“Yaşadığımız gelişmiş tüketici toplumunda “Ne kadarı yeterlidir?” sorusu, Thoreau’nun ele almamız gereken sorularından ilkidir ve hâlen sorabileceğiniz en derinden sarsıcı sorudur. Bizler yanıtı her zaman “Daha fazlası” olarak bilmek için dikkatlice eğitilmişizdir. Bir defasında, bir kitap için araştırma yaparken, dünyanın en büyüğü olan kablolu TV sistemimizde bir gün boyunca karşıma çıkan her şeyi kaydetmiştim. 2400 saatlik o video kaydını daha sonra evime götürüp bir yıl boyunca izledim ve çok şeye ihtiyaç duyduğuma dair sürekli tekrarlanan mesajla tepeden tırnağa yıkandım. “Ne kadar?” İşte size bir Rubbermaid reklamı: “Doğduğum günden bu yana,” diye konuşuyor bir hanımefendi, “bu kadar eşya biriktirdim.” (Görüntüde eşyalar arasına sıkışmış, mutsuz bir aile var.) “O yüzden eşyalarımızı Rubbermaid malzemeler içine doldurduk.” (Ev şimdi öteberiyle dolu büyük plastik kutular hariç, bomboş.) “Bu defa da fazlasıyla eşyasız kaldık. Hey! Bize yeni eşya lazım!” (Aile üyeleri mutlu bir şekilde, ellerini havada sallayarak kapıdan dışarı akın ederler.)
Thoreau ise en başa döner. Beslenme, Barınma, Giyim ve Yakıt ile başlar. Concord muhitinde bunlar bir şekilde, “uzun süreli alışkanlıktan, insan yaşamı için öyle önemli hâle gelmiştir ki, ister vahşilik, ister fakirlik, ister felsefe yüzünden olsun, bunlardan vazgeçmeyi hiç kimse göze alamaz.” Ancak elbette bunların her biri basit yollarla da, masraflı yollarla da elde edilebilir. Örneğin Thoreau, demir yollarının hat boyunca düzenli aralıklarla yerleştirdiği araç gereç sandıklarından birinin içinde yaşama olasılığını değerlendirir. Hava için delgiyle birkaç delik açılması koşuluyla, bu ona “hiçbir şekilde aşağı bir alternatif olarak” görünmez. Ancak iyi bildiğimiz üzere o, bundan biraz daha büyüğünde karar kılmış, James Collins’in barakasından geri dönüştürdüğü tahtalarla kendine tek odalı bir kulübe yapmıştır. İki saat içinde bir mahzen kazmış, sonra bir baca inşa etmiş, padavralar hazırlamış, ikinci el pencereler satın almış ve nihayet evini yirmi sekiz dolar on iki buçuk sente tamamlamıştır.” (Bill McKibben’ın Walden için yazdığı önsözden, çev.: Aytek Sever)
***
4 Temmuz: Kevin Durant, The Players’ Tribune adlı web sitesinde “bir basketbolcu ve bir insan olarak evriminde bir kavşağa geldiğini” ve Golden State Warriors ile kariyerinde yeni bir sayfa açmaya karar verdiğini duyurdu.
4 Ağustos: Russell Westbrook, takımı Oklahoma City Thunder ile olan sözleşmesini üç yıl daha uzattığını açıkladı.
Kasırga mağduru Hornets’ın şehirde ağırlandığı 2005-06 sezonunu bir kenara koyarsak, Oklahoma City basketbolunun gördüğü 1 numaralı süper yıldız ve 2 numaralı süper yıldız için büyük karar anları bir aylık bir pencereye sıkışmıştı. Şehir, 4 Temmuz’da, yalnızca 2010 yazında Cleveland’ın yüzleştiği travmayla kıyaslanabilecek bir döneme giriyor gibiydi. Bir ay sonra ise belediye başkanı Mick Cornett, 4 Ağustos’u “Russell Westbrook Günü” ilan eden bir belgeye imza atıyordu.
