*Michael McKnight imzalı bu yazının Sports Illustrated’da yayımlanan orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Jesse Owens; Lincoln, Nebraska’ya vardığında hızını almıştı. Tarih 4 Haziran 1935’ti. Altı hafta önce, Ohio State Üniversitesi ikinci sınıf öğrencisi, Big Ten konferans şampiyonasında bir saatten kısa sürede üç dünya rekoru kırdı ve bir rekoru da egale etti. 1936 Berlin Olimpiyatları’na 13 ay vardı ama Owens’ın Ann Arbor’daki, spor tarihine ‘the Day of Days’ olarak geçen baş döndürücü performansı Berlin’deki kaçınılmaz başarısının habercisiydi.
Lincoln sıcaktı. Bazı raporlara göre 37 dereceydi. Bazılarıysa 38 diyordu. Ender rastlanan, planlanmadan çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğraf, Nebraska Üniversitesi Memorial Stadyumu’nu gösteriyordu: 15 bin beyaz yüz ve beyaz gömlek öğle güneşinin altında parlıyordu. Herkes, Amerika’nın yeni mucizesinin, AAU (Amatör Sporcular Birliği) Şampiyonası’na damga vuruşunu izlemek için yüksek sıcağa karşı koyuyordu.
O fotoğrafta kalabalığın içinde sadece dört siyah yüz vardı. Biri, dört sıra gerideki kısa boylu bir adama aitti ve geniş omuzların arasından belli belirsiz görünüyordu; diğerleriyse, 100 metre finalinde yarışan altı sporcudan üçüydü. The New York Times için yarışmayı takip eden ve yurt dışı görevini alan ilk Times spor yazarı olarak sonraki yaz Berlin’e gidecek olan Arthur Daley, o gün pistteki sporcuları tarihin en iyi sprinter grubu olarak tanımlamıştı.
USC’den (Güney Kaliforniya Üniversitesi) Foy Draper -100 yardanın, bir metre 65 santimetre boyundaki dünya rekortmeni- birinci kulvardaydı. İkinci kulvarda Berkeley Üniversitesi’nden, uzun bacaklarıyla dikkat çeken George Anderson vardı. Dördüncü kulvardaki yerini alan Owens -kramponları kavrulmuş zeminde ufak yanardağlar açarken- en çok solundaki, üçüncü kulvarda bulunan adamla ilgileniyordu. Ralph Metcalfe, 1932 Los Angeles Oyunları’nda 100 metrede gümüş ve AAU’da üst üste iki altın madalya kazanmıştı. London Times’dan Neil Allen da “Bu yılki AAU şampiyonasındaki mücadelenin ‘the New Star’ (Yeni Yıldız) Owens ve ‘the Champion’ (Şampiyon) Metcalfe arasında olması bekleniyor” yazmıştı.
Owens sağındaki adamdan hiç korkmuyordu. İki hafta önce Berkeley’deki NCAA şampiyonasını kazanırken Eulace Peacock’ı rahatlıkla geride bırakmış ve sonrasında zaferini dans ederek kutlamıştı. Bundan bir hafta sonra da San Diego’da Peacock ve diğer herkesi yenilgiye uğrattı. Lincoln’da da farklı bir sonuç beklemek için bir sebep yoktu.
Çıkış takozu yoktu. 1935, Amerikan İç Savaşı’na günümüze olduğundan daha yakındı. Owens ve diğerleri, ayakkabılarını ve parmak uçlarını da başlangıç çizgisinin gerisine koymadan önce pistte ufak delikler açtılar.
Çıkış hakemi Johnny McHugh, silahını ateşledi. Koşucular ileriye doğru atıldılar fakat kısa süre sonra yavaşlamaya başladılar. Hatalı çıkış. Ve on hatalı çıkış daha. O zamanlar diskalifiye yoktu. Associated Press’ten (AP) William Weekes bu durumu şöyle yazmıştı: “Sonunda McHugh gitti ve finalistlerle konuştu; sonra tekrar denediler. Bu sefer kusursuz bir çıkış oldu.”
Draper yarışın başında sivrisinek gibi çıkıp, F. Scott Fitzgerald’ın Berkeley’deki uzun hâline benzeyen Anderson’ın önünde liderliğe sıçradı. Daha iki saniye geçmeden, ortadaki üç kulvar olan siyahlar -Metcalfe, Owens ve Peacock- kontrolü devralarak, taşıma bandından fırlamış gibi beyazların yanından geçtiler.
