15 Temmuz günü, akşam saatleri yaklaşırken Lyon’da bir restoranda oturup düşünüyordum. Bir gün önce 2016 Fransa Turu’nun en önemli etabını, Mont Ventoux zirvesinde izlemiş; bisiklet tarihinde eşine az rastlanır bir olaya, Chris Froome’un mekanik sorundan ötürü bisikletini bırakıp koşmasına şahitlik etmiştim. Yani, bir bakıma oradaydım. Benim açımdan yorucu, çileli, renkli ve anlamlı bir gündü. Dağın zirvesine yürümüş, beş saatin sonunda ayaklarımı hissetmemeye başlarken hedefe ulaşmış, bu kez de biten şarjımın hüznüne kapılmıştım. Zaten internetin ulaşmadığı rakımda dünyayla bağlantımı sağlayan az sayıda şey arasında yayın arabalarındaki küçük ekranlar ve yarışı finişteki yüz binlerce insana anlatan spiker vardı. Yine de bu, hatırlanacak bir deneyimdi. Ertesi gün, işte o an, karanlık sökerken önümdeki makul fiyattaki antrikota, şaraba ve patatese bakıyor, gece Saint-Etienne’den kalkacak uçağım öncesi “Bütün bu keyfin ortasında hayattan nasıl şikayet edebilirim ki?” diye düşünüyordum. O an, ne kötü gidebilirdi ki? Bir saat sonra telefonlarım çalmaya başladı ve arkadaşlarım, ailem aynı şeyi söylemeye başladı: “İnan, darbe oluyor…”
2016 yılını benim için anlatan resim bu. Evet, şanslı sayılabilecek insanlardan biriyim. Bütün bu saldırılar, bombalar, savaş ve darbenin ortasında benim veya yakınlarımın başına hayati bir şey gelmedi, o yüzden de burada ne kadar zor şeyler yaşadığımı anlatıp gerçekten zor şeyler yaşayanlara saygısızlık yapmak istemem. Ama yine de bu zor bir yıldı, psikolojik olarak. Hangi mesleği yaparsanız yapın, icra etmeye çalıştığınız şeyin anlamını yitirdiği birçok an vardı. Kişisel olarak heyecanlandığım birçok haberin arkasını kanlı bir son dakika aldı; kalbimin duracak gibi olduğunu hissettiğim ya da öyle sandığım her maçın peşinden aslında gerçekten sağlık ve can güvenliğinin hayattaki her şeyden daha önemli olduğunu anımsatan sayısız olay geldi; beni mutlu eden küçük şeylerin hayat ve ölüm karşısında hiçbir değer taşımadığını tekrar tekrar fark ettim, buna rağmen bazen şizofrenik sayılabilecek şekilde bu küçük şeylere tutunmaya çalıştım. Her zaman başaramasam da çoğu zaman idare ettim.
Spor, o küçük şeylerden biriydi ve 365 gün boyunca takip ettiğim her şey, küçük bir suçluluk duygusunu beraberinde getirdi. Bu dönemde, arka arkaya kötü haberler gelirken, çoğumuzun saatlerini verdiği, uğruna kavga ettiği, bazen sevdiklerine küstüğü bir sürü etkinliğin aslında ne kadar beyhude olduğunu fark ettim. Bu işte çalışmaya başladığım tarihten, yani 2010’dan bugüne spor medyası profesyonellerinin şişkin egolarını görmek zaten canımı epey sıkıyordu. Ölümlerin ve kayıpların yanında, birçok gazetecinin içeri atıldığı bir ülkede, sadece iki golü ya da basketi anlattı diye küçük dünyaları yarattığını düşünenleri artık önemsememeyi kanıksadım. Ben de bedel ödeyen insanlar kadar cesur değildim; evimde ve bilgisayarımın başında oturuyor, konfor alanımın bana sağladığı bu klavyenin birkaç tuşuna basıyordum. Yine de bu mesleki zehirlenmeyi tam manasıyla görmek için ideal bir dönemdi. Birçok küçük şey önemini yitirirken, anlamsız egolar da biraz olsun bu değişimden nasibini aldı.
