Ayhan Şahenk Spor Salonu. David Blatt’ın yakın dönem planları arasında, buraya geri dönmek yoktu. Şahenk’in sert çemberlerinde bir takım idmanı yönetişinin üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş; aracını çok uzun süredir TİM Show Center’ın otoparkına bırakmamıştı. Çok değil, daha altı ay önce dünyanın en iyi oyuncusunun koçluğunu yapıyordu.
“Yaşananlar hâlâ çok taze” dedi uzaklara bakarak. “Ben işimde başarısız olmadım, işimi korumakta başarısız oldum. Bir de… Çok şey öğrendim.”
Blatt, son Türkiye ziyaretinden bu yana çok şey yaşadı. “Bu projeye çok inanıyorum” dediği kulüp, yıl sonunda iflas etti. Akabinde, hiç âdeti olmamasına rağmen sezon ortasında takım devraldı. Efes, Dinamo ve Aris’te; şanssızlığı, ihaneti, başarısızlığı tattı. Sonra evine, Maccabi’ye döndü. Kimsenin şans vermediği takımla tekrar zirveye çıktı. 55 yaşındaydı. Hep hayalini kurduğu teklif sonunda gelmişti. Gerisini biliyorsunuz…
Blatt, 2007’de ‘Avrupa Şampiyonu’ unvanıyla Efes’in başına geçtiğinde, elbette yine büyük saygı gören, ağırlığı belli bir koçtu. Ama artık daha başka bir adam. Daha olgun. Daha tecrübeli ve belki de daha acımasız.
Darüşşafaka Doğuş’un sezon açılış haftasında, takımın yeni koçu David Blatt’le buluştuk. Bill Russell ve Princeton’la başlayan sohbetimiz, Daçka’nın gelecek hedeflerinden Homeros’a kadar uzandı.
1960’larda dokuz NBA şampiyonluğu kazanan Boston Celtics’in basketbola ilgi duymanızı sağlayan takım olduğunu biliyorum. Okuldaki ilk makale ödeviniz için Bill Russell’ı seçtiğiniz doğru mu? Ne yazmıştınız onun hakkında?
Evet, evet… Elbette çok kapsamlı bir makale değildi. Temel taşları arasında; makas, yapıştırıcı ve Manila kağıdının olduğu bir ödevden bahsediyoruz. Boston’a yaklaşık 20 mil uzaklıktaki Framingham’da büyüdüğümden, çevredeki gazetelerde Celtics oyuncularının fotoğraflarını bulmak zor olmamıştı. Makasımı alıp Bill Russell, John Havlicek, Tom ‘Satch’ Sanders, Tommy Heinsohn ve K.C. Jones gibi oyuncuların fotoğraflarını keserek kâğıda yapıştırmıştım. Dördüncü sınıftaydım ve o takım benim her şeyimdi.
Yatak odamdaki transistörlü radyoyla Johnny Most’un anlattığı maçları dinlerdim. Tabii ki en çok Bill Russell’ı seviyordum. Öğretmenim Bayan Mitchell’ın istediği ödevin başrolünde de o vardı. Kestiğim Russell fotoğraflarının altına ya ona dair bir alıntıyı, bir istatistiği ya da bir sözünü iliştirmiştim. Çok iyi bir ödev miydi? Bunu tartışabiliriz.
Peki Bayan Mitchell’ın notu kıt mıydı?
A ile geçmiştim. Bu yüzden, Bayan Mitchell’ın Celtics taraftarı olup olmadığı bugün bile cevap bulamadığım sorulardan biridir. O ödevden yıllar sonra, Celtics efsanesi Satch Sanders, Harvard’ın koçu olup sizi takımına katmak isteyecekti. Çocukluk kahramanınızı nasıl oldu da reddedebildiniz?
Ofisinde terden sırılsıklam olduğum günü hâlâ hatırlıyorum. Gazeteden fotoğraflarını kesip biriktirdiğim adam gelip onun için Harvard’da oynamamı istiyordu. “David, hadi!” diyerek gözümün içine baktığında ona “Hayır” demek zorunda kalmak… Büyük sorumluluktu. Akademik ve sportif açıdan daha dengeli bir kolej istemiştim, Harvard bu tanıma uymuyordu. Princeton ise idealdi.
