Ne İzledim?
Biraz geç kaldım ama sanırım doğru zamanı bulup Viggo Mortensen’in başrolünü oynadığı Captain Fantastic’i izledim. Türkiye’de sinemalarda gösterildiği adıyla Kaptan Fantastik, idealist hippie bir baba, evden ayrılmış hastaneye yatmış bir anne ve farklı şekilde yetiştirdikleri altı ‘vahşi’ çocuğunun hikâyesi. Kızlı erkekli bu altı çocuk ve baba, cennet gibi dağlarda, ormanın göbeğinde Kızılderililer gibi yaşıyor. Anne baba çocukları Oregon’da ormanın derinliklerinde yetiştiriyorlar. Anne mental sorunlar yaşayıp hastanede tedaviye alındığında ise çocuklara bu sefer tek başına —eşiyle beraber karar verdikleri gibi aynı tarzda yaşamla- baba olarak eşlik etmeye devam ediyor. Film bu ortamda başlıyor. Yiyecekleri eti avlayarak elde ediyorlar mesela. Baba çocuklarına her gün ağır idman yaptırıyor. Tırmanıyorlar, dalıyorlar, dövüşüyorlar. Olimpik atletler kadar sağlıklılar. Yaraları dikmeyi, basit hastalıkları tedavi etmeyi biliyorlar. Televizyonsuz, bilgisayarsız, twitter’sız bir hayat yaşıyorlar. Geceleri ateşin etrafında toplanıyorlar, kitap okuma seansı yapıyorlar, uyurken yıldızlı gökyüzünü seyrediyorlar. Zaten filmin kendi içindeki kitap önerileri dahi harika. Onları okursanız bile hayata farklı bakabilirsiniz.
Çocuklar da sürekli okuyup, Orta 1 yaşlarında Üniversite 1’deki öğrenciden daha fazla bilgiye ve kapasiteye sahip hale gelecekleri bir evde hatta doğada eğitim alıyorlar. Kapitalist düzenin dışında kendi doğal ve sosyal ortamlarını yaratmışlar. Tam bir ütopya. Noam Chomsky hayranı olan babanın ağır eğitim programı sayesinde inanılmaz bir bilgi okyanusu gibiler. Noam Chomsky bayramı kutluyorlar. Bir tıp doktoru kadar anatomi bilgisine sahipken, aynı zamanda Harvard’da hukuk okuyacak kadar da donanımlılar. Beş yaşındaki kız kardeşleri dahi insan hakları beyannamesini hatmetmiş durumda. Aynı zamanda yoga yapıp, bir komando kadar iyi bıçak kullanıyorlar. Akşam seanslarında Karamazov Kardeşler misali ağır romanları, klasikleri, felsefe, fizik, ileri matematik kitaplarını resmen emiyorlar.
Filozof krallar ve kraliçeler gibi yetiştirdiği altı çocuğu ile, modern toplumun zehirli dünyasını reddederek ormanın derinliklerinde, izole ve kendince yaşayan bir babanın her şeyin denge üzerine kurulu olması gerektiğini anlatan ve düşündürücü masalını da anlatan bir film. Arada “bizim yaşadığımız yaşamın içine” karıştıklarında ise iletişim konusunda sıkıntı yaşıyorlar. İşte asıl hikaye de orada başlıyor zaten. Filmin hem yönetmeni hem de senaryo yazarı ise aktör Matt Ross çok iyi iş çıkarmış. Cannes Film Festivali’nde de zaten yönetmen olarak Un Certain Regard ödülünü aldı. Kısacası çok iyi kotarılmış bir umut, yaşam çelişkileri ve aşk filmi.
Film olarak ayrıca Passengers’ı izledim. Konusu iyi ama senaryosunu yetersiz bir film olarak buldum naçizane. Yoksa temelinde iyi noktalara parmak basmaya çalışmış.
Bir de Ex-Machina’yı tekrar izledim. Her izlediğimde farklı detay yakaladığım filmlerden biri. Oscar Isaac gerçekten olağan üstü bir aktör.
