yapacaktır, bu çok normal. Ama oyunundaki saflık takımımıza bulaşıcı etki yapıyor.”

Saflık ve masumiyet günümüzde kimileri tarafından zaaf olarak algılanan kelimeler arasında. Oysa Cedi’yi izlediğinizde, onun maç sonu demeçlerine kulak verdiğinizde, basketbol üzerine konuşmasını dinlediğinizde bu iki kelimenin yakıştığı sporculardan biri olduğunu görüyorsunuz. 23 yaşındaki yetenekli isim sadece sahada değil, saha dışında da oyunun saflığını, eğlencesini, keyfini taşıyor.

Bunu daha iyi anlamanın yollarından biri de onunla sohbet etmek. Biz de bir akşamüstü, Levent semalarında, Cedi’nin kariyer danışmanlığını yapan Possible şirketinin ofisinde onunla röportaj yapmak için bir araya geldiğimizde bunu fark ettik. Kafamızda bir Cedi profili ve röportaj akışı vardı. Ona Cleveland Cavaliers ile geçirdiği çaylak sezonunu soracak, play-off ve final deneyimlerini, mutluluklarını ve hayal kırıklıklarını dinleyecektik. Sonra milli takımın lideri olarak harika performanslar sergilediği yaz aylarına dönecek, Yaz Ligi’nde Cleveland’a liderlik yapmanın nasıl bir his olduğunu soracaktık. Arkasından da NBA’de daha büyük roller alacağı ikinci sezona dair düşüncelerini dinleyecektik.

Öyle de oldu, her şey düşündüğümüz gibi gitti. Beklemediğimiz ya da ölçüsünü tahmin etmediğimiz rahatlığıydı. Birçok Avrupalı için sancılı geçen çaylak sezonunu anlatırken hafızası canlıydı, bazen Jimmy Butler ile karşı karşıya kaldığı bir pozisyona dönüyordu, bazen de takım halinde yenilen bir yemeğin hesabı üzerine geyik yapıyordu. Aslında yıkıcı bir finalle sona eren sezonu hatırlıyordu ama yüzünde o serinin kötü izleri yoktu, daha çok yaşadığı deneyimin zenginliği vardı. Geriye doğru bakıyordu elbette ama daha çok gelecek sezon her şeyi nasıl daha iyi yapabileceğiyle ilgileniyor gibiydi. Çok sevdiği LeBron James’in ayrıldığı Cleveland Cavaliers’ta onun da rolü değişecekti ve en azından bireysel anlamda her şey onun için daha iyi olabilirdi.

Basketbol, temelde bir keyif alma aracı. Aslında bütün sporlar öyle. İzlemeye, konuşmaya, oyun hakkında yazmaya başlarken de çıkış noktamız bu. Çocukken, televizyon başına geçiyor ve bu hobilerle keyifli bir şekilde tanışıyoruz. Sonra şanslıysak onu belirli seviyelerde oynayabiliyoruz da… Ama büyüdükçe, hayatın ve gündelik dertlerin yakıcılığı içinde bazen sporu da savaş diline, mutsuzluk yoluna, kavga aracına alet edebiliyoruz. Belki de o zamanlarda hatırlamamız gereken şey, oyunun saflığı. Ve oyuncunun…

Cedi Osman henüz bunu kaybetmeyenlerden. Onu dinlerken, LeBron’un dediği gibi, bunun gerçekten bulaşıcı olabileceğini hissediyorsunuz.

Final serisi bittikten sonra milli takım kampına geldin, Yaz Ligi’nde forma giydin. Bir sezonluk NBA deneyiminden sonra değiştiğini fark ettin mi?

Çok büyük fark hissettim. Antrenmanda da bunu fark ediyordum ama sonuçta antrenmanla maç arasında büyük fark var. Esas değişimi Ukrayna maçında anladım. Hem sakinlik olarak hem de fiziksel anlamda daha farklı bir oyuncu gibiydim. En azından ben kendim bunu fark edebildim, dışarıdan nasıl göründü bilmiyorum ama… İnsanlar hep konuşuyordu “NBA çok farklıdır, oraya giden daha farklı geliyor” diye, buraya gelince ne demek istediklerini daha iyi anladım. Aslında dolu bir yaz geçirdim diyebilirim. Önce Türkiye’ye geldim, iki hafta kamp yaptım, sonra Las Vegas’a gittim, Yaz Ligi’nde forma giydim. Tatili ondan sonra yapabildim.

Benim gördüğüm de şu: Artık el üstü şutlar konusunda daha hevesli gibisin.