“Üç zenci kırk metre boyunca eşitti.” Allen böyle yazıyordu. Altmışıncı metrede Metcalf, bilinen tarzıyla vites artırdı ve Owens’ı arkasında bıraktı. Yarışın tekrarına ve önceki yarışların kayıtlarına bakarak rahatlıkla söyleyebilirdiniz ki, Metcalfe kendisini hâlâ Peacock’ın bir adım gerisinde bulmasına gerçekten şaşırmıştı.
Yarışa başlamadan yana (starter) dertli olan Metcalfe, sprint tarihinin Usain Bolt ile birlikte en iyici bitiricilerinden (finisher) olduğunu Lincoln’de bir kez daha kanıtlamıştı. Peacock, onun bu patlayıcı gücünden etkilenmedi ve McHugh’nın silahı on ikinci kez ateşlediği anda başlayan istikrarlı hızlanışını devam ettirdi. Gökdelenden bırakılan bir bozuk para misali, yarış boyunca hız kazanan tek kişi oydu.
Finiş çizgisinde çekilen siyah-beyaz fotoğrafta dikkat çeken ilk şey, Peacock’un göğsündeki TEMPLE yazısındaki M harfi olacaktı. Süre 10.2 saniyeydi. New Jersey ve Philedelphia dışında tanınmasa da Temple ikinci sınıf öğrencisi, spor tarihinin en kutsal rekorlarından biri kırmıştı. Fakat Daha sonra, West Virginia’dan bir gazeteciye göre, “Rüzgâr, Colored Thunderbolt’a yardım etti.” şeklinde bir algı hâkimdi. Yarışı Metcalfe ikinci, Owens ise üçüncü bitirdi.
Peacock 50 yıl sonra ilk kelimelerinin “Kazandım mı?” olduğunu söylüyordu.
Owens uzun atlamada, kaybettiği yarışı telafi etmek istiyordu ve nadir başarılan bir şeyi gerçekleştirerek, tam iki kez sekiz metre civarında atlamayı başardı. Sonrasında Peacock, ondan birkaç santimetre daha ileriye atlamayı başararak uzun atlamayı da kazandı. Sekiz metre civarı bir atlayışın kazanmak için yeterli olmaması 1960’lara kadar görülen bir şey olmayacaktı. Daley, Lincoln’da tanıklık ettiği şeyi şu şekilde tanımladı: “Atletizm tarihindeki en iyi çifte zaferlerden biri.”
Ne Daley, ne de herhangi biri, Peacock’ın Owens’ı geçmesinin olağan bir hâle gelmek üzere olduğunu tahmin edemezdi. Owens’ın Berlin’de ölümsüzlüğe erişmesinden sonra, Peacock’ın Owens’a karşı zaferler silsilesi de, Peacock’ın kendisi gibi, karanlığa gömülecekti. Owens’ın biyografisini yazan William Baker’a göre, Owens o gece dansa gitmedi. Onun yerine Lincoln’de uykusuz bir 4 Temmuz gecesi geçirdi.
Bugün Owens hakkında bildiklerimizin çoğu efsane; spor yazarlarının hem yüzyılda bir görülecek olan bir atlet hem de insanların ruhunu okşayan biri hakkında tutarsız söylemleriyle hatalı bir şekilde oluşturulmuş bir imaj var karşımızda. Satchel Paige’e çok benzer olarak Owens, her yazardan cömertçe hakkındaki haberleri atlamalarını istemişti; öyle ki sürekli aynı hikâyeyi anlatmasına rağmen, dinleyen her farklı kişi kendi hikâyesini yazmıştı.
Gazetecilik veya yarış pistine yönelik herhangi bir deneyimi olmayan ve Maine Üniversitesi’nde tarih profesörlüğü yapan Baker, 1980’lerin başında, nihai Owens kitabı olacak Jesse Owens: An American Life kitabının üzerinde çalışmaya başladığı zamanlarda, Owens hayatını kaybetti. Baker, Hitler’in olimpiyat sırasında Owens’ı “küçük düşürdüğü” veya Owens’ın, Berlin’de Alman uzun atlayıcı Luz Long’tan dostça bir tavsiye aldığı hakkındaki hikâyeleri dağıtmak için özellikle uğraşmadı; ama titiz bir tarihçinin yıllar boyu süren araştırmalarının kaçınılmaz sonucu olarak bu hikâyeleri dağıtmayı başardı. Baker aynı zamanda, ilk defa, Eulace Peacock’a bir dipnottan fazlasını adadı.