Yakında izlediğim öteki filmlerden öneriler:
– “The Divines”: Paris’te geçen enfes bir hikaye. (Yönetmen: Udo Benyamina)
– “Hell or High Water”: Texas’ta geçen klasik bir banka soygun hikayesi ama sırf Jeff Bridges için dahi izlenir. (Yönetmen: David Mackenzie)
– “Anthropoid”: 2. Dünya Savaşı hikayelerini sevenler için biçilmiş kaftan. (Yönetmen: Sean Ellis)
– “Under The Skin”: Scalet Johansson başrolde. Açıklaması çok zor, müthiş kendine has bir film. (Yönetmen: Jonathan Glazer)
– “Looper”: Zaman yolculuğuna meraklı olanlar için kıymetli bir eser. (Yönetmen: Rian Johnson)
Dizi olarak ise Tom Hardy’li Taboo ve Cillian Murphy’li Peaky Blinders önerilerim arasında başı çekiyor. Birleşik Krallık’ın farklı dönemlerinden müthiş iki hikaye. Ayrıca House of Cards 4. sezon bölümleri salıverilmeden önce 3. sezonu bitirmeye çalışıyorum. Birikmiş ve yarıda kalmıştı. Netflix’teki River’ı tavsiye ederim. Çok iyi bir psikolojik polisiye olan dizide Stellan Skarsgaard muazzam oynuyor. Prens Philip’in durumu düşünüldüğünde onu ve kraliyet ailesini tanımak için Netflix’teki The Crown adlı diziyi de yine tavsiye ederim. Olağanüstü bir zaman makinesi işlevi görüyor. Young Pope’ adlı dizide ise Paulo Sorrentino sihrini yine hissettiriyor. Jude Law efsane oynuyor.
Dizilerde son olarak Legion’a başladım. Bu ara sürekli takip etmek zor oluyor ancak X-Men dünyasını seven benim gibiler için çok iyi başladı. İlk üç bölümde şimdiden çok etkilendim. Tavsiye edilir.
Belgeseller olarak ise son aylarda beni en çok web kotası yemeye iten şey Chef’s Table bölümleri oldu. Son sezonda ilk bölümde konuk edilen Jeong Kwan beni farklı bir düşünce boyutuna taşıdı. Ama hala en favori bölümlerim birinci sezondan Francis Mallman ve ikinci sezondan ilk bölüm Grant Achatz ve ikinci bölüm Alex Atala oldular. Belgeselin muhteşem çekim ve kurgu tarzının yanı sıra sadece aşçılık ve yemek kültürü değil çok derin insan öykülerine tanık oluyorsunuz. Aynı zamanda Werner Herzog’dan yanardağları anlattığı Inferno ve yine hem Lance Armstrong hem de Steve Jobs hakkında enfes belgeseller çeken Alex Gibney’in sanal&siber dünya hakkında çektiği Zero Days muhteşem bir belgesel. Geçen hafta Bertan tavsiye etmişti. Ben de tavsiye ediyim dubleleyelim. Netflix’teki Five Came Back belgeseli hem 2. Dünya Savaşı hem de Hollywood meraklıları için biçilmiş kaftan.
Daha çok önerim var ama sanırım bu kadar yeter.
Ne dinledim?
Ibeyi adlı grup bu aralar çok takıldığım bir durak. Fransa, Küba ve Venezüela kökenlerine sahip Lisa-Kainde ve Naomi Diaz adlı ikiz kız kardeşlerden oluşan bir duo. Babaları Buena Vista Social Club’un perküsyon üstadı Anga Diaz. Ama kız kardeşler daha da derinlere inip, ailenin asıl kökenlerinin dayandığı Nijerya’nın ve Batı Afrika’nın kültürünü müziklerine yansıtıyorlar. Ibeyi zaten Batı Afrika’da yaygın olan dil Yoruba’da ikizler manasına geliyor. Arada şarkılarını Yoruba dilinde bitiriyorlar. Lisa’nın jazz temelli muhteşem sesine, Naomi’nin olağan üstü perküsyon yeteneği eşlik ediyor. Bir türe indirgemek bana haksızlık geliyor. Deneyin, pişman olmayacaksınız.
Khruangbin ve San Fermin grupları hala aylardır en çok dinlediklerim arasında. Bu hiç değişmiyor. Güne Khruangbin ile başlayıp onların şarkılarıyla bitirmek bir ritüel artık. San Fermin de araya gün yoğunluğuna sakinleştirici olarak zerk ediliyor.
Ek olarak eski Soul Sendikası müdavimlerimden biri olarak Bobby Womack’in 2012 çıkışlı albümü The Bravest Man In The Universe’den Dayglo Reflection resmen kulağıma pelesenk oldu. Lana Del Rey vokalleri çok çok iyi bu şarkıda. Sürekli “loop” durumunda aylardır.
Bu aralar yeni albümlere adapte olma sürem iyice uzadı. Çok daha uzun sürelerde yıllandırmam gerekiyor. Yaş almak ile alakalı sanırım. Kasabian’ın yeni albümüne alışmaya çalışıyorum. Biraz modumun da değişmesi gerekiyor sanırım. O yüzden bu aralar bazı eski dostlara geri dönüyorum arada bir.
