Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

YorumAnkara’nın Tribün Bağları

İstanbul'un meşhur tribün anılarından uzakta Ankara'nın mütevazı hikâyeleri var. Can Koçak, kişisel tarihinden örneklerle anlattı.
Can Koçak9 sene önce

Ülkede spor denince akla genellikle İstanbul takımlarının geldiği malum. İstanbul’da spor, özellikle üç büyük takım üzerinden ‘ezeli rekabet’ şiarıyla el üstünde tutulan büyük bir endüstri. İstanbul United ise bu koca yapının içinde ezbere bildiğimiz “Futbol sadece futbol değildir de peki nedir?” sorusuna bir cevap ihtimali olarak akıllarda hep kalacak. İstanbul’un meşhur tribün anılarından uzakta ise Ankara’nın mütevazı hikâyeleri var. Müslüm Gürses-Ferdi Tayfur gençliğini Pollyanna gibi gösterecek acılarla yoğrulan çocuklarıyla Ankaragücü fenomenini, Ankaraspor deneyimini ve Osmanlıspor garabetini sosyoloji konulu başka bir yazıya bırakarak derdimi anlatayım.

Türkiye Basketbol Ligi’nin 1997-1998 sezonu. 7 yaşındayım ve babam beni Atatürk Spor Salonu’na, Türk Telekom’un maçlarını izlemeye götürüyor. Favori oyuncumuz hantal ve kilolu görünen ama sahada bir o kadar da becerikli olan Mirko Milicevic. Onun rakibin hızlı hücumlarında savunmaya dönmeyip pota altında beklemesini, topu sağ omzunun üzerinden iki eliyle savurarak mesafe tanımaksızın attığı basketleri izlemekten çok keyif alıyoruz. Tribünle, seyircilikle ilk tanışmam o zaman oluyor.

1998-1999 sezonunda Ted Kolejliler birinci lige çıkıyor ve Mydonose sponsorluğunda bir takım kuruyor. Kerem Gönlüm ve Tutku Açık’ın da birer sezon yer aldığı takımın üç sezon boyunca neredeyse her iç saha maçına gidiyoruz. “Sımsıkı taş gibi / Sımsıkı taş gibi / Dal gibi dal gibi dal! / Dimdik dimdik / Kolej geliyor şimdik!” tezahüratını ilk o zamanlar öğreniyorum. Takımın skoreri Kenny Travis, o dönemki en büyük idollerimden biri. Forma numarası (4), okul mezunlarından oluşan taraftar topluluğu Die4You’nun forma tasarımındaki numara ile aynı. Defterlerime resimlerini çiziyor, teneffüslerdeki basket maçlarında topu elime aldığımda spiker edasıyla “Travis!” diye bağırıyorum.

Socrates‘in Ağustos sayısındaki röportajında Ufuk Sarıca, şampiyonluğun ardından şaşkınlığını gizleyemeyen bir taraftarın ona “Biz kaybettiğimizde ne yapacağımızı çok iyi biliyoruz ama kazandığımızda ne yapacağımızı bilmiyoruz” dediğini anlatıyordu. Tıpkı onun gibi, Kolej seyircisi de o dönem kazanmaya alışkın değil ama kaybettiğimizde şarkımız hazır: “Sen şampiyon olmasan da / Kupaları almasan da / (Kaybedilen takımın adı)’na …… / Seviyoruz işte, var mı diyeceğin?

2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nın ilk tur son maçı. Türkiye Slovenya’ya yenilip işi zora sokmuş, İspanya’yı yenmek zorunda. Yine salondayız. Bizim maçtan önce Letonya-Slovenya maçı var. Öyle bir “İspanya’yı kesin yeneriz” havası var ki; Slovenya’ya karşı Letonya’yı destekliyoruz. Önce Letonya, sonra da (hakeme “Kaç para aldın?” imasında bulunan İspanya antrenörünün atıldığı, Pau Gasol’un çıldırdığı kavgası-dövüşü bol bir maç sonucu) Türkiye kazanıyor. İspanyol basını işi “FIBA ev sahibi takımı kolladı” ile açıklarken benim aklımda İbrahim Kutluay’ın attığı 35 sayı ve seyircinin sahaya etkisi kalıyor. Genelde Avrupa takımlarının seyircisi için söylenen ‘hakemi etki altına alma’ durumunun yanı başımda gerçeğe dönüştüğünü görüyorum, maçı ‘asıl’ alan seyirci oluyor.