Muhtemelen en büyük fark orada zaten… Çünkü yaz boyu şut ve dripling üzerine çok çalıştık. El üstü şutları NBA’de çok kullanamıyordum tabii ama Amerika’ya gitmeden burada kullanıyordum. Bir de artık onları öğrenmek zorundasınız, NBA’in oyunu o şekilde ilerliyor. Çok fazla bire bire, izolasyona dayalı mücadele var. Artık hızlı hücumlar bile fark etmiyor, rakip sahaya 4’e 2 gitsen bile arkadaşın durup üçlük atıyor. Ben de o pozisyonları izlediğim için bu şutları kullanmaya başladım. Mesela Slovenya maçında bunun örneklerinden biri vardı. Sağ çaprazdan gelip kullandığım…

Cleveland’daki koçlarından James Posey, senden artık bunu beklediklerini, Yaz Ligi’nde lider olarak seni kullanacağını söylemişti bir röportajında…

NBA final serisinden iki gün sonra sağlık kontrolüne girdik. Dağılmadan önce “Her şey yolunda mı, herkes sağlıklı mı?” diye son kez bir bakılıyor. Orada Koç Posey ile konuştuk, “Yaz Ligi’nde antrenör olacağım” dedi, benden neler beklediğini anlattı. Yaz Ligi’nde takımın lideri olacağımı, ona göre oynamam gerektiğini söyledi. Sonuçta ben de çok heyecanlıydım. Milli takım kampı sonrası oraya çok hazır gittim.

Bu sezonki hedeflerinden konuşacağız ama öncelikle geçen seneye dönmek istiyorum. Sezon başlamadan, Washington Wizards ile oynadığınız hazırlık maçında müthiş bir pasın vardı. O gün Cavs GM’i Koby Altman da senden övgüyle bahsediyordu. O günlerde rolün, alacağın dakika üzerine konuşmuş muydu?

“Şu kadar dakika alacaksın, şunu yapacaksın” diye bir konuşma yapmadı. Ama zaten Koby ile hep yakındım. 2015’te draft edilmemden sonra İstanbul’a gelmişti, sonra Berlin’de de görüştük Avrupa Şampiyonası döneminde. O bana hep “Senin için çok zor bir sezon olacak” diyordu ve sürekli “Sen neler bekliyorsun?” diye soruyordu. Ben de “Çaylağım, biliyorum. Çok büyük beklentilere girmiyorum” diye yanıtlıyordum. Sonuçta oynayacağım takım üç sezon arka arkaya finale çıkmıştı. Herkes yıldızdı, kadro çok tecrübeli oyunculardan kuruluydu. O yüzden beklentilerimi az tutmuş, bulabildiğim süreleri en iyi şekilde değerlendirmeyi düşünerek çalışmıştım. Fakat beklediğimden çok daha iyi şeyler oldu; 12-13 maç ilk beş başladım, büyük maçlarda son bölümü oynayan beşte yer aldım, güçlü rakiplere karşı önemli roller edindim, en iyi oyuncuları savundum. Dediğim gibi, beklediğimden de iyi bir sezondu.

Bir de başarı döneminden sonra, senin gittiğin Cavaliers çok karışık bir takımdı. David Griffin’in ayrılışı, Kyrie Irving takası, oradan gelen sakat Isaiah Thomas, Dwyane Wade, Derrick Rose gibi isimlerin kadroya katılışı derken “Ya bu takım bu sene nasıl oynayacak?” diye düşünüyor muydun?

Soru işaretlerim vardı tabii ki. Ben aslında hiç öyle bir ortama gideceğimi düşünmüyordum. Baktığında kâğıt üzerinde “Maçlar oynanmasın, direkt finale çıkalım” denebilecek bir iskeletleri vardı. Fakat önce değişen yüzler, sonra başka hamleler, maçların başlaması derken her şeyin çok farklı olduğunu gördük. Kimya uyuşmadı. Takımda çok fazla yıldız vardı. Isaiah Thomas bir önceki sezonu neredeyse 30 sayı ortalamayla bitirmişti. Derrick Rose eski bir MVP’ydi. Dwyane Wade var. Zaten LeBron James orada… Diğer yandan Boston Celtics ile harika bir sezon geçiren Jae Crowder veya eski takımlarında iddialı roller edinmiş Jeff Green… Bunların hepsi kariyerleri boyunca takımlarında birinci, ikinci opsiyon olmuş, önemli roller üstlenmiş isimlerdi. Yani çok yıldız vardı ama ortada sadece bir tane top vardı.

Sezon başında takımın tıkanıklık yaşadığını gördük. Oyun o kadar az akıyordu ki birçok maçta son periyodun tamamında LeBron tek başına iş yapmak zorunda kalıyordu. “Bu yıl final göremeyeceğiz sanırım” diyor muydun?

Biz o dönemde birbirimize “Acaba ne olacak?” diye soruyorduk. Herkeste bir sıkıntı var, moraller bozuk, iyi gitmiyoruz. Sonra takas dönemi oldu, altı kişi bir gecede gitti, dört kişi geldi. Hep inişli çıkışlı bir sezon oldu. Takaslardan sonra avantajımız şuydu: Daha genç bir takım olduk ve en önemlisi roller oturdu. Herkes kimin ne yapacağını anlamaya başladı. Orada da kimse finallere çıkacağımızı öngörmüyordu ama bir şekilde başardık.