Oklahoma City basketbolu dediğimiz şey, henüz sekiz yaşında. 2012’de Heat ile oynanan final serisini Thunder’ın şehrin ortak hafızasına attığı ilk çentik addedebiliriz. O günlerle Russell Westbrook Günü arasında, unutulmak istenen ama apaçık orada olan birkaç ayak izine daha rastlıyoruz: 27 Ekim 2012; James Harden’ın takas yoluyla takımdan gönderilmesi. 19 Kasım 2015; Kevin Durant’in Oklahoma şehrinin Şöhretler Müzesi’ne kabul edilmesi.
Mutlu günler için saklanacak hatıralar değil, hiç şüphe yok.
Bir süreliğine, Oklahoma şehir sınırlarında D*rant ve H*rden isimlerini yüksek sesle söylemek hoş karşılanmayacak. KD bazıları için şimdiden ebedî bir nefret öznesine dönüşmüş olabilir, fakat bu daha ziyade Thunder’ın sekiz yıllık tarihinin çağrıştırdıklarıyla ilgili. Oklahoma City basketbolunun kısa tarihi, aynı zamanda yerine getirilmemiş sözlerin, gerçeğe bürünmemiş vaatlerin kısa bir tarihi. Zamanı biraz daha geri sarmak da işe yaramıyor.
***
Hiç kimse doksanların havalı Sonics takımını unutmak istemiyordu. Seattle şehrinin basketboldan mahrum bırakılışındaki mide bulandırıcı detaylar bir yana; NBA entelijansiyası, takım adıyla, forma tasarımıyla, maskotuyla, taraftarının seçmen profiliyle ya da herhangi bir şeyiyle “cool” olmayan Thunder’ı aralarına kabul etmekte gönülsüzdü. Bu sırada Bill Simmons, onlar için yakışıklı bir takma isim buldu: “Zombie” Sonics! Var oldukları gerçeklik, aslında SuperSonics’in ötedünyasıydı. Ama doksanların ortasındaki havalı Sonics’in değil, yetmişlerin sonunda zirveyi görmüş ve irtifanın tadını çıkaramadan dibe vurmuş Sonics’in.
Kimilerine göre gelmiş geçmiş en iyi spor kitabı olan The Breaks of the Game, 1981 yılında yayımlanmıştı. David Halberstam’in, Portland Trail Blazers’ın 1979-80 sezonu etrafına kurduğu anlatı, ligin hâl-i pürmelalini müthiş bir devam çizgisi içinde resmediyordu. Kitap, Seattle’da da çok satmıştı. İki komşu şehrin eskiye dayanan ve spor meydanlarına da çokça uğrayan daimî hırgürleri düşünüldüğünde, bu doğal karşılanabilirdi. Know thy self, know thy enemy. Bununla birlikte, kitabı eline alan her Seattle sakini şöyle düşünmüş olmalıydı: Halberstam pekâlâ bizim takımın hikâyesini de anlatıyor olabilirdi.
Yükselişlerini doğru zamanlayamamış, güvendikleri süper yıldızlarının sakatlık veya bağlılık sorunlarıyla boğuşmuş ve profesyonel sporun en büyük ödülünü aldıklarında bile gerçekten mutlu olamamış iki takım. Şampiyonlukları nisyana mağlup olmuş iki şampiyon.
