Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolGündemArkadaşım Robson

Bobby Robson'ın belgeseli, etkileyici kariyeri kadar genç meslektaşlarına karşı takındığı yardımsever tavrı da göz önüne koyuyordu. Sir'ün elini uzattığı antrenörlerden biri de bu topraklardandı: Adnan Dinçer, birlikte yarım sene geçirdiği Robson'ı anlatmıştı...

Bu röportaj ilk olarak Socrates’in ‘Yetenek’ ana konulu Şubat 2019 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.


Eski İstanbul’a ait, eski bir ev… Daha önce gitmiş olsam da yeni bir şeyler yaşayacağımdan eminim. Kapı açılıyor, Adnan Dinçer beni karşılıyor… “Belgeseli izledim, çok fena yaptı beni ya!” diyor Adnan Hoca. Sonra eşinin elinde bir yağmurluk görüyorum. Adnan Dinçer, Robson’ın hediye ettiği yağmurluğu sırtına geçiriyor ve konuşmaya başlıyor:

  • İngiltere’ye gidişim tesadüftü. Hürol Bilal diye bir arkadaşım var, Cumhuriyet’te yazmıştı bir dönem… Tam bir futbol delisiydi. Sık sık İngiltere’ye giderdi. Bir gün bana da “Hadi, gidelim” dedi ve 1987’de İngiltere’ye gittik.
  • İngilizcem çok iyi değildi. Fransızca eğitim görmüştüm. Akademi’de hocalık yaptığım dönemde talebem olan Faruk’a rica ettim ve İngiltere’de, özellikle de taktik çalışmalar yaptığım süreçte benim tercümanlığımı yaptı.
  • Hürol Abi’nin bağlantıları, çevresi çok genişti ve Bobby Robson’ı da tanıyordu. Gider gitmez beni de tanıştırdı. Ona, futbol hakkındaki düşüncelerimi, yaptıklarımı ve yapmak istediklerimi anlattım. Şunu söyledi: “Dünyanın en iyi antrenörlerinden biri olabilirsin ama Türk’sün. Senin için yapacak bir şeyim yok!” Yine de özel bir diploma vererek Lilleshall’daki antrenörlük kursuna beni gönderebileceğini söyledi. Lilleshall, dünyadaki antrenörlerin para verip, çalışmalar yaptıkları bir spor kompleksiydi ve çok kıymetli bir tecrübeydi. Üstelik Robson benden para filan istememişti. Bir kuruş harcatmadı, bir çay dahi ısmarlatmadı. Kulüplerde çalışmalar da yaptım orada. En çok şaşırdığım şeylerden biri; Hackney Marshes denen, onlarca futbol sahasını barındıran muhitti. 100’e yakın yeşil sahada, amatör maçlar dâhil birçok müsabaka yapılıyordu. Türklerin kurduğu amatör takımları bile izlemek mümkündü orada. Üstelik onları bulmak da çok kolaydı; kavganın çıktığı sahaya gitmeniz yeterliydi.
  • İngiliz futbolunun bugünü, Bobby Robson’ın eseridir. Önceden nasıldı? Sağdan soldan ortalar, devamlı ortalar, yine ortalar… Kafa vurmaya çalışan oyuncular görürdünüz devamlı. Bu çok çirkin, sevimsiz bir stildi. İngilizler buna o kadar alışmıştı ki, kafaya çıkan ya da o mücadelede kafayı vuran adamı alkışlarlardı. “Ben bunu değiştiriyorum” dedi bana. Hatta topun devamlı havadan oynanmasıyla ilgili “Bizim çocuklar hep yükseklerde olmayı seviyor” diye esprili bir eleştiri de yapmıştı. Futbolun dünyada böyle oynanmadığını söylediğimde, bana katıldığını ve bunun değişmesi gerektiğini anlattı. “17 bölgeye ayırdım İngiltere’yi, 17 de antrenör var” dedi. O 17 antrenör bir ay boyunca devamlı değişerek Lilleshall’da yaş gruplarına göre kurulan takımları çalıştırıyordu. “Bunu yapmama karşılar ve bu yüzden eleştiriliyorum” demişti. O zaman İngiltere’de altyapılar okulların elindeydi. Ortaokul ve lise seviyesindeki spor hocaları, ‘Okullar Birliği’ adı altında birleşip ligler düzenleyerek genç takım seviyesine oyuncular gönderiyorlardı. Robson ise Okullar Birliği’nin devam etmesini ama etkinliği, antrenörlerin oluşturduğu bu yeni yapının ele alması gerektiğini savunuyordu. “Sen git, okulları da gör” dedi. Okullar Birliği Başkanı’ndan bir randevu aldı ve gittim… Şoka girdim gördüklerim karşısında. Orada çocuklara yaptırılanları görünce İngiliz futbolunun o dönem için niye gelişmediğini de anladım. Salonda bildiğimiz beden dersi veriyorlar. Bir yandan da Robson’a ateş püskürüyorlar. The Sun gibi gazetelerde çıkan “Hayatında başka bir kadın var” haberleri ve devamlı eleştirilmesi bence bu tezgâhın bir parçasıydı.
  • Robson’la görüşmelerimiz devam etti. Hatta İngiltere Milli Takımı, özel bir müsabaka için Brezilya ile oynayacaktı, kampa girmişlerdi. Robson, beni kampa davet etti, “Soran olursa, yardımcım olduğunu söyle” diye de tembihledi. Daha da ileri gitti ve Wembley’de oynadıkları maçı, kulübede birlikte takip edebileceğimizi söyledi. Yıllar sonra Jose Mourinho’nun yapacağı gibi onun yanında olacaktım… 1-1 biten maçta Wembley’e Robson’ın yardımcısı olarak çıktım bir nevi.
  • Kamp sürecinde ondan öğrendiğim ilk şey çok ilginçti. Robson, antrenmanda çok sinirliydi. Ben de o kimlikten çok uzak bir antrenördüm. Serpil Hamdi Hoca ile çalışırken onun oyunculara çok fazla bağırdığını düşünürdüm hatta. Evet, sesimi yükseltir, devamlı konuşur ama oyuncularıma hiç bağırmazdım. “Hocam, küfür edilir mi?” diye sorduğumda, “Edeceksin!” dedi, “Futbolcu, nefesi kesildiği zaman bağırarak oynamalıdır.” Antrenmanda, oyuncuların sahadayken devamlı bağırmasını istiyorlardı. Çok önemli bir eğitimdi aslında. Türkiye’de ise bağıran oyuncuyu hakemler atıyordu o zaman.