Play-off kısmına daha sonra geleceğiz ama normal sezonda biraz daha kalalım. 16 Aralık’taki Utah maçı takımdaki rolünü değiştiren ilk maçtı. Orada ikinci çeyrekte Wade-Korver-Jeff Green-Frye ile süre alırken önemli şeyler yaptın ve maçı bitiren beşte bazen Ricky Rubio’yu, bazen de Donovan Mitchell’ı savunma görevi sana verildi…

Benim için dönüm noktası oydu. Çift hanelere ulaştığım ve son beşte olduğum ilk maç oydu. O maçla birlikte süre almaya başladım zaten. O yüzden de Utah maçının yeri bende ayrıdır. Bir de hiç beklemediğim bir fırsattı. Orada da tektim, annemler falan hep Türkiye’deydi, televizyondan, sizin anlatımınızla izlemişler gecenin bir saatinde. Çok güzel bir deneyimdi. Herkese az da olsa kendimi tanıtmış oldum.

LeBron o dönemde senin için şunları söyledi: “Cedi uzun süredir profesyonel seviyede oynuyor. Hızlı öğreniyor, sünger gibi kapıyor. Çok sert oynuyor ve basketbolun nasıl oynanacağını biliyor. Genellikle ligimize gelen Avrupalı oyuncular basketbolu biliyor. Ne zaman çembere topsuz koşulur, ne zaman pas verilir, ne zaman şut atılır… Temel bilgileri öğrenmişler.” Bu konuda neler düşünüyorsun?

Anladığım kadarıyla onlar için profesyonel olmak demek ilk maaşını alman demek. Ben de 13-14 yaşımda ilk kez profesyonel olduğumu söylemiştim. Bunu duyunca epey şaşırmışlardı. Ondan sonra yüksek ihtimalle bu açıklamayı yaptı. Bir de ilk antrenmanda onu sakatlayınca anladı belki de.. (Gülüyor) Dedi ki “Bu tecrübeli galiba, biliyor bir şeyler…”

Ayağına basmıştın, değil mi?

Aslında o benim ayağıma basmıştı ama sonrasında sakatlanmıştı. Geçen takımdan biri de bunu bana hatırlattı. Şöyle dedi: “Onu başka biri yapsa LeBron’un tepkisi ne olurdu, bilemiyorum. Sen olduğun için bir şey demedi, şanslısın.”

Allah’tan tam sakatlanmamış…

Tam sakatlanmadı evet ama yine de bir korku olmadı değil… (Gülüyor)

LeBron’u sakatladığım idmanla ilgili biri, “Onu başkası yapsa LeBron’un tepkisi ne olurdu, bilmiyorum. Sen olduğun için bir şey demedi’’ dedi.

O Utah maçı sonrası Washington maçında da Koç Lue, sana John Wall’u savunma görevini verdi. Fakat o dönemde faul problemleri başını ağrıttı. Bir de serbest atışlar… Bunları neye bağlıyorsun?

Faul problemleri kesinlikle çaylak olmamla alakalıydı. Çünkü yaptığım her temasa faul çalınıyordu. Aslında kenardayken şunu gözlemliyordum, bazen gerçekten oyun çok sertleşiyor, acayip müdahaleler yapılıyor ve hakemler bunların hiçbirini çalmıyor. Ama ben aynısını yapmaya çalıştığımda hakemlerin yaklaşımı farklı oluyordu. Yani, faul yaptım tabii ki ama her zaman değil. Mesela San Antonio Spurs maçında ikinci çeyrekte dördüncü faulümü aldım. Hakeme “Hiçbir şey yapmadım, ellerim havadaydı, rakibim faul aldı” diye itiraz ettim. O da bunu işitince “Yanlış görmüş olabilirim” dedi.

Ben de “Tamam da senin yüzünden dördüncü faulü aldım” dedim. Cevabı şu oldu: “Aa, ben üçüncü faulün olduğunu sanıyordum.” Bu sene daha farklı olacağını düşünüyorum.

San Antonio maçı demişken… O maçta Gregg Popovich seni savunmada uzunuyla, LaMarcus Aldridge’la tutmuştu. Ve şut atman için biraz boş bırakmıştı. Sen de maçın başında yanılmıyorsam iki boş şut kaçırdın ve orada canın sıkıldı. Uzunla savunulmak mı demoralize etmişti?

Ondan çok, boş şutların girmemesi insanı kahrediyor. Sonuçta eline bir şans geliyor ve onu en iyi şekilde değerlendirmek istiyorsun. Herkeste vardır bu.

Normal sezondan biraz bahsettik ama o kaos içerisinde en güzel fotoğrafta da sen vardın. Minnesota maçında…

O maç da çok güzeldi evet, maçı bitiren beşin bir parçası olmuştum. Sıkıntı, o maça gelirken de takım olarak formsuzduk. Taraftarlar da baskı yapmaya, “Cedi oynasın” demeye başlamışlardı. Basın da benzer şeyler yazıp çiziyordu. Takımda da bana biraz daha süre alacağım söylenmişti. Ne oldu o maçta? Andrew Wiggins’e birkaç pozisyonda iyi savunma yaptım, yanılmıyorsam Derrick Rose’un pasında bir üçlük soktum, ondan sonra zaten her şey iyi gitti.