Oyunculuk günlerinizi nasıl hatırlıyorsunuz? Zeljko Obradovic daima oyuncu olmayı her şeyden daha çok özlediğini söyler. Sizin için de aynı durum geçerli mi?
Müthiş bir doğal yeteneğe sahip değildim ama profesyonel seviyeye yetecek kapasitem vardı. Zeljko’nun bunu söyleme nedeniyse başka. Biz, yani tüm antrenörler, oyunculuğu özlüyoruz. Çünkü, artık…
– Daha az uyuyoruz. – Daha çok endişe duyuyoruz. – Herkes işimizi bizden daha iyi biliyor.
Ve tabii ki hızlı yaşlanıyoruz. O yüzden, yakın dostum Zeljko’yu anlayabiliyorum. Ben de oyunculuğa geri dönmek isterim. Her şey daha kolay, dertsiz, tasasız…
Princeton’da Pete Carril’le çalışmış olmak oyuna bakışınızı nasıl etkiledi? Hareket, pas, tekrar hareket ve köşeye iliştirilmiş bir back-door cut. Elbette, hepsi bu kadar değildi…
Princeton felsefesi sizi daima çok yönlü olmaya sevk eder. Sabit plana bağlı kalmanız söz konusu değildir, o yüzden sürekli çözüm üretirsiniz. Savunmada veya hücumda, hiç fark etmez; devamlı değişen eşleşmeler, baskılı savunmalar, tuzaklar… Oyuncuların klasik pozisyonlar üzerinden çözümlenmesinin yeri yoktur. “Sen şunu yapıyorsun, buraya elleşme” demek mümkün değildir yani. Rakip savunmayı okuyup seçenekleri değerlendirmek hücumun ilk adımıdır ve bu, takımdaki her oyuncu için geçerlidir. Yani belirleyici olan, karşı takımın uyguladığı savunmadır.
Sonuç tabii ki önemli. Ama esas önemli olan, gidiş yolu. Ya da daha net tabirle, süreç. Sonuca nasıl ulaştın? Yaptığın tesadüf mü, değil mi? Savunmada pozisyon alırken bilinçli misin? Bunların hepsi için zaman gerekiyor çünkü teorik bir sistemden bahsediyoruz.
“Kötü şutörler daima boş kalır…”
Pete Carril. Çok sevdiğim bir söz. Her zaman geçerli mi? Şöyle diyelim; zeki takımlara karşı genellikle öyle olur.
Koçların kariyerlerine alt yaş kategorilerinde başlamasına alışığız. Siz neden ilk safhalarda Elitzur Netanya’nın kadın takımını tercih ettiniz? Daha sonradan eşiniz olacak Kineret haricinde, kadın basketbolunda sizi çeken neydi?
Bu başıma bela açabilecek bir şaka. Şunu netleştirmek istiyorum; Kineret, ilk sezon sadece oyuncumdu. Sezon bittikten sonra çıkmaya başladık. Kadın basketbolunu da ertesi yıl bıraktım ki bu noktada, İsrail’de 12 yıl basketbol oynarken her yıl kendi takımımın dışında bir kulüpte görev yaptığımı söylemem gerek. 15-16 yaş grubu, 8-9-10 yaşındakiler, 17-18’lik gençler, bölgesel takımlar… Hatta bir keresinde, oynadığım kulüp sezon devam ederken iflasını açıklayınca takımın koçu ayrılmış ve sezonu oyuncu-antrenör olarak ben tamamlamıştım. O yüzden, daha oyunculuk kariyerim bitmeden aşağı yukarı her seviyede çalıştım diyebilirim. Farklı şartlar altında, farklı pozisyonlarda bulunmak sizi daha iyi bir lider yapar. EQ’nuza, yani duygusal zekânıza yapabileceğiniz en büyük iyilik budur.
