Uçakla seyahat edenler iyi bilirler, iniş ve kalkış esnasında elektronik cihazlar kapatılır, ışıklar söndürülür ve uçak karanlığa bürünür. Bu uygulamanın en önemli sebeplerinden biri, olası bir terslik hâlinde ışıklar aniden sönerse, yolcuların gözlerinin karanlığa adaptasyonunu sağlamaktır. O hayat kurtaran, çok kıymetli saniyelerde gözlerinizi kullanmanız için basit bir uygulama. Sebebi ise bildiğiniz ölüm kalım meselesi…
Futbol söz konusu olunca da medyadan taraftara, kritik bir maçın öncesinde benzer kavram dillere pelesenk olmuştur. Ölüm-kalım maçı… Gittiğim pek çok kritik maçın önünü arkasını hatırlamam bile, puslu karanlığın içinde kalan o anların önemi yoktur, varsa yoksa 90 dakika boyunca gözlerimi alamadığım o yeşil saha. Benim gibi hayatları boyunca bir futbol takımının peşinde sürüklenenler stadyumda geçirecekleri o 90 dakika için yapmadıklarını bırakmazlar, öncesinde ve sonrasında olan ve olacakların hiçbir önemi yoktur. Zira nice sevgilileri terk edip, nice kalpleri kırıp, ay boyu çalışarak, harçlıklardan biriktirerek toplanan paraları akıtıp o stadyum kapısından içeri giren adamın o dakikadan sonra dünya yansa umurunda olmaz. 10 numaralı oyuncu o topu direğin dibinden içeri vursun, yeter…
Pek çoğu için yeter olan bazılarına da yetmiyor işte. İnsanoğlu stadyumlara koşmanın karşılığında katma değer bekliyor. 90 dakikalık heyecanı yerinde yaşamak için konforlu evindeki dev ekranının karşısından kalkıp stadyumlara gidenleri bugünlerde yüksek sesli müzik, tepeden soba ısıtmalı tribünler, eskiye göre daha düzenli büfeler, elektronik biletler ve hatta maçı takip edebilecekleri ekranlar karşılıyor. İnsanoğlu talep etmekten vazgeçmiyor, üzerine her yerde kullandığı yüksek hızlı interneti, interaktif uygulamaları istiyor. Söz konusu internet olunca, memleketçe biz de geri kalmıyoruz tabii. Hızla yeni nesil stadyumlarda bu hizmetler verilmeye başlanıyor. Özellikle telekom firmaları sponsorluklar aracılığıyla üstün iletişim yetkinliklerini pazarlamak adına stadyumları birer fuar alanına dönüştürüyorlar.
Elektronikleşen statlar, frikiklerde yanan kifayetsiz flaşlar, herkesin elinde telefonu twitter üzerinden maç tartışmalarına girmesi, Instagram’a, Facebook’a maç esnasında atılan gönderiler ve insanların sahada olan bitenle ilgilenmekten çok, bunu sosyal hayatlarına yansıtmaya öncelik vermesi futbolun en güzel tarafı olan sahadaki oyun – taraftar etkileşimini derinden yaralıyor. Yakın zamanda Hollanda ve Almanya’da stadyumlardaki wi-fi erişimine protestolar geldi. Boşuna değil, elinde telefonla maç izleyen taraftarların maçtan koptuğundan şikâyet ediyorlar. Eski kafalılıktan olsa gerek, bu protestoları gördükçe mutlu oluyorum ben de.
Türkiye’ye baktığınızda ise bir derbi ya da Avrupa kupası maçında taraftarın dikkatini sahadan çekmenin imkânsız olduğunu tespit etmek zor değil. Fakat sıradan karşılaşmalarda bırakın maç konsantrasyonunu, taraftarı stadyuma getirmek dahi ekstra bir efor istiyor. Burada önceliklendirme stratejileri önem kazanıyor. Stadyumları her daim dolu olan Almanya ve İngiltere’ye baktığınızda ‘akıllı stadyum’ konseptinden ziyade, ‘akıllı sportif pazarlama’ örnekleriyle karşılaşıyorsunuz. Stadyumda vereceğiniz 100 MBit’lik internetten çok, o mekânda vereceğiniz ekstra konforun, yaşatacağınız maç öncesi ve sonrası tecrübenin peşinde maçlara geliniyor. İngiltere’de maçtan hiç kopmayan kalabalıkların izlediği, tezahüratı az ama oyun reaksiyonu yüksek stadyumlarda maçtan önce ve devre arasında taraftarların geçireceği vakti keyifli kılmak için basit ama etkili uygulamalar yapılıyor. Örneğin, Stamford Bridge’de devre arasında alacağınız birayı maçtan önce rezerve ediyorsunuz. Düdük çalar çalmaz inip rezervasyon kuponunuzla süratle biranızı içip, özetleri izleyip, yeniden yukarı çıkıyor ve maçınızı izlemeye devam ediyorsunuz. Maçtan önce genel olarak arkadaşlarınızla buluşup sizden önce oynanan lig maçını izlemeyi tercih ediyorsanız, Fulham’ın stadyumu Craven Cottage sizin için ideal. Nehir kenarındaki tribünün arkasında buluşup, yeşil ve mavinin içinde, dev ekranlarda rakibinizin maçını izlerken, büfelerde herhangi bir pub’da bulacağınız yiyecek ve içecekleri o pub’da ödeyeceğiniz fiyata edinip, hemen yanınızda bulunan bahis bankosunda bahsinizi yaparak birkaç saat harcayarak hem kulübünüze katkıda bulunabiliyor hem de kaliteli zaman geçirebiliyorsunuz. Eğer yok satan bu stadyum tecrübesi için bilet kaldıysa, maç günü biletinizi stadyumdan almanız da mümkün. Hatta resmi ‘karaborsa’ uygulamaları dahi stadyum önlerinde gişe açmış durumda. Önden gidip elektronik bilet kartı sahibi olmanıza, kimlik bilgilerinizi paylaşmanıza gerek yok. Nitekim İngiltere ‘Büyük Birader Seni İzliyor’ ülkesi olarak o biletin üzerinde adınız yazmasa da stadyumda bir olumsuzluk yaratırsanız sizi bireysel olarak tespit edip cezalandırıveriyor.