NBA’in sıfırıncı yılının eli kulağındaydı ama daha varmamıştı. Bird ve Magic hâlâ kolej basketbolu seyircilerini ihya etmekle meşguldü. ABA ucubesi ortadan kalksa ve bir birlik sağlansa da, “tek logo, tek başkan, tek lig” huzur getirmemişti. Olağanlaştırılmış ve pervasız bir ırkçılık, saha çizgilerinden içeri girmeye başlayan şiddet vakaları, kontrol altına alınamayan uyuşturucu kullanımı… Ligin gündemi bunlardan ibaretti. Blazers’ın şampiyonluğunu ilan eden korna çaldıktan birkaç dakika sonra CBS yayını, kimsenin umursamadığı bir golf turnuvasının yayını için kesilmişti. Portland halkı kupayı ulusal televizyonda göremediği için öfkeliydi. Ama ülkenin geri kalanından bir feveran koptuğu söylenemezdi. Belki de NBA gerçekten kimsenin umursamadığı bir golf turnuvasına eş değer sayılabilirdi. CBS Sports’un başındaki Frank Smith’in golf tutkusu bilinse de, golfe yatırım yapmanın bu belalı lige bulaşmaktan daha mantıklı olduğu konuşuluyordu.
Güney komşuları ilk şampiyonluklarını kutlarken, Seattle dört sezonluk Bill Russell döneminin enkazını kaldırmaya çalışıyordu. Russell takıma ilk play-off sezonunu hediye etse de, hem koçluk hem de genel menajerlik göreviyle başa geldiğinde Seattle’ın ondan beklediği tanrısal mucizeye yaklaşamamıştı. 1977 yazında Mesih Russell’a yol verildi. Portland’ın ligi bir süre daha domine etmesi bekleniyordu, çaylak bir koça şans tanımak için uygun bir zamandı: Bob Hopkins idaresindeki Sonics, sezona 22 maçta 5 galibiyetle başladı.
23. maçta, takımın başında Lenny Wilkens vardı. Sonics tarihinin en önemli oyuncularından biri olan Wilkens, parlak kariyerinin sonunu oyuncu-koç olarak geçirmişti. Tam zamanlı koçluğa geçiş yaptığı Blazers, yola onunla devam etmeme kararında haklı çıkmışa benziyordu. Bill Walton, NBA’deki ilk koçu olan ve her zaman bir “oyuncu koçu” olarak anılan Wilkens ile iyi anlaşmıştı. Ama görünen o ki başından beri ihtiyacı olan, Jack Ramsay gibi old-school bir koçtu. Büyüdükçe büyümüş, 1977 sezonunda başı göğe ermişti. Tam on beş metreydi boyu… Ramsay, John Wooden okulundan mezun kızıl saçlı devine yeni bir güç kazandırmıştı; tebrikleri kabul ediyordu.
Wilkens’in Seattle’da yeniden göreve başladığı günlerde de herkesin gözü Blazers’ın üzerindeydi. Sezona 50-10 ile giriş yapmışlardı, franchise tarihinin en iyi basketbolunu oynuyorlardı. Halberstam’in ‘bu takıma kitap yazılır’ dediği günlerdi belki de bu günler. Çok geçmeden, Walton’ın kâbusları geri döndü. Ayağını kırdıktan sonra takımının tarihî bir başlangıcı nasıl murdar ettiğini kenardan izledi. Onun yokluğunda sadece 8 galibiyet alabilmişlerdi. Yine de bu derece (58-24) onları Batı birinciliğinde tutmak için kâfiydi. Özellikle ligin genişlemesinden sonra yetenekli oyuncular haritanın dört bir yanına yayılan onlarca takıma dağılmıştı; bugünkü gibi yola 70 galibiyet hedefiyle çıkan süper takımlar duyulmuş şey değildi. Ve daha önemlisi, Bill Walton geri dönüyordu. Bir kere kazanacak yeteneğe sahip olduğunu herkes biliyordu; Wooden’ın göğsünü kabartacak şekilde, “tekrar kazanacak karakteri” göstermek için dönüyordu. Seattle ile oynanan konferans yarı finallerinin ikinci maçında ayağını tekrar kırdı. Bu anla birlikte, Walton’ın kariyerinin alacakaranlık kuşağı da başladı – tam da “bildiğimiz” NBA’in doğumu kapıdayken.