EQ konusunu biraz açmak istiyorum. Bildiğim kadarıyla lisede okul başkanlığı yapmışsınız. Princeton’da takım kaptanıydınız, sonra koçluk kariyeriniz başladı… Zamanla gelişim kaydetmekten ziyade, liderlik vasfı biraz irsî değil midir? Doğuştan gelen bir yeteneğiniz olduğuna inanmıyor musunuz?
Tabii ki inanıyorum. Liderlik DNA’nda ya vardır ya da yoktur. Doğuştan lider, her ortamda liderliğini sürdürür. Sonradan kazanılabilen bir beceri değil bu. Ama EQ farklı ve ben duygusal zekânın yaptığımız işin temelini oluşturduğunu düşünüyorum. Antrenörlük, sezme ve duyguları yönetme işi. Bunun için de farklı tecrübeler edinmek, zor durumlarda kalmak şart.
Mesela, siz Efes’in başındayken takımın ilk beşinden üç oyuncu; Drew Nicholas, Andre Hutson ve Loren Woods’un Partizan deplasmanına gitmediği o gün… Belgrad uçağında ne hissettiniz?
Bomboş duygular… Efes’e gelirken çok uzun süre burada kalma planları yapmıştım. Ama her şey bir günde bitti. Oysa Top 16’ya Panathinaikos’u mağlup ederek başlayıp ikinci maçta da Montepaschi Siena’ya uzatmada kaybetmiştik. Yani, tabii ki problemlerimizi gizlemiyorum ama gelişim kaydediyorduk. O gün bu üç oyuncu sistemden çıkınca geri dönüş olmadı. Yerlerine oyuncular aldık; takım kimyası ve karşılıklı güven dağılmıştı. Tekerleği yeniden icat edemezdik.
Önceki aylarda dergiye o sezonun sözlü tarihini hazırlarken Drew Nicholas’la da konuşma şansı bulmuştum. “David’i hayal kırıklığına uğrattım. Bunu hak etmemişti, çok pişmanım” demesi ilgi çekiciydi. Gelmeyeceklerini ne zaman öğrendiniz?
Uçağın olduğu gün, sabah saatlerinde. Öncesinde takımın bazı çekinceleri olduğunu biliyordum ama çözüleceğini düşünmüştüm. Ama olmadı işte. Drew’la Benetton günlerimizden tanışıyoruz. Beraber şampiyonluklar yaşadık. Ona karşı kesinlikle kötü bir düşüncem yok, olamaz. Ben sadece, o gün Belgrad’a giderek doğru olanı yaptığımızdan emindim. Keşke onlar da o uçakta olsaydı. Keşke devam edebilseydik.
Tabii, çok ilginçtir; koçluk kariyerimin en güzel anlarından birini de o maç sonunda yaşadım. Partizan taraftarı maç sonunda omuz omuza verip “Efes” diye tezahürat yapmıştı. Bir dakikalığına her şeyi unuttuğumu hatırlıyorum.
Efes’teki dönemde problemlerin olduğunu ama takımın gün geçtikçe gelişim kaydettiğini siz de söylediniz. Özellikle sezon başında savunma kaynaklı ağır eleştiriler almıştınız. David Blatt takımları sezona yavaş mı başlar?
Galiba öyle. Bunun gurur duyulacak bir şey olmadığını biliyorum. Ama CV’me bakarsanız her şey ortada. Takımlarım, geç açılan cinsten.
Öyleyse Darüşşafaka Doğuş’un sezona fırtına gibi girmesini beklememeliyiz?
Mithat Demirel’le bu konuya dair güzel bir sohbetimiz oldu. “Burada ilk maçı kazanmış olman pek bir şey ifade etmeyecek. Önemli olan, tabii ki son maç” demesi hoşuma gitti. Bu mantaliteyi seviyorum. Darüşşafaka’nın teklifini kabul etmemin temel sebeplerinden biri, herkesin aynı paralelde düşünüyor oluşu. Takımlarımın sezona yavaş başlamasının sorun edilmeyeceğini bilmek mutluluk veriyor. Anında sonuç almanın peşinde koşmamalıyız.
Bu kez Maccabi’ye dönmeyişinizin, bahsettiğiniz anlayışı bulamamakla ilgisi var mı?