Ülkemizde ise stadyumlar kötü birer gece kulübü havasında. Maçtan önce stadyumda vakit geçirmenizi engellemek için sizi santraya kadar kulakları sağır edecek seviyede kötü marşlar, berbat güncel pop şarkıları, stada erken gelen aç taraftarı cezalandırmak için organize edilmişçesine çok pahalı, bayat, ucuz malzemeli fast food bekliyor. Evet, çok hızlı internet bağlantınız olabilir, fakat koltuktan kalkıp tribünden içeri girer girmez dar koridorlarda bir bardak sallama çay ve kötü ekmekten yapılmış kötü peynirli tosta iyi bir et yemeği karşılığını ödeyiveriyorsunuz. Yetmiyor, maçların saatleri öyle bir planlanıyor ki, hafta sonunuzun o kıymetli cumartesisini 90 dakikalık aktiviteye teslim edesiniz. Özellikle yaz dönemi saatlerine bakınca stadyumlar gece kulüplerine rakip olmayı kafaya koymuş gibi görünüyor. 12’de stadyumdan çıkmayı başarıp gecenin bir köründe eve gitmeye çalışmak da gittikçe şehir dışına kayan futbol sahalarında tribünlerin doluluk oranını yüzde 50’lerin altına düşürüyor. Sanki bunlar yetmezmiş gibi, “Hadi çocuklar kalkın maça gidiyoruz” derse babanız, bilet almak için öncelikle size birer passolig kartı çıkartmak zorunda. Passolig kartınız varsa dahi, örneğin ziyarete gittiğiniz Manisa’da maça giremeyebilirsiniz çünkü sizin kartınız Adanaspor’a tanımlı ve Manisaspor o maç için sadece Manisasporlu taraftarların maça girmesini uygun görmüş olabilir.
Elbette teknolojinin hızına, ‘müşterinin’ taleplerine ayak uydurmak önemli. Ben de stadyumda sıkça internet kullanıyorum, arkadaşlarımla, eşimle dostumla görüşüyorum. Fakat önceliklendirilmesi gereken gerçek bir stadyum tecrübesi varken, stadyumlar her geçen yıl radyoaktif maddeler gibi yarılana yarılana boşalırken içeriye internet uygulamalarını sokmak, can çekişen tribün kültürümüz için doğru mu? Fenerbahçe Stadı’nın eski maraton kalabalığını, Beşiktaş Kapalısı’nı ya da karanlıklara gömülü hâliyle cehennemi andıran Ali Sami Yen tribünlerini ellerinde telefonla hayal edebiliyor musunuz? Futbolun içindeki tutkuyu insanların stadyumlarda yaşamalarına yol vermedikten, stadyumları yaşanan mekânlar yapmadıktan sonra, derme çatma uygulamalarla futbol dışı unsurları içeriye sokarak futbola katkıdan çok zarar veriyorsunuz. Önceliklendirilmesi gereken, maç oynanırken insanların odağını dağıtacak uygulamalardan çok; stadyum dışında taraftarların aktivitelerini gözlemlemek ve bunları taraftarlara benzer ekonomik şartlarda daha organize şekilde sunmak olmalı. Her şeyin öncesinde, yeni stadyum inşaatlarıyla yakın gelecekte haftalık 300 bin kişilik kapasiteye ulaşacak Süper Lig’de, ortalama yüzde 80 doluluk oranını yakalamak adına statlardan önce futbol yönetiminin başındaki kişileri akıllandırmaya çalışmalıyız. Aksi takdirde yüksek kapasiteli boş stadyumlarımızda, yüksek kapasiteli internet bağlantılarını kullanacak taraftar bulmakta zorlanmaya başlayacağız.