Ayrıca belki de 7-8 yaşlarımda abimin sıkça dinlettiği Joshua Tree albümü nedeniyle bilinçaltımda sıkça 80’ler U2 şarkılarına geri dönüş yaşanıyor. Son yılları için ne derseniz deyin, Bono ve ekibin 80’lerde yaptıklarının yanına yaklaşabilen az grup var. Bu aralar Exit ve New Year’s Day bu geri dönüşleri sıklaştıran şarkılar. Bir de arada 97 yapımı Pop albümünden Wake Up Dead Man’e giderim. Keza Depeche Mode için de aynı şey geçerli. Bu aralar Useless şarkısının Kruder & Deormeister Session versiyonuna takılıyorum zaman zaman. Aynı zamanda Dave Gahan’ın 2015 çıkışlı albümü Angel & Ghosts’dan All Of This and Nothing şarkısı loop’a takılanlardan. REM de aynı frekansı tutturuyor. Great Beyond şu sıralar çok sık dinlediklerimden. Radiohead ise bu ay Coachella sahne performansıyla listeye girenlerden. Onların yeri zaten daimi.
Listeyi uzatacağım ama 80’lerin sonunda sürekli rock dinleyerek (tamam itiraf ediyorum arada New Kids on The Block, Bangles, Bananarama, MC Hammer vs de dinledim o yaşlarda) büyüyen biri olarak her zaman Led Zeppelin, The Cream, The Doors, Pink Floyd, Alice in Chains, Pearl Jam, Metallica, Nirvana, Soundgarden, Faith No More gibi yadigar abilere gidiyor kulaklar ama bu ara İskoç aksanlı kardeşlerimizin gruplarına takılmaya başladım çok. Özellikle İskoçya’ya birkaç kez gidip gezdikten sonra ve orada bazı grupları dinledikten bu merak iyice depreşmişti. Bu konuda The Twilight Sad müthiş bir grup. Özellikle canlı kayıtlarını öneriyorum. We Were Promised Jetpacks grubu da hemen akabinde önereceklerimden biri. Liste daha uzar. Şimdilik bu kadar. Bir de Cousteau’dan Last Good Day of The Year ve Richard Hawley’den her şey hızlı aramalar listemde bulunuyor.
Ne okudum?
İlk önereceğim kitaplardan biri son zamanlarda Jaguar ve Domingo ile beraber en çok takıldığım yayınevlerinden biri olan Kara Plak’tan çıkan Kadife Bey. Ünlü besteci-müzisyen dahi Eric Satie’yi konu alıyor. Sadece müzik kitapları basmak için yola çıkan Kara Plak Yayınları çok iyi iş çıkarmış yine. Richard Skinner’ın 2014 tarihli kitabı ‘Kadife Bey’ (The Velvet Gentlemen) alternatif bir biyografi denemesi. 1866’da Honfleur’da doğan ve 1 Temmuz 1925’te Paris’te yaşama veda eden Satie, kitabın kurgusu içerisinde bugüne kadar anlatılandan farklı bir ‘öteki dünya’da bir tür arafta bulur kendini. Öleli henüz bir gün olmuştur ve ondan, ebediyete giderken yanında götüreceği tek bir anı seçmesi istenir. Bizi geçtiğimiz yüzyılın başında, Paris sanat dünyasına Satie’in gözünden bakmaya davet eden roman Yusuf Eradam’ın çevirisiyle Türkçede. Beni kitapta Satie’nin yaşadığı ve aynı zamanda Skinner’ın dilinde de yakaladığım olumlu tekinsizlik ve çelişkiler etkiledi. Ayrıca sizi modern hayat konusunda çok fazla düşünmeye itiyor.
Kitaptan sevdiğim bir alıntı.
“Bazen düşünüyorum da yaşayayım diye karşıma çıkarılan dramların hepsinden geçmeye zamanım olmadı. Büyük aşklar, fantastik törenler, aşırı coşkulu intikamlar, bunların hepsi benim kapımı çaldı çalmasına ama ben evde yoktum. Benim şiirsel esrikliğim, yavaş yavaş olaysız bir hayat oldu. Bu yüzden işte, anımı bu doğrultuda seçtim. Herhangi biriyle ilgili değil, ama yine de benim için her şeyin başlangıcı. Onunla bir aynadan geri geri yürüyerek geçtim ve artık hiçbir şey aynı değildi.”