Gözlerden uzakta, Sonics de güzel bir takım olup çıkmıştı: Takımın en popüler oyuncusu “Slick” Watts gönderilmiş, yerini kariyerinin başında yetenekli ama sorunlu bir oyuncu portresi çizen Gus Williams almıştı. Çözülemeyen bir kontrat anlaşmazlığının neticesinde San Francisco’dan ayrılmıştı. Ama bu sorunları Seattle’a taşıyacakmış gibi gözükmüyordu. Dennis Johnson ile sıra dışı olduğu kadar verimli bir arka alan ikilisi oluşturdular. İki off-guard karakterli oyuncunun yanında, takımın kumandası point-forward John Johnson’ın ellerindeydi. Gus veya DJ kenara geldiğinde oyuna deneyimli Fred Brown giriyordu; Brown, NBA’de üç sayılık atışları bir silaha dönüştürmüş ilk oyunculardan biri olmasıyla bir öncü sayılırdı. Bugüne ait bir oyunla lanetlenmişti ama lakabı zamanlarüstü bir harikaydı: “Downtown” Freddie Brown! Marvin Webster’ın yanında ağır işleri yapmakla övünen bir veteran –ve aynı zamanda St. Louis’de oynarken, müstakbel koçu Wilkens ile birlikte siyahlara yönelik bütün o etiketleri toprağa gömen ilk isimlerden biri– olan Paul Silas’ın yeni çırağı Jack Sikma da çok ilginç bir oyuncu çıkmıştı. Yedi kişilik bu çekirdekle, süper yıldızını kaybetmiş Blazers’ı alt etmenin bir formülünü bulacaklardı. Böylelikle, birbirlerini yenmeyi çok sevdikleri bilinen iki koçun rekabetinde de yeni bir sayfa açılmıştı.
1977-78 sezonunun final serisi, 47 galibiyetli Sonics ile 44 galibiyetli Bullets arasında oynandı. Serinin tayin edici maçı, Dennis Johnson’ın 0/14 ile şut attığı bir “incir ağacı” maçına dönüşecekti. MVP ödülünü alan Wes Unseld’in sayı ortalaması 9’du. CBS kaç dakika yayında kaldı, o sırada oynanan bir golf turnuvası var mıydı, bilmiyorum ama final serisinin izlenme oranları yetmişlerde ilk kez tek hanelere kadar düşmüştü.
1977-78 Sonics, özel bir takımdı. Ama kimse onlar hakkında bir kitap yazmadı. Doksanlardaki Sonics kadar havalı da değillerdi; o takım hem basketbol hakkında konuşmayı sevenleri kendine çekiyordu, hem de “what if” senaryoları geliştirmeyi sevenleri: Ya Bulls olmasaydı? Ya Michael Jordan basketbola hiç geri dönmeseydi? Payton-Kemp ve o Sonics’in oynadığı basketbolun kazandığı bir lig herkesi mutlu etmez miydi?
Belki de 1977-78 takımının da hiç kazanmaması gerekiyordu. Ama 1979 finalini kazandılar. O hâlde daha da fazla kazanabileceklerini ispatlamalıydılar – şampiyonluk ertesi sezona 50-10 ile başlayan ve yeni bir hanedanın ilk ışıklarını veren Portland gibi mesela. Bill Walton, başlı başına bir roman kahramanıydı. Wilkens’in öğrencileri ise bir başıbozuk takımıydı, kazanırken bile bunu görmek mümkündü. Konferans finallerinde Suns karşısında hayati bir maç oynarlarken, DJ maçı bireysel bir düelloya çevirmişti. Sahanın iki tarafına da inanılmaz bir yoğunluk getiren, çok özel bir oyuncu olsa da, Johnson’ın hiçbir zaman bu tür âşık atışmalarından galip çıkmasına yetecek bir skor kabiliyeti olmamıştı. Silas bir molada genç takım arkadaşını yanına oturtmuş, uzun bir diskur çekmişti. Maçı Johnson’ın şutuyla kazandılar. Bir muhabir, Silas’ın yanına yaklaştı ve “Çok önemli bir maç kazandınız Paul, öyle değil mi?” dedi. “Evet, keşke maçı bize kazandıran hıyarın teki olmasaydı.”