Maccabi zorlayıcı ama artık benim için eşsiz veya farklı değil. Ayrıca bu kez kafamdaki hedefleri oradaki ortamla uyuşturamadım. Denedim ama çıkamadım işin içinden. Darüşşafaka ise çok daha cazip ve zorlayıcı geldi.
Darüşşafaka’nın yeni sezon bütçesi için 30 milyon Euro’yu telaffuz edenler dahi oldu…
Bu rakamlar çok komik. Başarılı ve uzun soluklu bir takım oluşturmak için tabii ki elimizden geleni yapıyoruz ama fazlasıyla abartılı rakamları telaffuz etmenin gereği yok.
Nasıl bir takım vadediyorsunuz? “Sonuç değil süreç” vurgusunun yanında bu takımın kimliği ne olacak?
A Takım ile genç takım arasında işlevsel bir bağlantı kurabilmek istiyorum. Devam ettirilebilir, başarılı bir yapının püf noktası bu. Tabii ki bütün kulvarlarda şampiyonluk için mücadele edeceğiz ama ben esasen bu takımı sezon sonunda, sezon başındakinden daha iyi bir noktada görmek istiyorum. Sıkı oyna, birlikte oyna, kazanmak için oyna ve eğlen… Dean Smith’in sözüne biraz benziyor ama felsefemi bu şekilde özetleyebilirim. Şartlara uyum sağlayabilen biri olduğumu düşünüyorum. Direttiğim kalıplar yok. Bazen Princeton’dan izler taşıyan bir back-door oyunu göreceksiniz, bazen eşleşmeli alan savunması, bazen Maccabi benzeri bir baskı… Eğlenmeye ve eğlendirmeye çalışacağız. Kariyerim boyunca bunu yapmaya uğraştım. Yine bunun sözünü verebilirim.
Kısa süre önce Gregg Popovich, “Problemli oyuncuları adam etmekle uğraşamam. Senede 100’e yakın maç için sürekli sorun çıkaran dallamalarla seyahat ettiğimi düşünemiyorum bile. Bu insanlar yetişkin” diye bir açıklama yaptı. Siz bu tartışmanın neresindesiniz? Sorunlu kişiliklerin düzeltilebileceğine inancınız var mı?
Hayır, yok. Ben de takımımı kurarken buna dikkat ediyorum. Geçmişte pişman olduğum bazı seçimler yapmadım mı? Yaptım ama artık genç değilim, neyin önemli olduğunu çok iyi kavradım. Belirleyici olan, yetenek ile beceri arasındaki fark. Daçka’da Mithat ve İbrahim’le (Kutluay) bu konuya vurgu yapıyoruz.
Maccabi kariyerinizin başlarından beri genellikle B sınıftan A sınıfa sıçrama yapmaya aday oyuncuları tercih ettiğinizi görüyoruz. Brad Wanamaker, Dairis Bertans ve Adrien Moerman; yeni Ariel McDonald, Chuck Eidson veya Tyrese Rice’lar mı?
Bu liste tabii ki daha uzar gider. Maccabi, Benetton, Rusya… Oyuncu gelişimi, antrenörlükte en çok haz aldığım şeylerden biri. Bir oyuncu eğer beceri olarak benimle gelişiyorsa, birlikte çalıştıktan sonra daha winner karakterde bir oyuncu hâline geliyorsa ya da en basitinden benden sonra bu işten daha fazla para kazanmaya başlıyorsa mutluluktan havaya uçarım. Brad, Dairis ve Adrien kesinlikle buraya adaylar. Onları daha iyi yapmanın yolunu bulmak ise benim işim.
Türkiye’de son dönemde yaşanan darbe girişimi ve terör olayları neticesinde çekincelerini dile getiren sporcular oldu. Hatta Mindaugas Kuzminskas’ın Atatürk Havalimanı’ndaki bombalı saldırıdan kısa bir süre önce tesadüfen orada olduğu, güvenliğinden endişe ettiği (Darüşşafaka’ya imza atmış olmasına rağmen Türkiye’ye gelmedi) yazıldı. Kadro kuruluşunda problem yaşadınız mı?