Yani 2016 benim için de çok parlak bir yıl olmadı. Sene sonu gelirken, gezegenin hemen her noktasında kaleme alınan “Bit artık 2016” yazılarının argümanları bu yüzden çok da hatalı değil. Lâkin bir yandan da, bütün bu olumsuzlukların yanında, iflah olmaz iyimserliğimi koruyor ve geri dönüp baktığımda, bunun muhteşem bir spor yılı olduğunu düşünüyorum.
Tezat mı? Belki de. Ama galiba bu tarihi bir yıldı. Spor için.
Medya üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan ABD’li gazeteci Bryan Curtis, 2016 biterken kaleme aldığı yazıda bu sene spor yazarlarının en çok tükettiği kelimenin “tarih” olduğunu vurguladı. Gerçekten de öyle. Her şeyin hızla değiştiği günümüzde her gelişme tarihi bir haber olarak algılanıyor ve yorumlanıyor. Curtis, spor yazarlarının bu tutkusunun gerisinde şunun yattığını söylüyor: “Her spor yazarı, tarihi bir zaman diliminin tanığı olmayı düşler. Bu yüzden tarihin t’si en rastgele kullanılan kelimedir.” Fakat bunu yaparken kimseyi de suçlamıyor. Biz de suçlayacak durumda değiliz. Zira Socrates’in 22 sayısını şöyle bir tarayan herhangi bir okur, yüzlerce defa aynı kelimeyi kullandığımızı bulabilir. Bir yandan da 2016, bunu en çok hak eden yıllardan biriydi. Zaten Curtis de bu aşırı kullanımın izini sürerken geride kalan 12 ayın hakkını veriyor. 2016 gerçekten de tarihi bir yıldı.
Gözümü kapatıp şöyle bir düşündüğümde aklıma Riyad Mahrez’in uzun pasında topla buluşan ve 30 metreden Liverpool filelerini havalandıran Jamie Vardy geliyor. Bu, Leicester City’nin Premier Lig zaferinden bana kalan en büyük an. Doğru, bu romantik hikayede de can sıkıcı bir sürü detay var; Leicester’ın arkasında da büyük bir para babası duruyor, kulübün sahibi aynı zamanda saha dışında adı kara haberlere karışan bir zengin. Ama yine de şöyle bir aklıma getirdiğimde bu öyküde mutlu olacak şeylerin, şikayet edilecek detaylardan fazla olduğunu düşünüyorum. Biraz daha ilerlediğimde ise 20 senedir Leicester’ın şampiyonluğuna bahis oynayan, 2015-2016 sezonu öncesi New York’a taşındığı için bunu unutan Bloomberg yazarı John Micklethwait aklıma geliyor. Son olarak da takımının ligi aldığı gece Snooker Dünya Şampiyonası’nda zafere giden Leicester doğumlu Mark Selby’yi hatırlıyorum. Onun da dediği gibi: “Hangisi daha saçma bilmiyorum; benim ikinci kez dünya şampiyonu olmam mı, Leicester’ın Premier Lig’i kazanması mı, yoksa tüm bunların eşzamanlı gerçekleşmesi mi? 2 Mayıs 2016, gerçekten güzel bir gündü.”
Peşinden kafamı Atlantik’in öbür tarafına çeviriyor ve tarihi kelimesinin kullanılmaktan yorgun düştüğü bir finalle karşılaşıyorum. Sözü nereye getirdiğimi biliyorsunuz. 2016 NBA Finalleri’nde Cleveland Cavaliers, 3-1 geriye düştüğü seride Golden State Warriors’ı mağlup etti. Böyle bir geri dönüş, NBA tarihinde daha önce görülmemişti. LeBron James, Andre Igoudala’yı bloklayarak kariyerinin en belirleyici fotoğrafını ortaya koydu ve beş kategoride de iki takımın lideri olduğu seriyi 29.7 sayı, 11.3 ribaunt, 8.9 asist, 2.6 top çalma ve 2.3 blok ortalamalarıyla bitirdi. Bu, yine o kelime geliyor, NBA tarihinde görülmeyen bir hegemonyaydı. İki takım 2015’te de finalde karşılaşmıştı ve işler yolunda giderse 2017’de de aynı noktada eşleşecekler gibi görünüyor. Ve evet, daha önce final serisinde iki takım üst üste üç kez karşılaşmamıştı. Yani, seneye de benzer kelimelerle yolumuzu döşeyeceğiz.