2003… Gençlerbirliği, UEFA Kupası 1. turunda Blackburn Rovers ile karşılaşıyor. Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda Josip Skoko’nun muhteşem golüyle Gençlerbirliği öne geçiyor. Hiç tanımadığım oyuncunun adını etrafımdakilere sorup “Skoto” olarak öğreniyorum. “Skoto! Skoto!” diye bağırırken Youla ikinci golü atıyor. İkinci yarının başında Blackburn yükleniyor ve Brett Emerton ile golü buluyor; ama rakip dersine çalışmamış, Youla’yı tanımıyor. Kontrataktan gelen bir gol daha. Hiç tanımadığım insanlara sarılıyor, onlarla birlikte zıplıyorum. Çıkışta konuştuğum birine “Youla çok hızlı ama Skoto’nun golü daha güzeldi” diye maçı yorumluyorum.

2007 yılında üniversite sınavına hazırlık için gittiğim dershanede Onur Nazlıaka’yla tanışıyorum. Dershane birincisi, sınavda kendisinden derece bekleniyor. Hoşsohbet ve Ankara’nın bütün otobüs hatlarını ezbere bilmek gibi ilginç özelliklere sahip biri. Onun bu yazıya konu olacak özelliğini ise geçen sezonun sonunda öğreniyorum.

2012-2013 basketbol sezonunun ilk haftasında, geçen yıllarda iki kere ikinci lige düşüp geri çıkan Ted Kolejliler, Tofaş’ı yeniyor. Ligin en iyi üçlükçülerinden Kirk Penney, asist kralı Ben Woodside, ribaund lideri Nedim Yücel, dört numaradan gelen sürpriz sayılarıyla Vanja Plisnic, atletikliğiyle Caner Erdeniz ve kendine özgü usta işi stiliyle ligin en skorerlerinden olan Jovo Stanojevic’li bu kadroyu çok seviyorum. Bütün iç saha maçlarına gidiyor, dış saha maçlarını TBL resmi sayfasını yenileye yenileye takip ediyorum. Efes’i 86-85 yendiğimiz maçta “Semih atamaz” bestemizle Semih Erden için faul çizgisini kabusa çevirirken “İtiraz etsene Oktay Mahmuti” diyerek Oktay Hoca’ya takılıyoruz. Her maç için yeni besteler deniyor, kazanmak için başka ne yapabileceğimizi düşünüyoruz. Tribün benim için arkadaşlarımla gidip şarkılar söylediğim, eğlendiğim ve sonunda tuttuğum takımın kazanma ihtimalinin de olduğu bir yere dönüşüyor. Takım play-off’un ilk turunda Efes’i sallıyor ama yıkamıyor. Sezon sonunda planım hazır: kadroya skorer bir üç numara ve beş numaraya Vladimir Golubovic’i ekledik mi, tamamız. Golubovic gerçekten geliyor, ama takımın geri kalanı tamamen dağılıyor.

2015’e geliyoruz. “Gençlerbirliği, Gaziantepspor’u deplasmanda üç golle geçerken tribünde tek bir taraftarı vardı” diye bir haber görüyorum. Haberi açtığımda karşıma Onur Nazlıaka çıkıyor. Tek başına Gaziantep’te Gençlerbirliği’ni desteklemiş, maçtan sonra takımı yanına çağırıp onlardan forma almış, teknik direktör Mesut Bakkal ona teşekkür etmiş.

Büyük takımların taraftar grupları hep anlatılır. Ankara’nın kaybetmeyi nasıl karşılamak gerektiğini, birliği, vakurluğu, eğlenceyi, seyircinin gücünü, tek kişinin dahi fark yaratabileceğini öğreten mütevazı tribün hikâyelerini ise pek kimseler bilmez. Tribün sımsıkıdır, taş gibidir. Tribünün etkisini bilen muktedir, kardeşlik vurgusu yapar ama fitnenin en büyük destekçisidir. İstanbul United, bölüm sonu canavarını yenecek gizli silahtır ama muktedir, Mario’ya prensesin başka bir kalede olduğunu söylemeye devam eder.

* Can Koçak, vesaire.org yazarı.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Sıfır

Sıfır

3 sene önce
Kardeşlik ve Birlik

Kardeşlik ve Birlik

6 sene önce