Hayır, kesinlikle. Bana Avrupa’da tehlike altında olmayan bir ülke gösterebilir misiniz? Hiç sanmıyorum. Mindaugas’ın bizimle olan anlaşmasını bozmasının tek sebebi, New York Knicks’in ona teklif yapmış olması. NBA’e gitmek istedi. Yoksa biz ona her türlü güvenceyi vermiştik. Zaten gördüğünüz gibi; ben buradayım ve diğer tüm transferlerimiz de Türkiye’ye gelmiş durumda. Sorun yok.
Hayatının büyük bölümünü savaş bölgesinde geçirmiş biri olarak, her yere gidebilirim. İsrail’de yaşadığım dönemde de hiç mutsuz değildim. Türkiye’de de tehlike altında olduğumu düşünmüyorum. Buraya gelmek konusunda bir dakika bile tereddüt etmedim. Ağustos sonu itibarıyla da kadromuzu aşağı yukarı tamamlamış durumdayız. Büyük değişimler olmayacak ama bir-iki ufak ekleme yaparsak da güvenlik problemi gibi bir engele takılmayacağımızdan eminim.
Maccabi’yi çalıştırdığınız günlerde Tel Aviv’e 40-45 dakika uzaklıkta bir kasabada yaşamayı tercih ettiğinizi hatırlıyorum. İstanbul trafiğine hiç girmeyeceğim ama esasen şehir hayatını çok sevmediğinizi söyleyebilir miyiz?
Hayır, aslında tam bir şehir insanıyım. Maccabi’de çalıştığım dönemde çocuklarım küçüktü ve onların Tel Aviv keşmekeşinde büyümesini istemedim. Bahçeli bir kasaba evini tercih etmemizin sebebi buydu. Evden salona gitmem de bazen 30 dakika, bazen 1 saat 15 dakikaya yakın sürerdi. Sen ortalamasını almışsın. İstanbul da benzer şekilde. Nereden başladığınızı iyi biliyorsunuz ama ne zaman varacağınız konusunda pek bir fikriniz yok.
Şimdi iki alıntı üzerinden yorumunuzu rica edeceğim. Birincisi size ait: “Eğer bir Amerikalıya saatin kaç olduğunu sorarsanız hemen bakıp size kaç olduğunu söyleyecektir. Fakat bir İsrailliye saati sormanız hâlinde alacağınız cevap, ‘Ne o? Saatin mi yok?’ olur.” Peki ya Türkler bu tartışmanın neresinde?
Biraz düşüneyim. En iyi esprilerimden biri olmadığı açık. Ama küçük de olsa doğruluk payı var. Türkler ne mi yapar? Muhtemelen duvardaki saati gösterirler. Tam anlamıyla bir cevap olmasa da pratik bir çözüm. Buraya uygun.
“Güçlü zayıftan alır, akıllı da güçlüden.” Maccabi’yle 2014’te elde ettiğiniz Euroleague veya Rusya’ya 2007’de getirdiğiniz Avrupa Şampiyonluğu bu Pete Carril sözüyle özetlenebilir mi? Neredeyse her mola çıkışında, her kırılma anında sayı bulan bu iki özel takımı nasıl hatırlıyorsunuz?
Maccabi’yi özel kılan, takımdaki her bireyin mükemmelliği arayışıydı. Nehrin karşı tarafına geçmek için her şeyi göze alan, durmaya niyeti olmayan bir oyuncu grubuydu. Final Four’daki diğer takımların bizden daha güçlü olduğunu biliyorduk ama birbirimize güvenimiz bu güç dengesini önemsiz kılmıştı. Her şeyi başarabilirdik. Finaldeki Real Madrid maçının basın toplantısında da söylemiştim; eğer onlarla bir seri oynuyor olsaydık bence kazanamazdık. Ama tek maçlık sistemde bizden daha güçlü iki takımı; CSKA’yı ve Real Madrid’i ardı ardına yendik. Rusya’da ise işler biraz daha farklıydı. Amerikalı ve Yahudi bir adam, Rusya’yla Avrupa Şampiyonu oldu.