Cavs’in şampiyonluğu 2016’nın takım sporlarındaki en büyük hikâyelerinden biriydi ama onunla yarışabilecek başke ekipler de vardı. Zaten mesleğinin yıllardır zirvesinde olan Sergio Ramos’un bir başka Şampiyonlar Ligi finalinde gol attığı ve fenomene dönüştüğü sezon, Real Madrid’in bir diğer süperstarı Cristiano Ronaldo’ya iki büyük kupa getirdi. CR7, Şampiyonlar Ligi’ni üçüncü kez kaldırdı. Bunun yanında yaz aylarında bir de finale kadar taşıdığı Portekiz Milli Takımı ile Euro 2016 zaferine yürüdü. Avrupa Şampiyonası boyunca bencil olduğu, her topa kendisi vurmaya çalıştığı, her şeyi bir başına yapmayı denediği için eleştirilen Ronaldo, finalin başında sakatlanmış, gözyaşları içerisinde sahayı terk ederken ondan nefret edenlerin sempatisini kazanmıştı. Bunu yıllardır attığı gollerle ve aldığı kupalarla başaramamıştı ancak en beklenmedik şekilde, birkaç gözyaşı damlası her şeyi değiştirdi.
Ve ilginçtir, dünyanın bazı noktaları için bunların da önüne geçen daha tarihi bir şey oldu. Beyzbolun asırlık kaybedeni Chicago Cubs’un şampiyonluk öyküsü destansıydı. Şikago’yu yakından tanıyan Sencer Yücel’in yazdığı gibi tribünlerde olmasını istemedikleri bir keçi, finalde göründükleri son tarihte, 71 yıl önce Cubs’ı lanetlemişti. Ve elde ettikleri zafer, 108 yıllık şampiyonluk hasretlerini dindirdi. Beyzbolla ilgisi olmayan çoğumuz bile, yıllar sonra Cubs’ın şampiyonluğu gelene kadar içmeyeceklerine yemin ettikleri biraları buzdolabından çıkaran yaşlı seyircilerin öyküleriyle mutlu olduk. Beyaz saçlı birçok tutkunun evlerinin içindeki koşuşlarını görmek, bu bekleyişin ve serüvenin çok uzağında olsak bile, yüzümüze tebessüm kondurdu. Bu zafer, ömrünün sonuna gelen bazıları için belki de son istekti. 96 yaşındaki spor yazarı Roger Angell için ise yazılacak bir başka finalden ibaretti. Zira o, hepimizden daha fazlasını görmüştü ve hâlâ hepimizden daha iyi yazıyordu. Yine yazdı.
Elbette Rio Olimpiyat Oyunları, yılın bir başka avantajıydı. Her zaman olduğu gibi başlayana kadar organizasyon rezaletleri, satılmayan biletler ve ev sahibi ülkede yaşanan eylemlerle anılan oyunlar, açılışla birlikte de iki adamın omuzlarına yüklendi. Michael Phelps ve Usain Bolt, 2008’den beri olduğu gibi yine her şeyin önüne geçmeyi başardı. Olimpiyat tarihinin Rushmore Dağı’nda yine kocaman yüzleri bizi karşıladı ve onlardan bahsederken aynı kelimeyi sıkça kullandık. Phelps, 28 madalyayla veda ettiği olimpiyat kariyerini tarihin en iyisi olarak bitirdi. Havuzda ona en çok yaklaşan isim ise Katie Ledecky’den başkası değildi. Daha üniversite öğrencisi olmadan geldiği Rio’da Ledecky beş altın, bir gümüş madalya taktı boynuna. Bolt ise 100 ve 200 metrede üç olimpiyat arka arkaya altın madalyaya ulaşarak tarihte daha önce yapılmayan bir başka şeyi başardı. Hız konusunda yalnız değildi. Güney Afrikalı Wayde van Niekerk, Michael Johnson’ın 43:18’lik “Kırılmaz” gözüyle bakılan 400 metre dünya rekorunu 43:03 ile paramparça etti. Bolt, istikrar konusunda da tek başına değildi. Mo Farah da 5 ve 10 bin metrede üçüncü kez üst üste duble yaptı. Başka sporlarda da başka hatırlanacak kareler vardı. Teniste seneyi bir numara olarak bitiren Andy Murray kadar Rio’da geri dönüşünü tüm dünyaya gösteren Juan Martin Del Potro da konuşuldu. Ve artistik jimnastikte Simon Biles, ABD’nin 40 yıl sonra Nadia Comaneci’ye karşı bulabildiği en iyi yanıt oldu. Neymar’ın penaltı ile futbolda Brezilya’ya getirdiği kupa ise ev sahibinin en mutlu anıydı.