Faul problemlerimin sebebi çaylak olmamdı. Çünkü yaptığım her şeye faul çalınıyordu. Bu sene daha farklı olacağını düşünüyorum.

Son top savunmasında da rakibin yıldızını, Jimmy Butler’ı tutma görevini sana vermişlerdi.

Zaten Koç Lue savunmada oyuna alıyordu beni son bölümlerde. Çünkü switch’e dayanan, değişmeli savunma yapıyorduk. Bir de o dönemde oyun kurucumuz Isaiah Thomas’tı, fizik olarak çok kısa boylu olduğu için rakipler sürekli ona hücum etmeye çalışıyorlardı, ben de genelde onun yerine savunma kısmına giriyordum, Jeff Teague’i tutuyordum. Sonra Teague perdeye gidiyordu Butler’a, kısa kısaya switch yapıyorduk ve perde çıkışında da ben Butler’la kalıyordum. Dördüncü çeyrekte birkaç pozisyonda bu yüzden karşı karşıya kalmıştık, sonra da maçın sonunda tuttum onu. Aslında son topta elverişli bir pozisyon da bulmuştu. Beni önce biraz geçmişti, sonra onu yakaladım, ellerimi kaldırmıştım, beni hafif ittirdi, tam şutu çıkarıyordu ki… O sırada arkamdan hatta üstümden bir anda LeBron uçtu, bloğu yaptı. Ben onu görmedim açıkçası. Yani daha çok “Üstümden bir şey geçiyor” diye düşündüm. Arkasından da maçı kazandıran basketi attı.

Zaten arka arkaya gelen o iki an, NBA tarafından sezonun en iyi sekansı seçildi. Ama o an sonrasında bir de çok konuşulan fotoğraf vardı. Son saniye attıktan sonra LeBron’un gelip sana sarıldığı kare…

Açıkçası bu sezonun benim adıma en hatırlanası ânıydı; bir o kare, bir de belki Indiana maçı sonunda sarıldığımız an. Ya şimdi şöyle: İnsanlar LeBron’u dışarıdan biraz farklı görebilirler, tanımadıkları, nasıl bir kişilik olduğunu bilmedikleri için… Ama onunla kaynaştığınızda farkı anlıyorsunuz. Bir kere soyunma odasında inanılmaz pozitif, neşeli bir adam. Sürekli şarkılar söylüyor. Biz onunla kaynaşmıştık; oynadığım basketbolu, çalışmamı, idmanlardaki ve maçlardaki sertlik düzeyimi beğenmişti. Ondan sonra hep arkamda durdu, bana yardımcı oldu. Minnesota maçındaki basketten sonra da ben ona doğru koştum, yanımda başkaları da vardı. Fakat onun bana doğru adımladığını fark ettim, ben de ona göre sıçradım ve havada sarıldık. Benim için inanılmaz mutluluk verici bir ândı.

Takas dönemi geldiğinde köklü değişikler olacağını tahmin ediyor muydun? Bir gecede kadronun yarısı değişti neredeyse ve en son Dwyane Wade’in Miami’ye gidişi açıklanırken takımın sana daha fazla süre açabilmek için böyle bir hamle yaptığı yazıldı.

Takaslar olduktan sonra Koby bana bunu açıklamıştı, “Biraz daha senin önünü açıyoruz” demişti, benden neler beklediğini anlatmıştı.

LeBron’un dönüşünden sonra Cavs’te benim kadar süre alan bir çaylak yok. O yüzden kenarda olduğumda da bunu sorun etmedim.

Takaslardan sonra aslında aldığın sürelerin istikrarlı bir şekilde süreceğini düşünmüştük fakat play-off’a doğru Tyronn Lue seni rotasyon dışına yolladı. Bunun sebebi neydi sence?

Tecrübesizliğimden dolayı… Sonuçta üç sene arka arkaya final oynayan bir kadro vardı ortada, onlara şans vermeyi tercih etti. Play- off’ta bir Toronto maçında kullanmıştı aslında ama onun dışında genelde kenardaydım. Buna çok takılmadım, şansın bir yerde gelebileceğini düşünerek hep ona göre kendimi hazır tuttum. Benim zamanımın geleceğini düşündüm, bekledim. Ama diğer taraftan bakarsak son üç-dört senede, LeBron’un dönüşünden sonra Cleveland’da benim kadar oynayan bir çaylak görmedim. Yanlış da biliyor olabilirim ama benzer bir örnek yok gibi. O yüzden benim için play-off’ta rotasyon dışında kalmak anlayışla karşılanabilecek bir durumdu…

LeBron’un koçlarını kontrol ettiği söylenir genelde. Sen rotasyon dışında kaldığında bu konuyu onun Lue ile konuştuğunu işittin mi hiç?