Final serisinde MVP ödülünü alan ve kariyerinin ilk şampiyonluğunu yaşayan da aynı hıyardı. Marvin Webster’ın yerini Lonnie Shelton’ın almasıyla beş numaraya kayan Jack Sikma bir seviye atlamıştı ama DJ’in en büyük yardımcısı yine Gus Williams olmuştu. Ve ona yıllık 400 bin dolar kazandıracak kallavi bir kontrata imza atan DJ’i huzursuz eden de buydu: yardımcısının ondan 300 bin dolar daha fazla kazanması ihtimali. Kazanmayı da bilen bilgelerin (isimleri Red veya Pat olabilir) sıklıkla dile getirdiği gibi, “bir kere kazandın mı, herkes diğerlerinden daha fazla kazanmanın peşine düşerdi.”
Her zaman sakinliğiyle bilinen “oyuncu koçu” Wilkens, DJ’in varlığına katlanamaz hâle gelmişti. Onu Paul Westphal karşılığında Phoenix’e gönderdiklerinde de eski oyuncusu için “kanser” kelimesini kullanacaktı. Politik doğruculuğun lale devrine daha çok vardı. Sam Schulman gibi uçarı bir sahip de işleri kolaylaştırmıyordu… Westphal’un bir sezonluk Sonics macerası, sakatlıkların gölgesinde geçti gitti. Williams da bir süre sonra yeni kontrat problemleri yaşayacak, takımı terk edip inzivaya çekilecekti. Tüm bunlar yaşanırken DJ’in sefahat yılları sona ermiş, Celtics ile “mavi yakalı bir kazanan” olarak bambaşka bir miras inşa etmeye başlamıştı. Devir de Celtics ve Lakers’ın, Bird ve Magic’in devriydi. Makineye format atılmıştı; lig yeni gelen yıldızlarıyla façayı düzeltmekle kalmamış, NBA finalleri sezonun en çok beklenen televizyon olaylarından birine dönüşmüştü. 44 galibiyetli ve 47 galibiyetli takımların buraya girişi yasaktı; MVP ödülünü Wes Unseld gibileri değil, “televizyon için yaratılmış” yıldızlar kazanmalıydı. Seattle SuperSonics’in ilk ve son şampiyonluğunu da yalnızca Seattle’da yaşayan ayrıcalıklı bir azınlık hatırlayacaktı. Hiçbir oyuncusu Hall of Fame’e giremeyen tek şampiyon olarak…
(Dennis Johnson, ölümünden sonra Şöhretler Müzesi’ne giriş yaptı. Ancak Celtics yıllarına hürmeten “müzelik” payesi verilen DJ ile bu yazıda adı geçen DJ’in aynı kişi olduklarını iddia etmek güç. Yine de belki Jack Sikma’yı beklemeliyiz. Mitch Richmond oraya girdiyse herkesin şansı var.)
***
Walden için yazılmış bir önsöz, Bill Walton’ın kahramanı olduğu başka bir kitap, Gus Williams ve Dennis Johnson’dan güç alan tuhaf bir şampiyonun hikâyesi… Bunların bu yazıda ne işi var, diye soruyorsunuz. Hiçbir şey nedensiz değil, öyle değil mi? Olabilir ama bu yazıdaki hiçbir şey, bir analoji kurmak için yazılmadı. Durant ile Westbrook birbirlerinden ayrılmadılar. Durant, Oklahoma şehrini terk etti. Westbrook, o şehri terk etmedi. O şehirde yarattığı kapalı-çevrim bir sistemi vardı, bunu devam ettirmesi için ona yirmi sekiz dolar on iki buçuk sentten biraz daha fazlasını teklif eden bir de işvereni. Ve işin doğası gereği, Durant ve Westbrook’un yolları ayrıldı. Bu ayrılığa ilişkin kurulacak güzel bir analoji yok.