Her şey tozpembe değildi. Ryan Lochte, soygun öyküsüyle önce Brezilya’nın ne kadar tehlikeli olduğunu dünyaya kanıtladı; kısa süre sonra ortaya çıkan yalanları ise bazı atletlerin nasıl sorumsuz ve aptal olabildiklerinin simgesiydi. Lily King ile Yuliya Efimova arasındaki mücadele, her şeyi abartmayı seven bizler tarafından “Yeni Soğuk Savaş’ın spordaki yansıması” olarak kabul edildi. Birkaç ay sonra aynı göndermenin ışığında Rus Sergey Karjakin ve Norveçli Magnus Carlsen arasındaki Dünya Satranç Şampiyonası Finali’ni izledik ve bundan yeni bir Anatoly Karpov-Bobby Fischer çıkarmaya çabaladık. Alman gazeteci Hajo Seppelt önderliğinde çıkan belgeler, Rio öncesi Rusya’nın devlet destekli dopingini ortaya serdi; Rus hackerların elde ettiği gizli belgeler ise TUE sisteminden yararlanarak, Dünya Anti Doping Ajansı’nın doktorlarının özel izniyle yasaklı maddeleri tedavi amaçlı kullanan yıldızların, başta da Bradley Wiggins’in sistemi nasıl manipüle ettiğini gösterdi. Doping, yıl boyunca yine gündem maddesiydi. Maria Sharapova’nın meldonyum kullandığı için aldığı ceza, bir başka soğuk savaş cephesi olarak gösterildi. Oysa ki 15 yaşından itibaren çeşitli ilaçlarla bir deney tahtasına çevirdiği vücudu, birçok atletin spor yaparken aslında ihtiyacı olmayan ne kadar fazla ilaç kullandığının göstergesiydi. Kadınlarda 10 bin metreyi dünya rekoru kırarak kazanan Almaz Ayana da tıpkı van Niekerk gibi şüpheli bakışların kendisine çevrilmesine engel olamadı. Aynı bakışlar Mo Farah’ın da Bolt’un da Chris Froome’un da yüzünden eksik olmadı.
Türkiye de iyisiyle kötüsüyle bu yılın bir parçasıydı. Voleybolda kadınlarda Eczacıbaşı, FIVB Dünya Kulüpler Şampiyonası’nda ikinci kez üst üste şampiyon oldu. Basketbolda erkeklerde ise Fenerbahçe Ülker’i Euroleague zaferinden alıkoyan şey Viktor Khryapa’nın aldığı bir ribaunt oldu. Futbolda yüzümüzün gülmediği yıldan akıllarda tatsız bir EURO 2016 deneyimi ve yanıtlanmayan bir “Arda Turan mı haklı Fatih Terim mi?” sorusu kaldı. Şenol Güneş’in Beşiktaş ile yakaladığı lig şampiyonluğu, kariyerinde bir ilkti. Rio’daki zayıf karnemiz içerisinden başarıyla çıkan tek branş ise güreş oldu. Taha Akgül’ün altın, Rıza Kayaalp’ın gümüş madalyası geleneğin olimpiyat sahnesindeki başarılı devamıydı. Nevriye Yılmaz önderliğinde harikalar yaratan kadın basketbol takımımız İspanya karşısında yediği son saniye basketiyle büyük bir rüyayı erken sonlandırdı. Bireysel anlamda yıl boyunca en çok konuşulan isimlerden biri Çağla Büyükakçay oldu. Gittiği noktalar, daha önce tenis tarihimizde pek ayak basılmayan topraklardı ve tarihi sözcüğünü yine bunları anlatırken pek sık telaffuz edildi. Ve yine olimpiyat sahnesinde tanıştığımız Tutya Yılmaz, Mete Gazoz, Yasemin Ecem Anagöz gibi yüzler belki de 2020’nin daha ışıltılı olabileceğinin göstergesiydi.