Hiçbir zaman “Niye oynamıyorum ki?” demedim. Diğer taraftan, onun şöyle bir stili var. Koçlarla iletişim kurduğu zaman fikrini söylüyor. Diyelim antrenmandayız, bir şey çalışıyoruz, o “Bence bunu böyle yapsak daha iyi olur” diyor. Her zaman düşüncelerini belirtiyor. Antrenörler de saygıyla onu dinliyor, bazen ona katılıyorlar, bazen de “Hayır, bunu yapacağız” deyip kendi metotlarında yola devam ediyorlar. O son sözden sonra da LeBron bir sorun yaratmıyor, fikirlerine koçlar katılmadığında “Yapacak bir şey yok, sizi dinleyeceğiz” diyor. Kimi zaman maç sırasında setler de öneriyor. Bunlar her lider oyuncunun, kaptanın diyebileceği şeyler. O yüzden ben takımı ya da koçları kontrol ettiğini görmedim.

Bir de LeBron gerçekten büyük bir basketbol bilgini. Rakiplerin setlerine kadar ezberliyor. Mesela maçlara hazırlanırken koçlar karşı takımın oyunlarını bize tanıtmaya çalışırken mesela ‘Five Turn’ diyor. Bizde de bunu kimse bilmiyor, birbirimize bakıyoruz. O hemen “Sen buraya geç, sen oraya geç, o aşağıda topu alıyor, sen perdeye geliyorsun” diye anlatmaya başlıyor.

Aslında takımdaki normal sezon havasını karmaşa penceresinden konuştuk ama bir de arkadaşlık tarafına inelim. LeBron dışında Channing Frye’la da yakındın. Takımın kimyasını oluşturan isimlerden biri olarak hep o gösterilir.

Gerçekten de öyleydi. Channing çok iyi bir takım arkadaşı. Sürekli şakalar yapan, eğlenceli bir insan. Mesela bir tatil sırasında birbirimize hediyeler alacaktık, çekiliş yaptık. Channing’e de Iman Shumpert çıktı. Shumpert da genelde rap müzik dinleyen biriydi. Soyunma odasında sürekli şarkı söylerdi. Channing de ona gidip karaoke sistemi almıştı, “Al şimdi, rahat rahat söyle” diye…

Channing Frye, harika bir takım arkadaşıydı. Çaylakların doğum günü şarkısı söylemesi NBA’de gelenektir. O da bana söyletirdi. Bir de tam 16 tane iPhone şarjı aldırmıştı bana!

Sana gelen hediye neydi peki?

Sormayın ya, bana Ante Zizic çıktı, böyle bir şey olamaz ya… (Gülüyor) İşte LeBron, Jae Crowder’a gözlük aldı, ben Jeff Green’e Louis Vuitton’dan cüzdan ve atkı aldım. Ante de gitmiş, bana kulaklık almış. Ki o zamana dek üç-dört tane kulaklık almıştık zaten birbirimize. Olay da şöyle. İlk çekiliş yapıldı, bana “Ne alayım?” diye sordu, diyorum ki “Ne diyeyim ben sana, içinden ne geliyorsa al.” O sırada da NBA2K yeni çıkmıştı, “Bu kesin bunu alır ama neyse en azından bu da bir şeydir” dedim. Bir gittim kulaklık almış, hem de ipli kulaklıklardan… “Vallahi ne alacağımı bilemedim” diye verdi, “Senin canın sağ olsun ya” dedim. Sonra da ona verdim “Ama al sen kullan” diye. Yani bana kulaklık geldi. O da öyle bir şey işte, çeke çeke onu çektik. Ama diğer yandan Ante’nin varlığı benim için çok iyiydi, aynı dili konuşabildiğin biri olunca her şey çok daha rahat oluyor. Sonra herkesle kaynaştık tabii.

Çaylakları bazı veteranlar asistan olarak kullanır, bir NBA geleneği olarak. Mesela Channing, Cavs muhabiri Allie Clifton’ın doğum gününde sana şarkı söyletmişti. 

Genelde çaylakların doğum günü şarkısı söylemesi bir âdettir, siz de biliyorsunuz. Channing de bana söyletiyordu, ben de çok eğleniyordum bundan, hiç takılmam öyle şeylere, her zaman keyfime bakarım.

Başka şeyler yaptırır mıydı?

Bir tek şey aldırmıştı bana. İlk gittiğimde herkese iPhone şarj aleti almıştım, tam 16 tane! İşte soyunma odasında herkeste bulunsun diye. Onun dışında çok zor bir görev vermediler…

Kaynaşma demişken… Sezon ilerledikçe Jeff Green’le de çok yakınlaştın.

Harika bir dostluğumuz oldu. Cleveland’dan ayrıldı ama hâlâ onunla konuşuyorum. O da beni kanatları altına alan isimler arasındaydı. İşte ne zaman bir deplasmana gitsek beraber yemek yerdik; ben, Jose Calderon, LeBron ve Jeff. Bazen LeBron dinlenirdi, biz üçümüz çıkardık. Benim için üzücü olan, takımda gerçekten takıldığım üç ismin de başka kulüplere gitmesi oldu.