  • Sonra çocuklar yurtdışına gidince, karşısına bağırarak koşan rakipler gelince afallıyorlardı. Bu örneği verdiğimde güldü, “Biz ise bağırmayanı antrenmandan çıkartırız. Sağlıklı, diri, konsantrasyonu yerinde olan bir oyuncu bağırabilir ancak. Bağırarak pas ister, pas alır, devamlı oyundadır” dedi. Sonraki kariyerimde ben de bunu uygulamaya çalıştım.
  • Robson’ın çok sevdiği oyuncular vardı; Glenn Hoddle bunlardan biriydi. Harika bir oyuncuydu cidden. Kanat oyuncusu Chris Waddle vardı sonra, sol ayaklı olmasına rağmen onu sağ kanatta kullanırdı. Bu ters ayaklı oyuncuyu diğer kanatta kullanma işini ilk kez Robson’da görmüştüm. Bu gördüğümü ilk uyguladığım oyuncu da Orhan Çıkırıkçı’ydı… Bir de esas adamı Gary Lineker var tabii… Lineker o zaman Barcelona’da oynuyordu ve şimdi hatırlayamadığım bir sorun nedeniyle kampa çok geç katılmıştı. Robson’ın canı çok sıkıldı bu duruma, devamlı geziniyordu sahada. Sonra Lineker geldi ve Robson çok mutlu oldu, anında takıma aldı. Biraz garibime gitti:

— Sir, yanlış yapmıyor musun? Takıma haksızlık değil mi?
— O hazır geldi.
— Ben böyle yapmam.