31 Mayıs 1983’te, oldukça yaşlanmış olan Peacock, mükemmel bir beyefendi olduğuna dair ününe yaraşır şekilde sadece biyografi için değil, aynı zamanda en acı yenilgisinin yeniden ortaya çıkmasına neden olacak olan bir röportaj için New Jersey’den Manhattan’a gitti. Şu anda 74 yaşında olan Baker, artık o röportajın kasetlerine sahip değil, sadece kitabına koyduğu küçük bir parça mevcut. Neyse ki Maine Üniversitesi kasetleri arşivlemişti. 1985’te kaydedilmiş Peacock röportajıyla beraber (günümüzde St. Louis’deki Washington Üniversitesi’nde muhafaza edilen) bu görüşmeler, Berlin’de Owens tarafından yenilgisinin sadece mümkün değil, aynı zamanda muhtemel olduğuna dair kısa bir bakış imkânı veriyor.
Bir yıl arayla (Owens 1913, Peacock 1914) Alabama kırsalının farklı köşelerinde doğmuşlardı. 1923 yılında aileleri toprak kiracılığını bırakınca kuzeye taşındılar: Owens’lar Ohio’ya, Peacock’lar ise New Jersey’e. 1933’te, lise hayatının son döneminde, Peacock uzun atlamada ulusal okul rekorunu kırdı. Eve gitti, radyoyu açtı ve Cleveland’da bir çocuğun dünya rekoru kırdığını öğrendi. Çocuğun ismi Owens’dı. Bu, onun ismini ilk duyuşuydu. Bu, onun ismini herkesin ilk kez duyuşuydu. Peacock, “O rekor sadece iki saatliğine benimdi” diye espri yaptı Baker’a.
Peacock’ın ilk aşkı Amerikan futboluydu. Efsanevi koç Glenn “Pop” Warner için oynamayı dileyerek büyüdü. Temple, 1933’te Warner’ı Stanford’dan transfer ettiğinde, abisi James de Owls’un kaptanı olmuştu ve Peacock için her şey yolunda gitmişti.
1933’te sonbahar idmanlarının ilk gününde, Warner, Eulace ve diğer Temple birinci sınıf öğrencilerini bir dizi fitness testine tabi tuttu. Peacock saha boyunca depar atarken, Temple’ın atletizm koçu Ben Ogden oralarda dolanıyordu. Tanık olduğu şeyi fark etmek için kronometreye ihtiyacı yoktu.
Sonraki beş gün süresince Ogden, Peacock’ı bir şekilde Warner’dan çekip aldı. 23 touchdown’a denk olan 138 sayı yapan bir silahı, Peacock’ı, ondan çalmıştı. Peacock’ın kızı Linda Freundlich, babasının son zamanlarındaki hayal kırıklığından bahsederken “Bu onun kalbini kırdı” demişti. ‘Hızlı koşabiliyorsam ne olmuş yani? Ben futbol oynamak istiyorum.’ “Bu onu olimpiyatta olduğundan daha fazla kırdı.”
Owens’ın dönemi yavaş değildi. Yalnızca, Peacock’unki daha hızlıydı.
Owens ve Peacock, sprintte yarışmadıkları ama uzun atlamada Owens’ın bir adımla Peacock’ı geçtiği 1934 AAU Salon Şampiyonası’nda tanışmışlardı. Orada ya da ondan kısa süre sonra, onların tasasız doğalarıyla eritilmiş dostlukları, ikisi de yaşlanıncaya ve rekorları, kauçuklaşmış sahalarda depar atan atletler tarafından kırılıncaya kadar sürecekti.