Özellikle deplasmanlarda takım kültürü açısından bu yemekleri dışarıda beraber yemeye özen gösterdiğiniz söylenirdi.

Kaynaşmaya çok yarıyordu bu. Akşamları mesaj geliyordu, “Saat 20:30’da buraya buraya gidiyoruz, isteyenler gelsin” diye. Ama ben hiçbir ödeme yapmadım, hesabı bana bırakmadılar.

Tam da onu soracaktım…

Hesapları çaylağa ödetmiyorlardı, “Seneye sen de başlarsın” diyorlardı. Garipti yani, gidiyorsun yemeğe hiç para ödemiyorsun, bir yandan da güzel hayat yani… Ben yine de ısrar ediyordum, “Senin paran burada geçmez” yapıyorlardı.

Burada play-off’a dönmek istiyorum. Aslında play-off başında da takım olarak formsuzdunuz, sen rotasyon dışı kalmıştın. Orada tek kişilik bir LeBron şovuna dönmek zorunda kaldınız. İlk turda, Indiana Pacers serisinde yedinci maça çıktınız. Endişelenmiş miydin?

Evet, seri kayıp gidiyordu elimizden. Ama LeBron çok rahattı, onda hiçbir endişe yoktu. Yedinci maçta bile çok rahattı. Adam sekiz sene üst üste finale çıkmış, onun bilincindeydi. Artık alışmıştı. Bir de dünyanın en iyi oyuncusu yani.

Indiana ve Boston serileri, onun kariyerinin en acayip anlarından bazılarına sahne oldu. Indiana serisinde attığı son saniye basketi, Toronto serisinin ikinci maçındaki fade-away basket serisi, Boston yedinci, Golden State ilk maçı… Sence, hangisi bu yılki en epik maçıydı?

Toronto maçı galiba. O geriye çekilerek attığı fade-away’ler acayipti. Golden State ilk maçı en farklısıydı. 51 sayı, 8 ribaund, 8 asist yaptı, ona rağmen kaybettik. Kazansaydık tarihin en büyük performansları arasında anılırdı. Demin bahsettiğim Toronto maçına dair garip yan da şu: Üçlüğün oradan fade-away sokuyordu, biz “Yeter artık” demeye başlamıştık, nereden atsa giriyordu. Gitgide hep aynı atışı deniyordu.

İlginç tarafı da Toronto karşısında ilk maçta hep aynı ayağı üzerinden dönerek şut atmıştı. İkinci maç öncesi muhabbet ederken “Bunlar benim ilk maçtaki gibi sola dönerek şutlarımı atacağımı sanıyorlar, tam tersini yapacağım, bu sefer hep sağıma dönerek atacağım” dedi. Harbiden de hep sağına döndü, hepsini de soktu, tak tak tak diye… Orada ve üçüncü maçta Toronto bitti. Üstelik üçüncü maçta bir de seride ilk kez karşılaşma yakın gidiyordu, bir heyecanlandılar “Acaba?” diye… Orada bir de son saniye sokunca bittiler. Sonra Boston’ı zorlansak da geçtik, finale geldik.

Final öncesi, Golden State’e karşı bir şansınız olabileceğini düşünüyor muydun? İlk maçta özellikle ikinci çeyrekle birlikte oyuna ağırlığınızı koymuştunuz…

Seri öncesi “Şampiyonluğun dört maç uzağındayız” diye bakıyordum ve hesap yapıyordum. Bir tane şimdi deplasmanda alsak, sonra evdekileri kazansak falan… İlk maçta üçüncü çeyrekle birlikte heyecanlandım. Çünkü Golden State üçüncü çeyreklerde coşuyor, bir anda üzerinize geliyorlar. Orayı çok iyi geçtik. Dördüncü çeyrekte de maç dengedeydi. Son dakikada iki sayı öndeydik, LeBron’a Kevin Durant hücum faul yaptı. Yani hakemler önce hücum faul çaldılar, sonra tekrarı izlediler ve karar değişti. Sıradaki pozisyonda öne geçtiler ve bir sayı geride son hücuma girdik. George Hill’e faul yaptılar. İlkini sokunca ben yanımdakilere “Aha oluyor” dedim. Maalesef ikinciyi kaçırınca çok şaşırdım. Arkasından uzatmaya gittik, orada Draymond Green iki üçlük soktu, ben o bölümü görünce “Bitti bu iş” dedim. Draymond da üçlük soktuysa zaten ne yapacaksın… Çünkü bizim savunma prensibimiz onu boş bırakma ve üçlük kaçırmaya yöneltme şeklindeydi.

Ben öncesini sormak istiyorum. Hill kaçırdıktan sonra JR Smith ribaundu aldı, berabere giden maçta önde olduğunuzu düşündüğü için atış kullanmadı. Basketbol tarihinin en şok edici anlarından biriydi. Şimdi herkes birbirine “JR topu götürürken sen neredeydin?” diye soruyor.