Buna galiba en çok yaklaşan Alexander Gomelsky’ydi ama o da…
Yarı Rus, yarı Yahudi idi. Sayılmaz. Şaka bir yana, kendi evinde 15 bin kişinin önünde oynayan İspanya’yı yenerek Avrupa şampiyonu olmak gerçek dışı bir deneyimdi. Oyunu son ana kadar getirmiştik ve İspanya’nın hücumdan yararlanamadığını hatırlıyorum. Benim de molam kalmamıştı ve kenardan JR Holden’a, “Biraz bekle ve kendin bitir” diye bağırıyordum. Orada yaptığı… Neredeyse Jordan’ın 1998 NBA Finalleri’ndeki son şutunun aynısını atmıştı.
Hem 2007 hem de 2014’ten çok güzel hatıralarım var. Mola çıkışlarında, Avrupa’daki kariyerim boyunca da bir standart tutturduğumu düşünüyorum. Peki bunu NBA’e taşıyabildim mi? Bence daha iyisini yapabilirdim. Evet, kötü değildim ama kesinlikle daha iyi olabilirdi.
NBA maceranız başka hangi yönlerden daha iyi olabilirdi? Özeleştiri yaptığınız konular var mı?
Bakın… Durumla alakalı söyleyebileceğim çok şey var. Ama tüm bunların üzerinden tekrar geçmeyi kaldırabileceğimi zannetmiyorum. Yaşanan her şey daha çok taze. Yapamam. Farklı yapabileceğim şeyler vardı ama temelde, ben işimde başarısız olmadım; işimi korumakta başarısız oldum.
Takımdaki ilk yılımda NBA Finali oynadık. Kevin Love ve Kyrie Irving’in sakatlıklarına rağmen şampiyonluktan sadece iki maç uzaktaydık. İkinci yılımda takımın derecesi 30-11’ken, Doğu Konferansı’nda en yakın rakibimiz beş galibiyet gerimizdeyken işimi kaybettim. O takım gitti, aynı sezon şampiyon oldu. Finalde tüm oyuncularından yararlanabildi, buna karşın rakip takımda Andrew Bogut, Draymond Green gibi. Oyuncular çeşitli problemler yaşadı ve Curry de sağlıklı değildi. Ben şansa inanmam ama bazen, sadece yaşananları kabullenmek zorundasınız. Realite bu. Sadece, tüm yaşananları tekrar tekrar konuşamam. Yapamam…
Bu yaz Avrupa basketboluna geri dönmek istediğinizi açıklarken, “Boş oturmak istemiyorum. NBA, Euroleague veya başka bir yer; neresi olursa olsun gelecek sene koçluk yapacağım” dediğinizi duyduğum an, aklıma yıllar önceki, “Çok uzun süre antrenörlük yapma niyetim yok. Diplomat olmak istiyorum” açıklamanız geldi…
Yakalandım. Peki ne oldu biliyor musun? Neden bırakmadım? Çok fazla eğlendim de ondan.
Yani en nihayetinde diplomatlık fikrinden vazgeçiyorsunuz?
Hayır, hayır… Planım hâlâ geçerli. Hatta Türkiye’ye geri dönme sebeplerimden biri de bu. Farklı kültürlerle daha etkin bir iletişim kurmam gereken yaştayım. Türkiye’ye, ülkeme, kendime faydam dokunabilir. Çünkü her şey bittiğinde diplomasiyle uğraşmak istiyorum. Normal şartlarda bu hamleyi biraz daha erken yapmayı planlıyordum ama problem değil; çünkü son 30 senede çok eğlendim. Ya şimdi düşündüm de… Planım biraz İstanbul trafiğine benziyormuş. Ne zaman başladığı belli ama biteceği anı gerçekten hiç bilmiyorum.
Peki antrenörlük kariyerinize bir son seçseniz, bu ne olurdu?
Oğlum Tamir 19 yaşında. Hapoel Tel Aviv’de oynuyor. Her zaman onunla birlikte biteceğini düşledim. Bir gün onun oynadığı takımı çalıştırmak…
İşte bu güzel bir son olurdu.
*Bu röportaj, Socrates’in Eylül 2016 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.