Philadelpia’daki Peacock’a, Lincoln’deki zaferinin ardından yüzlerce tebrik telgrafı geldi. Bu arada Owens artan şöhretinin bedelini ödüyordu. Los Angeles’ta sosyetik bir güzelle fotoğraflanmasından bir ay önce patlayan medya fırtınasına cevaben Owens, Lincoln’den Cleveland’a giden ilk trene atladı ve uzun zamandır beraber olduğu, iki yaşındaki çocuğunun annesi olan Ruth Solomon’la evlendi. Bunun ertesi sabahı, Owens başka bir trendeydi, Nebraska’da uğradığı yenilginin üzerine bir çizgi çekmeyi planlıyordu. Spor dünyası dört gözle bekliyordu, Owens ve Peacock önümüzdeki beş gün içinde iki kez daha yarışacaklardı.
Crystal Beach, Ontario – 6 Haziran 1935
Owens’ın geleceği için benimsediği her görüntü Berlin’de kazanmak üzerine kuruluydu, en azından şimdilik, ülkesindeki en iyi sprinter ve uzun atlayıcı değildi. Peacock’ın sayısız kariyer seçeneği vardı ve Metcalfe dört dönem daha kongre üyesi olarak hizmet etmeye devam edecekti, ama Owens bilim insanı ya da iş adamı olmadığını biliyordu. Owens ve ilk koçu Charles Riley, daha Jesse ortaokuldayken 1936 Olimpiyatlarına dair zafer planları yapıyorlardı. Jeremy Schaap, Triumph: The Untold Story of Jesse Owens and Hitler’s Olympics (Galibiyet: Jesse Owens ve Hitler’in Olimpiyatlardaki Bilinmeyen Hikâyesi) adlı kitabında “Owens için Olimpiyatlar ya bir şöhret kapısı ya da gelecekte bir petrol istasyonunda benzin doldurmak demekti” şeklinde yazmıştı.
Owens’ın treni Erie Gölü’nün Kanada tarafında durduğunda, Owens düğün gününde ve Lincoln’daki yenilgisinden önce, hiçbir kameranın şu ana kadar yakalayamadığı bir şey hissediyor olmalıydı: Baskı.
Crystal Beach, ne Nebraska ne de Berlin’di. Buffalo’dan 15 mil uzaklıkta, dalgasız bir göl kıyısına inşa edilmiş Coney Island’dı. İnsanları çeken başlıca şey -mide bulantısı ve baş dönmesi ihtimaline karşı hemşiresi olan- kocaman bir roller coasterlı eğlence parkıydı. Atletizm pisti onun karşısındaki sokaktaydı ve orada yerel polis, karnavalının bir parçası olarak bulunan koşucular, yerel gazetenin de söylediği gibi “yakıcı güneşin” altındaki koşunun bir yan ürünü gibiydi.
Crystal Beach yarışı kapalı alanda yapıldı. Bunun hakkında çok fazla yazılmadı. Bilinen hiç fotoğraf yok. Bölgenin en önemli tarihçisi William Kae, son zamanlarda, bize Isaac Meadows isimli yerli koşu kahramanını tanıtan o hafta sonuna ait Buffalo Courier-Express’in hasar görmüş fotoğraf filmini ortaya çıkardı. Meadows da o gün koşmuştu – “Sahadaki üç zencinin üçüncüsüydü.”
“Buffalo polisi ve onların arkadaşlarından oluşan 5000 kişilik bir kalabalığın önünde Meadows mükemmel bir çıkış yaptı. Ama diğerleri onu çabucak Buffalo gençliğinden çektiler.”
Owens, 75 yardaya ulaşana kadar, tribünlerin önünde küle dönmüş pist boyunca köşeyi tuttu. Burada Peacock elinden gelenin daha fazlasını yaptı. Temple’ın yıldızı her adımda arayı kapadı, sonra -hemen hemen bir metreyle- kazanmaya hızla ilerliyordu… Onun kazanma mücadelesinde, Peacock’ın Ohio Üniversitesi sprinterini itip itmediğine dair bazı sorular vardı. Kulvarları (metinde böyle yazılmıştı) bitişikti ve şerit doğrultusunda gittikçe her birinin rakibini ittiği görülüyordu. Yetkililer, tüm yarış boyunca hiçbir uygunsuzluk görmediler.
Owens’ın biraz da olsa kafası karışmıştı. Onun istatistikleri kötü değildi. Sadece, Peacock’ınkiler daha iyiydi. Haberler iki kıyıya da çabucak ulaştı. Los Angeles Times durumu şöyle özetliyordu: “Kapılar yeni bir spor kahramanı için ardına kadar açılıyor.”