— Güvendiğin oyuncuysa yapacaksın!
— Oyuncular bir şey demez mi?
— Lineker, kendini kabul ettirmiş bir oyuncu.

O zaman bir transfer yaparken, takımı memnun etmek gerektiğini anladım. Hatta yeni oyuncular almadan önce tüm takımı toplayıp, demokratik bir oylama dahi yaptığım oldu.

  • Orada yapılan bütün çalışmaların fotoğraflarını çekiyordum. Ama bu yapılanları bir de kayda almak istiyordum ve kamera almaya karar verdim. Kameralar da o zaman çok ağır ve hantal aletler, taşıması çok zor, eziyetti bir bakıma. Gittim, bir kamera kiraladım ve antrenmanları çekmeye başladım. Yine bir gün çekim yaparken yanıma geldi, “Ben o kadar antrenörle tanıştım, konuştum, çalıştım senin gibi manyağını görmedim. Sadece futbol düşünüyorsun. Ben senin kadar deli değilim ama senden sonra gelirim” dedi. Sonra da cebinden iki bilet çıkardı: “Yarın FA Cup Finali var. Coventry ile Tottenham oynayacak. Kraliçe ile aynı yerde oturacaksın.” Şaşırdım, “Sir, ben tek kişiyim” dediğimde, “Kaç aydır buradasın, kız arkadaşın yok mu?” karşılığını verdi. Adam, bunu bile düşünmüştü. Hakikaten Wembley’e gittiğimde, tam da kraliçenin oturduğu tribünün sahaya yakın kısmındaydım…
  • Ama bir kere Robson’ı sinirlendirmiştim… O dönem milli takımın teknik ekibinde bulunan, bir dönem Galatasaray’ı da çalıştıran Don Howe’la birlikteydik. Kampta otururken, bir anda tercümanıyla yanıma geldi, “Türkiye’ye gelmek istiyorum, Beşiktaş’la görüşmemi sağlar mısın?” diye sordu. Beşiktaş’ta sanırım ya Süleyman Abi’yi (Seba) ya da Emin Bengisu’yu aradım ve durumu anlattım. Görüştüler ve anlaştılar. Howe gittikten sonra Robson yanıma geldi, kızgın görünüyordu: “Benim antrenörümü nasıl gönderirsin?” dedi. Haberi olduğunu, kendisinin rica ettiğini söyledim. “Yanlış” dedi, “O, buranın antrenörü ve milli takımda olması lazım.” Don Howe, birkaç gün sonra Türkiye’den ayrıldı. Galatasaray eski başkanı Selahattin Beyazıt’la daha önceden tanışık olduğu için onunla görüşmüş ve Beyazıt da “Beşiktaş taraftarı biraz kabadır, sen orada yapamazsın” demiş. Don Howe da amigoları falan görünce korkmuş ve cidden kısa sürede İngiltere’ye geri dönmüştü. Döndüğü gün Robson yanıma geldi ve sordu:
  • — Beşiktaş hâlâ antrenör istiyor mu?
    — Evet.
    — Onlara çok iyi bir antrenör göndereceğim.
    — Siz mi gideceksiniz?
    Robson kendine oynuyor sandım. Türk usulü düşündüm. Devam etti: “Hayır, ben İngiltere Milli Takımı antrenörüyüm. Gordon Milne diye bir antrenör var, onu tavsiye edeceğim.” Gordon Milne de bir sene önce Leicester City’yi neredeyse küme düşürecekti. Ama Robson, gerçekten de birkaç gün içinde Milne’i Türkiye’ye gönderdi.

