Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

Saha DışıOfisten Öneriler #7

Socrates ofisinde ne okunuyor, ne izleniyor ve ne bekleniyor? Atahan Altınordu seçimlerini yaptı.

Artık her pazar günü, Socrates ofisinden bir editör, o dönem dinlediği, izlediği, okuduğu şeylerden oluşturduğu seçkiyi, merakla beklediği bir spor etkinliği ile birleştirerek sunuyor. Bu hafta görev bana düştü.

Ne izledim?

Zaman zaman çok dalga geçildiğim sonuçlara bağlansa da belli durumlarda avantaj olarak gördüğüm bir kusurum var. Hafızam kalmadı, bitti. Yeterince eski olan birçok şeyi neredeyse en ince ayrıntısına kadar hatırlıyorum ama son 7-8 sene içerisinde yaşadıklarım, yaptıklarım, içinde bulunduğum diyaloglar ya da izlediklerim çok daha az aklımda kalıyor. Bir ara bu konunun üzerine düşmem gerektiğini bilsem de şimdilik tadını çıkarmaya bakıyorum ve sevdiğim dizi ya da filmleri izlerken hakikaten faydasını görüyorum. Başlarken, kopuk kopuk birkaç sahne dışında tek bildiğim, izleyeceğim şeyi çok sevdiğim oluyor – neticede duygular unutulmuyor. Başladıktan sonra da elbette bazı bölümleri hatırlasam da çoğunu ilk kezmişçesine izleyebiliyorum.

Bir yandan şu var. Bu durumun, aslında zihnim tarafından geliştirilen bir savunma mekanizması olabileceğini düşünüyorum. Zira hakikaten yeni bir şey yapmaktan pek hoşlanmıyorum. Rutinlerimi seven biriyim, her günümü aynı şeyleri yaparak geçirebilirim. Zamanlama konusunda bazen sıkıntı yaşasam da mümkün oldukça her gün aynı vapura binmek, akşam aynı yerde kahvaltı etmek, aynı yolda bisiklete binmek veya ne bileyim, aynı kişilerle görüşmek beni mutlu ediyor. Yeni insanlarla tanışmak ya da yeni zevkler edinmek çok istekli olduğum bir konu değil. Pek çok insan gibi ben de hayatımın bir döneminde bunu yaptım ama sonrasında yeniliklere eskisi kadar açık olmadığımı hissettiğim bir dönem geldi, şu anda oradayım. Elbette çok şey kaçırıyorum ama her zaman yeniliğin peşinden koşsam yine kaçıracağım, sonu yok. İleride bunu başka dönemler takip eder mi bilmiyorum ama şimdilik böyle mutluyum.

Ne izlediğime geçmeden önce, hafıza durumumu anlatan küçük bir anekdot vereyim. Alfred Hitchcock filmlerini severim. En iddialı olduğum konu değil, izlemediğim birçok filmi vardır ama bildiklerimi severim işte. Geçenlerde Netflix’te ismini arattım, ‘Gizli Teşkilat’ diye bir filmini gördüm, “Aa,” dedim, “İzlemediğim bir Hitchcock filmi, hadi izleyeyim.” Hatta daha jenerik biter bitmez ‘otobüsü kaçıran adam’ olarak Hitchcock’u görünce filmi durdurup yanımdaki arkadaşıma “Bak bu kim, tanıdın mı? Alfred Hitchcock her filminin bir sahnesinde mutlaka kendisini gösterir. Burada daha en başta aradan çıkarmış, kovalamaya gerek kalmadı” ukalalığı yaptım. Filmin herhâlde 10. dakikasıydı, duyduğum bir diyalog tanıdık geldi, “Ya George Kaplan karakteri sanki başka bir filmde daha vardı” gibi şeyler düşünürken Google’a danıştım. Cevap, üzücüydü. İzlediğim, en sevdiğim Hitchcock filmi olan North by Northwest’miş. Sadece Türkçe adını bilmiyormuşum ve bunu anlamam çok kısa sürmedi. Maalesef.

Her neyse. Birkaç ay önce, bu belleksel kusurumdan Süper Baba’da faydalanmaya başladım. Bölümler internete ilk düştüğünde -diyelim ki 5 sene önce- bir kısmını izlemiştim. Bu son dönemde, gerçekten de yine ilk defa izliyormuş gibi oturup izleyebildim. Tüm bölümlerine ulaşmak henüz mümkün olmasa da önemli bir kısmını izleme imkânına sahibiz. Aslında başlarken tek motivasyonum, beni uyutmasıydı. Geceleri bir şey izlerken uyumayı çok seviyorum. Film, dizi, belgesel; daha önce izlediğim herhangi bir şey, kafa yormasın yeter… Başlattıktan sonra beş dakika içinde de uyuyorum. Süper Baba’da böyle olmadı. İzledikçe, uyuyamadım. Bir yandan mutlu oldum, bir yandan üzüldüm, bir yandan düşündüm, uykum kaçtı. Ardından gündüzleri izlemeye başladım.