New York City. 9 Haziran 1935.
Haberler o kadar çok yayıldı ki, The New York Times, New York Üniversitesi’nin O salı günkü yarışmasında ilgi odağı Owens değil, Peacock’tı. O akşamdan kalan fotoğraflar, yağmurluklu ve fötr şapkalı Bronx seyircisi üzerine çökmüş alacakaranlık bulutlarıyla sanki siyah-beyaz bir film sahnesindendi. Saha da küflenmiş kek gibiydi.
Kameraya doğru gelen beş koşucunun yarışı filme alınıyordu. Yarışçılar daha 20 metredeyken kamera titriyor ve ortalığı çıkış hakeminin ateşinden havaya doğru yayılan duman kaplıyordu.
Peacock ikinci, Owens dördüncü kulvardaydı. İkilinin Draper, Anderson ve O’Sullivan’dan uzaklaşmasıyla pist tam bir W harfi şeklini aldı. Owens sakin görünüyordu. Peacock, kulvarına girip çıkıyor, başı sallanıyor, dengesiz bir koşu sergiliyordu. Owens ve Peacock yaklaştıkça W harfi daha da büyüyüp daraldı.
Haberler Owens’ın son bir hamle yaptığını belirtiyor ama görüntüler pozisyonlarının yarışın son anına kadar aynı kaldığını gösteriyor: Peacock hep biraz önde, Owens daha etkili koşuyor ama mesafeyi kapatamıyor.
Bitişte çekilen şipşak fotoğraflardaki coşku, Peacock’ın kollarını havaya kaldırdığını, kabına sığmayan bir sevinç ve şaşkınlık yaşadığını gösteriyor. Ama görüntüler, bunun sevinçten çok panik olduğunu ortaya çıkardı. Çünkü Peacock, kritik anı yakalayabilmek için yarışçıların yoluna diz çökmüş bir fotoğrafçı topluluğuna çarpmak üzereydi.
Şipşak fotoğrafçılar tarafından yakalanmış, en çok konuşulan görüntü -daha sonra Owens hakkında inanacağımız her şeye rağmen uçan- yüzündeki bakış. İkinci bitirmeye alışık olmayan, ama buna alışması için zorlanan bir adamın belli belirsiz mahcup ifadesi.
Owens’ın kahramanı olan üç kez Olimpiyat madalyası kazanmış Charley Paddock bile Peacock’un arabasında zıplıyordu. Paddock, New York yarışından sonra “Berlin’deki oyunlarda kazanan olarak sadece Peacock’ı görebiliyorum” demişti. “…Owens’ın yanıp kül olacağını hissetmekten kendimi alamıyorum… Ohio Üniversiteli çocuğun 100 metrede çok iyi bir derece yapmaktan uzak olduğunu düşünüyorum.” Amerika’nın baş koşu antrenörü ve Berlin’e gidecek atletleri seçecek olan Lawson Robertson daha açık sözlüydü: “Peacock bütün sprinterlerimiz arasındaki en hızlısı ve en istikrarlısı. Owens’tan daha iyi bir bitirişi var.”
Owens, New York Times yazarı John Lardner’a samimiyetle şu ifadelerde bulunacaktı: “Eulace harika bir koşucu ve çok iyi bir atlayıcı. Belli bir süre benim dibimdeydi. Şimdiyse beni yakalamaktan daha fazlasını yapmış gibi duruyor.”
“O beni, ben yıl içindeki en iyi dereceyi çıkardıktan sonra yakalamıştı. Bilirsiniz, bir adam bir sezondaki planında birçok atlama ve sprint rekorlarına sahiptir… O, belki benim daha iyi koşmamı ve zıplamamı sağlayacak. Belki de beni bazı yeni rekorlara doğru götürecektir. Bunu bilemezsiniz.’”
Harlem’in Amsterdam News gazetesine göre, Owens daha ileri görüşlü ve samimiydi: “Onu tekrar yenip yenemeyeceğimi bilmiyorum.”
Sonradan görüldüğü gibi, asla yenemeyecekti.
New York müsabakasından sonra Owens, eşine ve kızına yani Solomonların boş yatak odalarına geri döndü. 92. Caddede ve Cedar’ın köşesinde bulunan benzin istasyonunda benzin pompalamaya devam etti.
