-Duşlara gidebilir miyim?
-Elbette, neden olmasın?
-Peki nasıl gideceğim?
-Hemen buradan çıkın, sağda.
Soyunma odası, hep gazetecilerle sporcuların buluştuğu yerdir. Her takımın kendine has bir soyunma odası ve geleneği vardır. Duşlar da burada önemli bir rol oynar. Atletler yıkanır, akabinde onları bekleyen kalemlere birkaç klişe şey söyler ve yollarına devam ederler. Ama üstteki diyaloğun geçtiği yer olan Paris-Roubaix’deyseniz işler biraz daha farklıdır. Burada duşlar, bir tarihi simgeler. Yarışçılar, takvimin en zor klasiğini bitirdikten sonra bu duşlara gelir ve bir geleneğin parçası olarak yıkanır. Ya da yıkanırdı. Bu eski püskü kabinlerde geçmiş şampiyonların adları yazılıdır ve kazananların plakalarda kendi adlarını görmesi, kaybedenlerin rakip şampiyonlara bakıp seneye bir daha gelmeyi düşünmesi adettendir. Ve en önemlisi, bütün bu seanslar gazetecilere açıktır. Birkaç ünlü bisikletçi poposu görmek, geçmiş kahramanlarla aynı havayı solumak ve birkaç unutulmaz fotoğraf almak istiyorsanız burası ideal adrestir.
Ata Atay ve Berkem Ceylan’la geldiğimiz 2017 Paris-Roubaix‘nin çıkışında önümüzde iki seçenek vardı. Yarışı velodromda takip etmiştik ve finişten sonra ortadaki büyük çimenlikte kazanana ve kaybedenlere dokunma mesafesinde durmuştuk. Ama şimdi şu soruya yanıt vermemiz gerekiyordu. Basın odasına gidip podyumdaki üçlüyle yapılacak röportajları mı takip etmeliyiz yoksa duşlara mı akın etmeliyiz? Berkem kalmayı seçti, Ata ile ben duşları. Birkaç dakika sonra Berkem, basın odasındaki podyum röportajlarının klişe oluşundan sıkıldı ve bize katıldı. Gerçekten de yıkanan birkaç kirli, paslı adamı izlemek çok daha anlamlıydı.
(Fotoğraf: Ata Atay)
Paris-Roubaix bütün spor takviminin en geleneksel yarışlarından biri. Her şeyin hızla değiştiği bir dünyada adetlerine bağlı kalmaya çalışan bisikletin en muhafazakâr etkinliği aynı zamanda. Her sene aslında hep aynı yarışı izliyoruz ve bugünle dünü aynı potada eritme şansı buluyoruz. Eddy Merckx’in geçmişte arşınladığı şu yoldan bugün Tom Boonen geçiyor, Roger de Vlaeminck’in atak yaptığı şu sektörde bugün Greg Van Avermaet öne çıkıyor. Ve her sene finiş aynı şekilde oluyor. Çılgın bir kalabalığın ortasında, alkışlar ve bağırışlar içerisinde velodroma giren, önce yavaşlayan, ilk tur geçtikten sonra da hızlanan bir avuç bisikletçi. Bütün bu senaryolar birbirine çok benziyor ve burada hemen her şey tarihin sayfalarıyla temas hâlinde kalmayı sürdürüyor. Yine de burada bile değişen bir şeyler var. Mesela duş geleneği. Artık birkaç ‘eski kafalı’ adam ile Instagram kullanıcısı yıldız dışında kimse buraya gelmiyor. Bisikletçilerin çoğu takım otobüslerinde, daha konforlu bir şekilde ve debisi çok daha iyi akan bir sıcak su eşliğinde temizlenmeyi tercih ediyor. Bu yüzden de kapıda gördüğümüz Matthew Hayman bizi şaşırtıyor. Geçen sene bu yarışı kazanan Avustralyalı, geçen hafta burada bir kabine verilen adını onurlandırmak için burada olduğunu söylüyor bize ve ekliyor: “Profesyonel olduğumda yıl 2000’di ve burası bisikletçi doluydu. Bütün herkes orada yıkanıyor, peşlerinde fotoğrafçılar oluyordu. Şimdi bir-iki takımı orada gördüm. Bu elbette utanç verici. Belki her sene orayı kullanamazsınız ama en azından genç isimlerin bir kereliğine de olsa burada yıkanması önemli.”
Matthew Hayman yalnız. Geçen yılın şampiyonu, artık gazetecilerin gözdesi değil. Zira bu yıl farklı aktörler ön planda. Tom Boonen’ın emekliliği herkes için birinci gündem maddesi. Yarışta iki kez lastiği patlayan Peter Sagan’ın şansı da aynı şekilde dikkatleri çekiyor. Bir de elbette günün kahramanı Greg Van Avermaet var. Belçikalı, uzun ve çileli bir kariyerin son bölümüne girerken muhteşem işler yaptı. Yazın Rio 2016 Olimpiyat Oyunları’nda yol yarışında altın madalyaya ulaştı ve şimdi belki de kariyerinin en önemli zaferini Paris-Roubaix’de aldı. O bu konuda bizimle aynı fikirde değil. Yarış sonrası gazetecilere olimpiyat zaferini birinci sıraya koyduğunu, bunu da hemen arkasına yazdığını söylüyor.