Bunun dışında Stefan Zweig’ın Can Yayınları’ndan yeni baskısı çıkan Vicdan Zorbalığa Karşı Ya Da Castellio Calvin’e adlı kitabını okuyorum. Ortalarına geldim. Çok iyi gidiyor. Zweig 16. Yüzyıl Avrupa’sını müthiş bir şekilde anlatırken, aslında hem yazdığı dönemde içinde bulunduğu ve kendi yaşamının kaderini de belirleyecek nasyonel sosyalizm dahil olmak üzere tüm totaliter rejimlere de ışık tutuyor. Bu dev eleştirisiyle. Aslında günümüze de ışık tutuyor. Ne yazık değil mi? Bunun bir döngü olması. İnsanoğlunun içindeki dev bir tümör gibi. Yüzyılllar boyunca nüksediyor. Groundhog Day filmi gibi. Ya da Edge of Tomorrow filminde olduğu gibi. Dejavüler dünyası. Bunlar gerçek üstelik.
Ayrıca Giro d’Italia yayınları ve aynı zamanda Euroleague yayınları sürdüğünden iki kitap daha var. Sarunas Jasikevicius’un Kazanmak Yetmez adlı otobiyografisi Profil Kitap’tan çıkan çevirisi ile bir süredir raflarda. Euroleague Final Four öncesi iyi gidebilir merak edenlere. İtalya ve bisiklet içinse Marco Pantani’nin Türkçe baskısı da yapılan Matt Rendell imzalı biyografisini tavsiye ederim. Geçen yıllarda okuduğum artık Türkçe olarak okuyabileceğiniz kitap Marco Pantani’nin Ölümü ismiyle Nota Bene yayınlarından çıktı. Sadece Marco Pantani gibi çelişkilerle dolu çok dramatik bir insan öyküsünün yanı sıra İtalya’nın kültürel çelişkilerine ve çeşitliliğine de tanık olabilirsiniz. Bu arada burası okuma yeri ama İtalya demişken iki belgesel önerebilirim. Biri Two Greedy Italians. Antonio Carluccio ve Gennaro Cantaldo gibi hayatlarını göç ettikleri Britanya’da kazansalar da köklerini tabii ki unutmayan iki ünlü İtalyan şefin tüm İtalya’yı gezdiği bir yapım. Cantaldo ve Carluccio aynı zamanda Jamie Oliver gibi aşçıları da yetiştiren iki bilge kişilik. İkincisi yine BBC’den Italy Unpacked. Britanyalı sanat tarihçisi Andrew Graham-Dixon and İtalyan şef Giorgio Locatelli’nin tüm İtalya’yı gezdiği nefis hikayeler anlattığı bir belgesel. Giro sırasında iyi gidebilir.
Bu arada biyografi demişken yakında Johan Cruyff: My Turn kitabının Domingo yayınlarından çevirisi çıkacak. Merakla bekliyorum.
Bu aralar ayrıca dergi olarak bizim de Socrates’te spor ve temasta oldukları minvalinde gerçekleştirmeye çalıştığımız Slow Journalism kavramının tam karşılığı olan Delayed Gratification dergisini tavsiye ederim. İsmiyle müsemma (Gecikmiş Mükafat) bir yayın olarak üç ayda bir çıkıp üç ay öncesinin konularını işliyorlar. Ama çok daha geniş bir açıdan ve farklı bakış açılarıyla işliyorlar. Demliyorlar tüm meseleyi. Tadı da hazzı da farklı oluyor. Zaten mottoları: “Last to Breaking News.” Sonsuz hızda akan hayatta biraz olsun nefes alma ve yavaşlama fırsatı sunuyor. Hazmetme zamanı.
Ne bekliyorum?
İtalya Bisiklet Turu’nun son iki haftasını bekliyorum. Genel klasman yani Pembe Mayo mücadelesinin iyice kızışacağı günleri. Ayrıca tabii ki bizim de dergide bu ay Euroleague 50 dosyasıyla genişçe yer ayırdığımız; gelecek hafta sonu oynanacak Euroleague Final Four maçlarını bekliyorum. Web sitemizde de sürprizlerimiz olacak bu arada bu hafta. Beni de yoğun bir mesai bekliyor her ikisi için de; Giro ve Euroleague. Bir de dergiyi yetiştirmemiz lazım tabii ki. Üstelik bu hafta NBA Konferans Finalleri başlıyor. Ha bir de tabii ki Wizards-Celtics serisinin yedinci maçı var 16 Mayıs’ta. Önce onun oynanması lazım Doğu Konferans finali için. LeBron ve Cavs rakibini bekliyor. Bu akşam başlayacak Warriors-Spurs serisi ise çok şey vaat ediyor. Hikaye dehlizi geniş. Enfes bir seri olacak. Çok yoğun ve güzel bir hafta. Ben kaçtım; iş çok. Sevgiler, saygılar.