Bu arada Peacock, Amerika’daki en iyi atletlerden dokuzuyla birlikte, yarışmaya gitmek için Avrupa’ya doğru yola çıktı. AAU’nun verdiği az miktarda parayla Peacock ve takım arkadaşları Lüksemburg’da yarıştılar, sonra Fransız şehri Nancy’de ve sonra da 1924 Paris Oyunları’na ev sahipliği yapan muazzam büyüklükteki statta diğer yarışlara katıldılar. 6 Ağustos 1935’te Peacock, Basel, İsviçre’de, 100 metre dünya rekorunu egale etti. Bu kez hiç desteği yoktu ve kimse ona ‘Colored Thunderbolt’ (Kara Şimşek) demedi.
Yoluna Zürih, Biarritz, Lyon, Strasbourg, Brüksel ve tekrar Paris ile devam etti. Hepsi de zaferle sonuçlandı. Kulvar Peacock’ın arkasında uçurtma kuyruğu gibi dalgalanırken, Fransız bir fotoğrafçı son 10 yardada süzülen rakiplerinin fotoğrafını çekti. Milan’a giden trene bindiğinde, Berlin olimpiyatlarına bir yıldan az kalmıştı.
Milan. 25 Ağustos 1935.
128 yıllık olan ama daha da eski görünen, kemerleri ve duvar sarmaşıklarıyla 100 metrenin yapıldığı antik günleri çağrıştıran ve en eski olimpik sporcuların çırılçıplak koştuğu Arena Civica’daki koşu müsabakasında 25 bin seyirci vardı.
Hava 26 derece ve boğucuydu. La Stampa gazetesi gökyüzünü ‘distubato dalla pioggi’ yani yağmur yüzünden bozulmuş şeklinde tanımlıyordu. Sırılsıklam olmuş sahada Peacock’ı bekleyen sprinterler Avrupa’da karşılaşacağı en güçlü olanlardı ve onlara İtalya bayrak takımıyla 1932’de bronz madalya kazanmış olan Edgardo Toetti liderlik ediyordu. Sahadaki en genç sprinter olan Peacock, diğer Avrupa duraklarındaki gibi rahatça koşamadı.
Kendisinin daha sonra “sonun başlangıcı” olarak adlandıracağı şey 80. metrede onu bulduğunda rahatça ilk sırada ilerliyordu.
Kas yırtılmasının acısı, kafasının karışıklığı kadar keskin değildi. Muhtemelen Peacock, 80’lerin çoğunu Kaliforniya plajında evsiz bir bağımlı olarak geçirmiş olan, 1976’da Olimpiyat provalarında kası yırtılan 100 metre mucizesi Houston McTear’nın hissettiği gibi hissetti. Atletler kası koptuğu anda genellikle -istemsizce ve garip bir şekilde- bir kez sekerler. Bacağın arka kısmında bir perde açıldığı hissi oluşur.
Peacock iyi ayağının üstünde sekerek eve gitti. Kızı tarafından ortaya çıkarılan oldukça eskimiş bir fotoğrafta onu yarı yolda bırakan kasını tutan Peacock, kollarını omuzlarına koyduğu ve onu bacaklarının altından tutan iki İtalyan görevli ile Amerikalı engelci Tom Moore tarafından pistten taşınışının kanıtı olarak kalmıştı.
La Stampa şöyle yazıyordu:
Toetti’nin 100 metre zaferinin hiçbir değeri yok… Çünkü talihsiz bir kazanın kurbanı olan Peacock dilediği gibi savaşamadı…
Kasları yırtılmış bir sprinter ön aksı kırılmış bir araba gibidir. Sakatlığın tek tedavisi zamandır ve Peacock için de tek umut ışığı orada saklıydı. Sakatlığı sezon bitimine denk geldi. 21. doğum gününden birkaç gün sonra, kışı dinlenerek ve dua ederek geçirmek üzere evine doğru yelken açtı.
O ve ezeli rakibi, kış boyunca irtibat hâlindeydi. Aralık ayında Owens, Peacock, Metcalfe ve diğer iki siyah atlet Amerikan Olimpiyat Komitesi’ne, ‘Hitler Oyunları’nı boykot edelim çağrısına rağmen, Berlin’de yarışmaya dair isteklerini ifade eden bir mektup yazdılar. Yeni yılın ilk gününe kadar konu karara bağlandı. Amerikalılar oyunlara gidiyordu.