Lâkin Paris-Roubaix’de uzun zaman geçirdiğinizde esas meselenin sadece kazanan ya da kaybeden olmadığını anlıyorsunuz. Bu da bir başka yazar klişesi mi? Evet. Peki doğru mu? Elbette. Zira burada rutinler önemli. Sabah erkenden kalkmak, yarışı izleyeceğiniz noktaya çok önceden gelmek, bira ve patates kızartması için doğru büfeyi kovalamak, bir L’Equipe gazetesi alıp yarışa dair hazırlanan dosyaları okumak, arkasından beklemek, biraz daha beklemek, yarış içerisindeki hamleleri televizyon ekranından izlemek, ‘Tom Boonen kaçıyor mu abi’ diye heyecanlanmak, ‘abi Tom Boonen arkada kaldı’ diye endişelenmek, herkesten biraz daha fazla endişelenen Berkem’i Ata ile sakinleştirmek, Sagan’ın gücünü övmek, Sagan’ın şanssızlığına üzülmek, Greg Van Avermaet’ın dayanıklılığına şapka çıkarmak, en son Tom Boonen’ın artık geride kaldığını ve son yarışında beşinci Paris-Roubaix zaferini alamayacağını fark etmek ve son 20 kilometrede basın odasından çıkıp velodroma gitmek…
(Fotoğraf: İnan Özdemir)
Bizim bu seneki programımız buydu. En son büyük bir dalgayla karşılaştık. Greg Van Avermaet, Zdenek Stybar ve Sebastian Langeveld üçlü olarak velodroma girdiler ve tarifi imkânsız bir ses kulaklarımıza gelmeye başladı. Arkalarından Jasper Stuyven ve Gianni Moscon da geldi ve bir anda önde kedi-fare oyunu oynayan üçlüye yetiştiler. Ses, yanında heyecan, merak ve endişeyi de getirmişti. Sonra… Aslında orasını biliyorsunuz.
Yine de beni en çok etkileyen bunlar değildi. Duşlarla birlikte bu pazar gününden aklımda kalan en özel görüntü yarış sonrası geldi. Stadın ortasındaki çimenlik alan, kazananı ve kaybedenleri ağırlıyordu. Evet, Greg Van Avermaet ve takımı zaferi almıştı ama sanki o an herkes eşitti. Herkes benzer bir ifadeyle nefes almaya çalışıyor, gözlerindeki ve vücudundaki izlerin silinmesini bekliyordu. Herkes bitikti. Akabinde podyumu ayrı bir çadıra aldılar. Birinci, ikinci ve üçüncüyü bölmeler ayırıyordu. Bir hevesle biz de çadırların yakınına konuşlandık. Quick-Step’ten Stybar büyük bir hayal kırıklığı içerisinde koltuğunda oturuyor, kafasını iki yana sallıyordu. Peşinden takım direktörü Patrick Lefevere geldi. Onun da yüzünde acı bir ifade vardı. Büyük bütçeli, yıldızlarla dolu kadrosunun en çok önem verdiği iki yarış Nisan’ın başındaki bu iki klasikti. Geçen hafta Philippe Gillbert ile Ronde Van Vlaanderen’i almıştı ve şimdi her yıl hedefi olan dubleyi kaçırmıştı. Bütün burukluğuyla bisikletçisine yaklaştı ve sarıldı. Stybar’ın yüzünde etkileyici bir ‘yapamadım’ bakışı vardı ama bu hiç önemli değildi. En azından şimdi, birkaç saniyeliğine, patronu bunun çok da mühim olmadığını söylüyordu. Geçen sene aynı teselliyi burada ikinci sırada kalan Tom Boonen’a yapmıştı. Elbette kazanmak önemliydi ama o an yapacak bir şey yoktu.
Bütün bunlar arka arkaya gelmişti ve bisikleti seven herkes gibi bize de unutulmaz bir deneyim yaşatmıştı. Çıkışta Ata ve Berkem ile birlikte, Ömer amcamın arabasına rastladık. Büyük amcam Rıza ile birlikte 1970’lerde geldikleri Lille’den neredeyse hiç ayrılmamışlardı ve Paris-Roubaix parkurunun dibinde oturdukları bu süreçte bisikletle neredeyse hiç ilgilenmemişlerdi. “Kim kazandı?” sorularına “Belçikalı” cevabını vermiştim ve bu yanıttan muhtemelen gazetelerde çok gördükleri Tom Boonen’ın kazandığı çıkarımını yapmalarına neden olmuştum. Bu da benim için bir başka rutinin başlangıcıydı. Kuzey Avrupa’daki gerçek rutinim esasında Paris-Roubaix izlemek değildi. Bunu aslında ilk kez yapmıştım. Benim için esas alışkanlık Rıza amcamın evine gitmek ve akşam yemeğinde televizyonun karşısına oturmaktı. Bir taraftan bilgisayarda açtıkları Türk dizilerine (Star’daki Beni Affet) ya da Mustafa Keser’in TRT’de söylediği şarkılara bakıyor, bir taraftan da Fransız televizyonlarında bugünlerin tek gündem maddesi olan seçim haberlerine göz atıyorduk. Tartışmalar bitmek bilmiyordu, François Fillon’un skandalları, Jean Luc Melenchon’un yükselişi, Benoit Hamon’un düşük oy yüzdeleri… Burada artık Paris-Roubaix’deki duşlar, kimin kazandığı ya da kaybettiği, Peter Sagan’a ne olduğu önemli değildi. Burada Beni Affet’te kimin kimi aldattığı ya da Marine Le Pen’in ne dediği mühimdi. O an, fırsattan istifade izin istedim, havlularımı aldım ve duş almaya gittim. Bu, gözlerini kapayıp günü yeniden düşünmek ve Paris-Roubaix seyahatinin hatırlanacak kısımlarını kafada döndürmek için ideal bir zamandı. Birkaç saniye sonra gözümü açtım ve yıkandığım kabine baktım. Hiçbir yerde Tom Boonen’ın adı ve şampiyonlukları yazmıyordu. Paris-Roubaix bitmişti.