Şimdi bunu romantize etmek, buradan yola çıkıp toplumsal mesajlar vermek istemiyorum aslında. Ama hakikaten, özlemişiz be. İyi insanları, iyi insanlığı özlemişiz. Birlikte olma duygusunu, esnaflığı, mahalle kültürünü, herkesin -aslında- her anda kendisiyle meşgul olduğu bireyselleşmemiş bir toplumu… En azından ben çok özledim. O günler bir daha gelmeyecek biliyorum, bir şekilde her şey değişse bile internetin deformasyonuna uğrayan insan bir daha eski hâline gelmeyecek. Ama Süper Baba izledikçe, en azından ucundan kıyısından o döneme yetişebilmiş olmanın mutluluğunu duyuyorum. Bir yandan da tabii, Türkiye çapında bir dönem bu kadar sevilmiş bir dizide ‘kötü’ olarak resmedilmiş her şeye ve herkese nasıl teslim olabildiğimizi düşünüyorum. Mahallenin üstünden geçtiler be Fiko.

Ne dinledim?

Müzik konusunda, sinemadaki kadar tutucu değilim. Özellikle kurcalamıyorum ama denk gelip de yeni keşifler yaptığımda seviniyorum. Tabii burada da merceği genellikle geriye doğru tuttuğumdan benim için yeni keşif olan şarkıların çoğu 1960’lı yıllarda yapılmış oluyor. Fakat yukarıda zaten 25 sene öncesinin dizisini anlatmışken bari burada biraz daha yakın döneme geleyim ve 2000’li yıllarda çıkmış olup da bu kadar çok sevdiğim tek gruptan bahsedeyim. Bu grup, The Dears. Öyle ki en büyük ilgi alanı müzik olup içkili mekân konserlerinden nefret eden biri olarak bu tür bir konserlerine bile gittim.

Sık sık oluyor; The Dears’a sarıyorum ve albümlerini tekrar tekrar dinliyorum. Bu ara yine öyle oldu ve özellikle 2003 tarihli No Cities Left albümünü döndürüp duruyorum. Ben de çok yapılan benzetme ile Kanadalı grubun Morrissey’i andırdığını söyleyebilirim. Benzer bir orkestral zenginlik ve benzer bir melankoli var. Ama The Dears’ın melankolisi bana biraz daha gerçekçi geliyor. Daha sade, abartısız ve hatta artık aşınmaktan bitap düşmüş o kelime ile ifade etmek gerekirse, sanki biraz daha samimi. İnternet çok büyük bir dünya, vaktiniz olur da buna sıra gelir mi bilmiyorum ama -madem bana böyle bir köşe hazırlamak düştü- hakikaten bir akşam, tercihen loş bir ışık eşliğinde oturup başka bir işle ilgilenmeden bu albümü dinlemenizi tavsiye edebilirim.

Ne okudum?

Pek çok insanı Stefan Zweig ile tanıştıran roman, Schachnovelle (Satranç) olmuştur. Benim için de durum farklı değildi. Satranç’ın kahramanı Dr. B’nin kendi içinde ve kendisine karşı yaşadığı psikolojik savaştan çok etkilenmiştim fakat devamını getirip de başka bir Zweig eseri okumadım. Geçen aya kadar. İnan Özdemir’le aynı güzergâha gidiyorsanız, bir kitapçı dükkânında geçecek 7-8 dakika kaçınılmazdır. O vesileyle siz de sürekli kabaran ‘okunacaklar’ listenize yeni kitaplar eklersiniz.

Amok Koşucusu, bu şekilde aldığım kitaplardan biriydi. Bu uzun öykü, Avusturyalı yazarın Satranç’tan yaklaşık yirmi yıl önce kaleme aldığı bir eser olmakla beraber, Satranç’taki iç savaşmanın bir benzeri burada da görülüyor. İsmini Malezyalılarda görülen bir tür cinnet hâlinden alan öyküde, Endonezya’ya sürülen Avrupalı bir doktorun kendisine muayeneye gelen Avrupalı bir kadına karşı beslediği obsesif duygu konu alınıyor.

Ne bekliyorum?

Bir süredir neden eskisi kadar iyi bir spor izleyicisi olamadığıma dair de uzun uzun bir şeyler yazmak isterdim aslında ama onu başka bir güne bırakmış olayım. Barcelona – Paris Saint Germain maçını 3-0’dan sonra ‘link’ bulup açmaya çalışmış, o arada 3-1 olduğunu görünce vazgeçmiş biri olarak şu anda kitlendiğim bir tek spor organizasyonu var. Şampiyonlar Ligi çeyrek final maçları…

İlginizi çekebilecek diğer içerikler