Cleveland. 28 Mart 1936.
Owens kendi sahasını, Peacock’ın sakatlığından beri karşılaştıkları ilk müsabakada ona karşı bir avantaj olarak kullandı. Cleveland Public Hall’daki karşılaşma diğer çoğu Owens-Peacock karşılaşmalardan çok farklıydı çünkü bu seferki kapalı alandaydı ve geçici başlangıç takozları kullanılıyordu. Owens güçlü taraftı, çıkışları onu daha da güçlü kılıyordu. Yarış sadece 50 yarda olduğundan Peacock’ın yetişmek için daha az zamanı olacaktı.
Büyük ihtimalle yeni takozlar ve mesafenin kısalığı Peacock’ın çıkışta kayıp düşmesine neden olmuştu. Owens zafere doğru çıkış yaptığında, Peacock’ın tüm yapabileceği yerden yükselip izlemekti.
The Call and Post gazetesi, sonraları Owens’ın hakkındaki bir detayı güçlendirecek olan bir şey yazdı: “Sporun tanık olduğu en büyük gösterilerinden biri.” Ve bu bir efsane değildi: Bir atletken olduğu kadar insan olarak da nezaket sahibi bir insandı. “Owens kolunu hemen Peacock’un omzuna koydu ve ona başlangıç çizgisine kadar eşlik etti. Yarışın tekrar koşulması gerektiği konusunda ısrar etti.” 5700 izleyiciden hiçbiri, Owens’ın Dave Politzer ve Bob Lewis’i geçtiğini görmek için gelmemişti.
AP’ye göre yarışlar arasında yarım saat vardı. Zamanın çoğu Owens’ın hatalı çıkışını telafi etmek için geçmişti. Bu kez ikisinin de çıkışı temizdi. Peacock ve Owens, art arda dizili takozlardan fırladı.
AP atletizm editörü Allan Gould “Owens en önde ilerliyordu ama Peacock onu mesafenin yarısında yakaladı.” şeklinde yazdı. Finale kalan mesafe bir adımdan azdı… Philadelphia Zencisi, Buckeye’lı ezeli rakibine üst üste dördünce kez geçiliyordu.
Peacock ve aşil tendonu geri gelmişti. Sportmenliğine yakışı davranışıyla, ilk sırayı Owens’a vermeyi reddeden görevlilerle görüşmek için bir mektup yazdı: “ Tanıdığım en iyi sporculardan biri olan Jesse madalyaya benden daha çok layıktır.” İkisinin de davranışlarının hayranlık duyulacak olması bir yana, Owens ve Peacock çoktan üç ay içinde koşulacak olan Olimpiyat denemelerine ve ondan bir ay sonra koşulacak olan Berlin’deki yarışa odaklanmışlardı.
Penn Relays, Philadelphia. 24 Nisan 1936.
Penn Relays’in uzun dönem yöneticisi ve zengin tarihinin küratörü Dave Johnson’ın dediği gibi, aralarındaki rekabetin sone erdiği gün soğuktu ve “Performans seviyesi genel olarak çok iyi değildi.”
Gould’a göre Texas Üniversitesi’nin “korkmuş Amerikan tavşanları gibi koşan” 440 yarda bayrak takımıydı ve onlara Harvey Wallender liderlik ediyordu. Longhorns’un en önemli rakibi Temple olmuştu.
Peacock bayrağı son taşıyacak üyeydi, Temple’ın ilk üç koşucusunun geride kalışını çaresizce izledi. Wallender bayrağı aldığında tahmini 30 ve 40 yarda arasında fark yapmıştı. Bu, 100 yardalık bir mücadeleydi ama diğerleri henüz başlamışken, bir adam yolu hemen hemen yarılamıştı.