Elbette çizdiğimiz bu tablodaki tek olumsuz yanlar FIFA ve UEFA olmak üzere yaşanan federasyon krizleri, doping skandalları, savaş provaları ya da başarısız olimpiyat karnemiz değildi. Popüler kültürün birçok alanında olduğu gibi sporda da yaşanan kayıplar, senenin bir başka karanlık tarafıydı. Tarihin en büyük sporcusu olarak anılan Muhammed Ali, bir haziran günü sonu zor şartlarda, Parkinson hastalığının gölgesinde geçen ömrünü noktaladı. Bir başka efsane, Johan Cruyff da yakın dönemde hayata gözlerini yumdu. İkisi de vedalarla anılan yılın geride bıraktığı mezar taşları arasındaydı. Fakat bu sadece arkalarından ağladığımız anlamına gelmiyor.
Sporcuların markaların ve imajlarının esiri olduğu bir çağda Muhammed Ali’nin hayatını, ölümü yüzünden bile olsa yeniden ziyaret etmek özeldi. Hayat öyküsünün, sadece ringde değil, dışarıda verdiği savaşın yeniden anlatılması ve gelecek nesillere aktarılması mühimdi. Efsane boksörün bir kuşağa verdiği ilhamı Uğur Yücel’in kaleminden yeniden okumak ise hepimiz için anlamlıydı. Aynı şekilde Cruyff’un öyküsü, aslında bugün devrim yaptığını düşündüğümüz birçok futbol adamının ondan nasıl esinlendiğini, Hollandalı’nın futbol tarihinde gerçekten bir değişime imza atan az sayıda yüzden biri olduğunu bir kez daha gösterdi.
Elbette bu bakış, nostaljiye saplanıp kalmak ve günümüzde yaşananları değersiz kılmakla ilgili değildi. Daha ziyade, her şeyi sakince analiz etmekle alakalıydı. Evet, genel anlamda, spor izleyenler, anlatan, yazanlar olarak tarihi bir şeyler olmasını bekliyor olabiliriz. Ya da genel olarak insanoğlu, tarihin en iyi ya da en kötü döneminde yaşadığını düşünmek, kendisinden önce ve sonra gelen nesillerin asla böylesine çok şey yaşamadığını veya yaşamayacağını aklına getirmek istiyor olabilir. Ama gerçek, ne yazık ki, böyle değil. Evet, tarihi gelişmeler yaşıyoruz ama t ile başlayan bu kelimeyi sıklıkla kullandığımız bu yıl, gelecekte bir başka takvim yaprağından ibaret görülecek. Zaman çok hızlı akıyor ve biz de ona uymaya çalışırken günü iyi ya da kötü şekilde abartmaya devam ediyoruz.
2016 birçok açıdan berbat bir yıldı. Bazı anlamlardan da güzeldi. Spor, o az sayıda güzel şeyden biriydi ve bize çoğu zaman bir kaçış imkânı sağladı. Ama tarihin sonuna falan gelmedik. Bunu bazen gizliden gizliye istesek de hayır, muhtemelen henüz orada değiliz. Sadece bir yılı daha geride bıraktık. Şimdi, yılbaşı yaklaşırken, geri dönüp geçen günlere bakarken aklıma birçok imge geliyor. Ama en çok o masada oturuşum ve kesmeye çalıştığım az pişmiş eti düşünüyorum. Orada her şeyin mükemmel olduğunu düşünüyordum ama aslında değildi. Birkaç saat sonra her şeyin felaket olduğunu ve hayatımızın sonuna geldiğimizi sanıyordum ama aslında öyle de olmadı. Hayat ve endişe nehri akmaya devam etti. Seneye de öyle olacak. Herkese tarihi bir 2017 dilerim.