Final öncesi “Şampiyonluğun dört maç uzağındayız’’ diye bakıyordum. İlk maçta da üçüncü çeyrekten sonra heyecanlanmaya başlamıştım.

Vallahi ben bench’teydim. (Gülüyor) O an ne düşündü? Bilmiyorum ki, ne diyeyim. Dışarı çıkıp mola almayı düşündü herhâlde, belki de önde olduğumuza inanıyordu.

Sıkıntı şu ki koçun o an mola alması çok zordu. Çünkü herkes sahanın o tarafına konsantreydi, hakemler de. Biz de sahanın öbür tarafında bench’teydik. Hani böyle sahaya atlaması gerekiyor ki mola alsın. Bench’e geldiklerinde antrenörlerden biri LeBron’a “Molamız vardı” deyince orada yıkıldı tabii.

O ânın videosu ünlü oldu. Herkes yıkılmış, bir Korver moral veriyordu.

Kesinlikle, bir Kyle “İyiyiz, yapacağız” diyordu ama o an herkes için bitmiş gibiydi maç. Sonuçta ilk maç gerçekten çok iyiydik. Ben o maçı alsak işlerin çok daha farklı olabileceğine inanıyorum.

Akabinde LeBron’un soyunma odasında elini bir yere vurarak incittiği haberleri çıktı. O anlar nasıldı?

Herkeste hayal kırıklığı vardı. Ama aslında konu JR Smith değildi, kimse onu konuşmuyordu, konu hakemlerdi. Orada hücum faul kararının değiştirilmesinden söz ettik hepimiz. “Bizden aldılar bu maçı” diyorduk. LeBron da o hayal kırıklığı içinde elini incitti, sinirle bir yere vururken. Maalesef o eli şişti ve sonraki maçlarda onu, özellikle de şutunu etkiledi.

Final serisinin geri kalan maçlarında o ilk maçın hayaletiyle yaşadınız, sizin adınıza üzücü oldu. Peki sezon bittiğinde neler hissettin?

Benim açımdan başarılı bir sezondu. Takım açısından da öyleydi. Hem finali hem de play- off’u görmüş oldum.

Peki eksiklerin neydi sence? Neyi geliştirmen gerektiğini anladın?

İzolasyonlarımı geliştirmem gerektiğini… Orada hatam şu, bazen bire bir oynarken çok sabırsız davranıyorum. Genelde rakip takım değişmeli savunduğunda, perdeden sonra uzun oyuncuyla karşı karşıya kaldığımda acele ediyorum. Orayı daha sakin bir şekilde oynarsam daha iyi olur. Aynı şekilde şut üzerine de çalışmalar yapıyorum.

JR o an ne düşündü? Dışarı çıkıp mola almayı düşündü herhâlde, belki de öndeyiz sanıyordu. Ama maç sonunda konumuz o değildi, hakemlerdi.

Şutunda mekanik bir değişim var mı? Bir Cleveland yazarı, özellikle perde çıkışı attığın şutlarda Kyle Korver’a hafif benzediğini söylemişti.

Korver ile çok çalıştım. O da bana yardım ediyordu, serbest atışlarda ve şutlarda. Ben fark etmiyorum ama bu çalışmalar sonrasında muhtemelen ondan bir şeyler kapmışımdır.

Model aldığın başka oyuncular var mı? Mesela bire bir oynarken sabırsızlıktan bahsettin. James Harden izleyip 20 saniye topu tutmaya çalışıyor musun?

James Harden’dan çok Chris Paul’un izolasyonlarına bakıyorum. Bire bir oynarken o da müthiş. LeBron da aynı şekilde izolasyonda muhteşem. Hoş, o bir kere seni geçip omzunu koyduğunda zaten geçmiş olsun. Ne önüne geçebilirsin ne de durdurabilirsin. Anca faul yaparsın, onu da o kadar sert yapmalısın ki, yere falan indirmelisin. Paul’un da ayak hareketlerine hastayım.

Houston-Golden State serisi yedinci maçını izlerken “Houston finale gelirse biz şampiyon oluruz” diye düşünüyordum.

Paul demişken Houston-Golden State Warriors serisi yedinci maçını izlerken şey diyordum. “Houston bu turu geçerse…”

Şampiyon biz oluruz. Ben de aynısını diyordum.

Oradaki psikolojiyi merak ediyorum. Houston’ı tutuyor muydunuz mesela?

Ben, George Hill ve takımdan birkaç antrenör izlemiştik o maçı. Vallahi ben tutuyordum, bence diğerleri de öyleydi. Sonuçta Golden State tehlikeli takım. Houston ise finale gelse birkaç maç Paul’dan yoksun olacaktı. Bir de çok izolasyon oynuyorlar, top çok az dönüyordu hücumlarında, bizim savunmaya tam uyuyordu.

Golden State’in farkı ne peki?