  • Orada altı-yedi ay kaldım ve İstanbul’a döndüm… Bir süre sonra Hürol Abi, Robson’ın ziyarete geleceğini söyledi. Havaalanından aldık, otele yerleştirdik ve bir gece sonra da Boğaz’da yemeğe çıktık. Rakıyı içirdik Robson’a yani…
  • 1990 yılıydı… Aniden hastalandım, GATA’ya kaldırdılar ve ikinci beyin ameliyatımı geçirdim. Ameliyattan sonra Robson aradı ve geçmiş olsun dedi. Çok duygulanmıştım. Dün belgeseli izlerken gözlerim yaşardı, bu an aklıma geldi.
  • En az bu olay kadar iz bırakan bir davranışı daha vardır… Küçük oğlumu yurtdışında okutmayı kafaya koymuştum. Dönerken, Robson’a da bunu anlattığımda, “Yazın dört aylığına bana gönder” demişti. Bir ailenin yanında misafir öğrenci olarak kalmasına yardımcı olacağını söyledi. Yaz oldu, havaalanında uğurladık küçük oğlumu ve İngiltere’ye gitti. Oraya indiğinde ise Robson’ın klası yine kendisini göstermişti; oğlumu bizzat havaalanında karşılamaya gitmişti. Bobby Robson’dan bahsediyoruz… Kendi elleriyle alıyor, ayarladığı aileye teslim ediyor ve dört ay boyunca da ilgileniyor. O esnada Robson devamlı, üniversite için de yardımcı olacağını belirtiyordu. Eşim ve ben de Londra’da bir okul ayarlayacağını düşünüyorduk. “Tamam, hallettim” dedi, Robson. “Nereye gidecek?” diye sorduğumuzda hepimizi şok eden bir cevap aldık: “Avustralya!” Evde tartışma çıktı “Ne işi var Avustralya’da bu çocuğun?” diye. Bu durumu Robson’a anlattığımda sakin sakin nedenini açıkladı; Londra’nın İstanbul’a benzediğini; trafik ve karmaşa gibi birçok sorununun olduğunu belirtti. Avustralya’nın yeni bir dünya ve geleceği parlak bir ülke olduğunu anlattı. Üstelik Londra- İstanbul arasının kısa olduğunu ve çocuğun uzakta hayatı daha rahat öğreneceğini söyledi. Avustralya’nın düzenini methetti. Konuşmanın sonunda “Bana ileride teşekkür edeceksiniz” dedi. Oğlumu Avustralya’ya gönderdik… 25 senedir de orada, iyi ki Robson’ı dinleyip göndermişiz…
  • Bobby Robson’ın hayatına dair detayları belgeselde izledim. Mesela hastalığından hiç söz etmezdi. İlk teşhis konulduğu dönemde görüşmeye devam ediyorduk ve hiç de belli etmemişti. O vakur duruşunu, o güleç yüzünü hiç unutmuyorum. Ara ara bir gözü hafif şehla bakardı hatta. Ben çok sevimli bulurdum o bakışlarını, meğer onun sebebi de geçirdiği o zorlu ameliyatmış. Bizim için ‘Sir’ Robson’dı o ama adam neler çekmiş meğer…
  • Alex Ferguson da benim yaşadıklarımı anlatıyor bir bakıma belgeselde. O da Robson’ın davranışlarından benim gibi çok etkilenmişti. Bunların dışında Ronaldo’yu transfer ederken gösterdiği cesaret ve Maradona’nın elle attığı golden sonra basın toplantısında verdiği tepki, tam da Robson’ı özetleyen anlar.
  • Özellikle Barcelona’da başarılı olduğu dönemde başına gelenlere üzüldüm, hatta kendi hayatımla özdeşleştirdim. Benzer yanlarımız çok daha fazlaymış… İzlerken şunu düşündüm: Koskoca Bobby Robson’a bunlar yapıldıysa, bize yapılanlar normalmiş!

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce
Sıfır

Sıfır

4 sene önce