“Bu dünyanın büyük yaratıları, savaşlar ve kavgalarla yıkıldı. Ve kim savunup koruduysa en güzel ödülü onlar kazandı.” –Goethe
Finlandiya’ya özgü ‘sisu’ diye bir kelime vardır; içten gelen kararlılık, azim ve istek anlamına gelir. 1917’de Rusya’dan bağımsızlıklarını ilan edene kadar büyük bir direnç gösterip mücadele edenlerin ardından çıkan bu kavram, kültürel bir yatay geçişle spor alanlarına da taşınır. Bilhassa da ‘Uçan Finler’ denen uzun mesafe koşucularına… 1912 Stockholm’de 5000-10000 metre dublesini yapan ilk atlet Hannes Kolehmeinen, bu kavmin öncüsüdür. Finlandiya o yıllarda hâlâ Rusya’nın kontrolünde olduğu için, seremonide göndere Rusya bayrağı çekilmiştir. Bu durum onu, “Hiç kazanmamayı dilerdim” demeye kadar itmiştir. Paavo Nurmi ise 1920’lerde bayrağı ondan devralıp efsaneleşen bir diğer Fin atlettir. Yıllar sonra, 1952 Helsinki’de olimpiyat meşalesini bu iki efsane Finlandiyalı yakar. Bu bir mesaj gibidir; Finlandiya artık özgür bir ülkedir ve Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilk kez oyunlara katılmaktadır.
Seyirciler o anda, tanıklık edecekleri asıl olayın farkında değildir. O günlerde hâlâ Sovyetler Birliği’nin baskısını hisseden Çekoslovakya’dan gelen Emil Zatopek, ortalığı sarsmaya hazırlanıyordur. 1948 Londra’da 10 binde kazanıp 5 binde geriden müthiş bir atak yapmasına rağmen milimetrik farkla gümüşte kaldığı için halihazırda bir ünü zaten vardır. 1948-1952 arasında 5 bin ve 10 binde girdiği 72 yarışı kazanır. Dünya rekorları kırar. Efsaneleşen bir başka yönü, koşu stilidir. Fransız yazar Jean Echenoz’un Koşmak kitabında anlattığı gibi;
“Uçar gibi görünen koşucular vardır, dans eder gibi koşarlar. Emil onlardan farklı. Derine dalıyor, kendi kendini oyuyor gibi, transa geçmiş gibi… Emil, akademik klişelerden ve her tür zarafet kaygısından uzakta, ağır biçimde, çırpıntılı, kasıntılı, sarsıntılı biçimde ilerliyor. Ekşimiş, buruşmuş, acı verici bir sırıtmayla sürekli burkulan suratından okunan çabanın şiddetini saklamıyor. Sanki her iki ayakkabısında birer akrep varmış gibi koşuyor. Başı sürekli sallanıyor.”
‘Çek lokomotifi’ Zatopek ise stilinin çirkin olduğuna dair eleştirilere “Atletizm, buz pateni değildir” cevabını verir. Helsinki’de ilk olarak, 20 Temmuz’daki 10 bin metre yarışını -rahat biçimde- kazanır. Akabinde 24 Temmuz’da 5 bin metre için piste çıktığında herkes merak içindedir. Maratonun favorisi Arjantinli Reinaldo Gorno, onu görünce rahatlar; “Demek ki maratona katılmayacak” diye düşünür. Bu arada Zatopek, Helsinki’ye bronşitle boğuşarak gelmiştir ama dört yıl öncekinin aksine 5 bin metreyi de kazanır. Tarihi dublesinden bir saat önce de eşi; ciritçi Dana Zatopkova altın almıştır.
Ve 27 Temmuz gelip çatar… Maratonda kendisine çok fazla şans verilmiyordur. Daha önce hiç maraton koşmamıştır. Kendi çabalarıyla altı dil öğrenmiş olan Zatopek, yarış sırasında dünya rekortmeni Britanyalı Jim Peters’ın yanına gelip o anki tempoyu sorar. “Yeterince hızlı değil” cevabını alınca da bir daha arkasına bakmaz.
En yakın rakibinin üç dakika önünde stadyuma girdiğinde, başka bir ülkeden gelen atletteki ‘sisu’yu gören Fin seyirciler “Za-to-pek!” diye bağırmaya başlar. Spor tarihi böylece, eşi benzeri görülmeyecek bir üçlüye -trifecta- kavuşur.
Aslında şaşıran, onu tanımayan dünyadır. Halbuki o, yarışlara daha sonra dilden dile yayılan ve günde 70-100 kez arası 400 metre koştuğu interval yöntemiyle hazırlanmıştır. Tempolu koşu, sprint, tempolu koşu ve sprint… Bu, Zatopek’in yaşam metronomudur. Bu sayede, dayanıklılığının yanına patlayıcı ataklar da ekler. Acı çekmek, onun için mesele değildir. Ona göre acı çekme yetisi, büyük atletleri diğerlerinden ayıran unsurdur ve Zatopek buna alışıktır.
1922’de Koprivnice’de altı çocuklu fakir bir ailenin üyesi olarak doğar. Tatra fabrikasında marangoz olarak çalışan babası, onun koşmasından ziyade çalışmasını istiyordur. 16 yaşında ayakkabı fabrikasında işe girer. 18 yaşındayken yöneticisi tarafından zorla sokulduğu bir yarışla koşmaya başlar. Eşi, Zatopek’in geçmişini şöyle anlatır: “Çok zor bir gençlik yaşamıştı… Bata’da çalışıp geceleri de antrenman yapıyordu. Felsefesi, ‘Eğer bir bariyer varsa etrafından dolaşma, onu alt etmeye çalış’tı. Emil’in karakterini bu düşünce yapısı besledi; çok çalış, bir hedefin varsa o yolda her sorunu çöz ve onu başar.”
Zatopek, 20 yaşında askere alınır ve daha da sıkı çalışmaya başlar. 1952’den sonra ise yavaş yavaş düşüş yaşar. Sakat gittiği 1956 Melbourne iyi geçmeyince 35 yaşında emekli olmaya karar verir.
Efsane atlet, yıllar içinde general rütbesine kadar yükselir, Alexander Dubcek hükümetiyle başlayan ve Prag Baharı olarak bilinen demokratik reformları destekler. 1968’de Sovyet tankları şehre girdiğinde de halka direniş için önderlik edip sokakta konuşmalar yapar. Yeni yönetim, rütbesini alır ve onu çöpçülükten, uranyum madenlerinde işçiliğe uzanan ülke içi bir sürgüne gönderir. Evinden ve Dana’dan uzakta, bir karavanın içinde yaşamak zorunda kalır. 1990’da Vaclav Havel önderliğindeki Kadife Devrim yaşanana kadar hak ettiği değeri görmez.
Emil Zatopek, tarihin gelmiş geçmiş en büyük atleti unvanıyla 2000 yılında hayata veda eder. Bir olimpiyat kahramanı olarak Lozan’daki IOC merkezine heykeli dikilir. ‘Sisu’ hayatı boyunca hep kılavuzu ve varlık sebebi olmuştur.
Bu sayı; hayattaki tüm engellere karşı koyan; özgürlük, eşitlik, dostluk, dayanışma, insan hakları, barışçıl demokrasi ve ilim kavramlarına hayatını adayanlar için…
Ve sevgili Bülent Eken, bu sayı herkesten evvel, elbette sizin için…