Çok hareketliler, boş bırakmaya gelmiyor. Bir salise bıraktığınızda bile biliyorsunuz ki basket, kaçma imkânı yok çünkü. Dünyanın en iyi şutörleri orada, boş kaldıkları anda ribaunda bile kimse girmiyor, direkt geri koşuyorlar. Rakip olarak çok rahatsız edici bir şey bu, insan nefret ediyor yani, “Yok artık” diyorsunuz. Artık yalvarıyorsunuz top girmesin diye.

Peki yazın, LeBron’un Los Angeles Lakers’la anlaştığı haberini gördüğünde neler hissettin?

Tabii ki daha uzun seneler onunla birlikte oynamak isterdim ama diğer taraftan bakınca da artık daha fazla süre bulacağım, rotasyonun daimî parçası olacağım, daha büyük bir rolüm olacak. Kişisel olarak daha çok fırsat çıkacak önüme. Yine de gitmesi üzdü.

Yaz aylarında Las Vegas’ta yediğiniz yemekte ne konuştunuz?

Kalabalık bir masa vardı aslında, biraz basketbol konuştuk, biraz başka şeylere daldık. “Los Angeles’ta antrenman yapacağım, dilersen gel” dedi. “Dönmem gerekiyor, milli takım var, sonrasında çalışabiliriz” diye cevapladım. O da “Geldiğinde haber ver, bekliyorum” dedi. Uçak, seyahat bilgilerimi hep onunla paylaşıyordum.

Sonra Los Angeles’ta beraber idman yaptınız. Ve orada sadece ikiniz yoktunuz, Kevin Durant ve Kawhi Leonard da vardı…

İlk gün LeBron’la tek çalıştık, Lakers’ın sahasında idman yapıyorduk. İkinci gündeyse UCLA’de çalışacağız, KD ile Kawhi katılacak dediler. Dördümüz antrenman yaptık, ikiye bölündük. LeBron ile Kawhi çalıştı, benle KD… 1,5 saatlik bir antrenman yaptık.

Beraber yaptığımız antrenmanda bir yandan LeBron James, diğer yandan Kevin Durant konuşuyordu. İkisini de dinliyordum tabii ki…

Antrenman çok ciddi miydi?

Gayet ciddiydi, maç yapmadık ama herkes çok sıkı çalıştı.

LeBron ile KD çok yakın arkadaş ama Kawhi’ın gruba dahil oluşu ilginç geldi bana. O nasıldı?

Genelde insanlar Kawhi’ı çok ciddi bulur, hiç gülmediğini söylerler. Ama o gün daha konuşkandı, hatta bir-iki kere güldüğünü bile yakaladım. KD de çalışırken çok tavsiye veriyordu, “Topu yukarı at, şunu şöyle yap” falan diyordu. Bir yandan LeBron bir şey öneriyordu, diğer yandan Durant. İkisini de dinliyordum tabii.

Bu sezona dönelim. Collin Sexton oyun kurucu olacak. Kevin Love’la sözleşme uzatıldı. Takımdakilerle konuştun mu? Nasıl bir görevin olacak yeni sezonda?

Konuştum, onlar da her yerde söylüyordu bu senenin benim için büyük fırsat olacağını. Yaz Ligi’ndeki rolden de belliydi bu. Hatta bir maçta yakama mikrofon taktılar, onun videosu çıktı, insanlar “Cedi artık takıma liderlik yapıyor, sürekli konuşuyor, savunma direktifi veriyor” demeye başladılar.

Koby de antrenörler de “Senin için büyük bir sene olacak” diyorlar. Ben de öyle olmasını bekliyorum. İlk beş çıkma şansımın olduğu yazılıp çizildi, daha kesin olmasa da… Ne olursa olsun, önemli bir rol alacağımı biliyorum.

Orada soru işareti galiba Rodney Hood’u mu seni mi ilk beşe koyacakları…

Evet, Hood ile JR Smith başlayabilir Sexton’ın yanında. Belki Rodney Hood ile ben oluruz. Sonuçta geçen sene asistlerde LeBron vardı. O gidince top dağıtıcımız kalmadı, evet oyun kurucularımız var ama top dağıtıcısı konusunda eksiğiz. Jordan Clarkson skorer, Hill daha iki numara gibi, o yüzden bana “Pick-n-roll oynayacaksın, topu sen dağıtacaksın” gibi şeyler de söylediler. Bakalım, göreceğiz…

Takım olarak hedef ne? Play-off’u zorlayabilir misiniz sence?

Kesinlikle. Hedef play-off olacak. Hatta Ersan Abi (İlyasova) ile iddiaya girdik, “Play-off’a giremezsiniz” dedi. Ben de “Gireriz” dedim. Ödüllü bir iddiaya girdik, o yüzden play-off’a girmemiz lazım. Ve hayır, bu sefer kaybeden kulaklık almayacak…

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Hayal Kuran Herkese

Hayal Kuran Herkese

3 sene önce
Neno

Neno

3 sene önce
Sözlü

Sözlü

3 sene önce