Peacock ona yetişebileceğini düşünüyordu. Baker’a şöyle anlattı: “Ve ona yaklaştığımı hissettikçe dedim ki, belki çizgiyi geçmeden onu yakalayabilirim.” Bunu, Daley’nin yazdığı “Acı ve şaşkınlık bakışının yüzünü kaplayışı” ifadesi izledi. Bu kez Peacock’ın sağ bacak kası yırtılmıştı ve bu yırtık, Milan’da acısını çektiği sol bacağındakinden daha derin ve uzundu. Peacock, Temple Üniversitesi Hastanesi’ne götürüldü; orada doktorlar, çok derin yırtılmış bir kasla karşılaştılar ve onu üç gün daha gözetimde tuttular. Owens 100 metre finalini yürüyerek kazanmıştı.
Neredeyse 50 yıl boyunca, Peacock o gün yaşananlara dair en derin hislerini kendisine sakladı. Ailesi ve diğer herkes için kısa bir basın konuşması düzenledi. Elbette, olimpiyata gitmeye yaklaşmıştım… Orada Jesse’yi yeneceğimi kim bilebilirdi ki? O, inanılmaz hızlıydı…
Peacock, onuruna yapılacak kitaplara, filmlere ve verilecek ödüllere sahip olma şansını reddederek, Baker’ın konu hakkındaki sorularıyla ilgilenmedi.
Sadece Peacock’ın bildiği nedenler yüzünden, 13 Şubat 1985 günü vereceği röportaj (Bill Miles’ın takdire değer olan Black Champions isimli belgeselinde sadece 15 dakika görünen) diğerlerinden farklıydı. Anılarının onu duygusal yönden derinden etkilediği görülüyordu ve yarım yüzyıl öncesinde barajla çevirdiğini düşündüğü nehrin akışını durduramıyordu.
70 yaşındaki Peacock, “Penn bayrak takımında takımın lideri bendim ve…” deyip sustu, neredeyse ağlayacaktı, derin bir nefes aldı.
“Bayrağı aldığımda birincinin 20 yarda arkasındaydım ve 35-40 yarda kadar koştuktan sonra onu geçebileceğimi düşündüm.” Sıkıntılı bir bakışı vardı ve yeniden derin bir nefes aldı. “Arayı kapattığım için rahatlamıştım, tam liderliğe uzanacaktım ki kasım yırtıldı.” Gözleri şimdi ıslaktı, Peacock ellerini yüzüne götürdü ve uzaklara baktı. “Ve tabii ki öfkeden köpürüyordum; diğer ayağımın üstüne bastım ve çizgiye doğru sekerek gittim.”
Kameraman Peacock’ın gözyaşlarını yakalamak için yaklaştı. Peacock devam etmeye istekli değildi. Sıradaki soru, Berlin’deki yarışa çıkmak için daha sonraki girişimleri hakkındaydı. Peacock’un cevabı bugün filmde yer almıyor ve “İD” –iyi değil- simgesiyle beraber cızırtı olarak gösteriliyor.
Olimpiyata sadece iki ay kalmışken zaman artık Peacock’ın düşmanıydı. Paha biçilmez sayfalar takvimden düştükçe, Maney Gordon adında Newark’tan gelen oldukça yaşlı bir antrenör, Peacock’ın bacağına her gün masaj yaptı.
Peacock bu zaman zarfında habercilerle çok az konuştu. Sakatlığından iki ay sonra olimpiyat seçmeleri olarak düzenlenen Harvard koşusunda topallıyordu -Daley “sağ uyluğu bir beyzbol sopası gibi sarılıydı” şeklinde yazdı. Berlin elemelerinde 100 metrede ve uzun atlamada başarısız oldu; denemeleri, en iyi derecelerinin yakınından bile geçmiyordu; hızlanmayı imkânsız kılan arka bağındaki yırtık yüzünden deparları yarı yolda kesiliyordu. Normalde acımasız olan olimpiyat yöneticileri, Neil Allen’ın “Jesse Owens’ın tek korktuğu adam” olarak adlandırdığı Peacock’ın, gelecek haftaki olimpiyat final müsabakalarında şansını bir kez daha denemesine izin vererek bir istisna yaptılar.
Peacock son şansını, New York’un Randall Adası’nda yakaladı. O kadar sıcaktı ki, 1935’te Lincoln’u kaplayan sıcak hava dalgası bunun yanında serin kalırdı. 1936, Amerika’da kaydedilen en sıcak yazdı. Müsabaka haftası sıcaklık yüzünden sadece Manhattan’da 40 kişi yaşamını yitirdi.
Bütün duyarlılığına karşı, atletler ellerini başlangıç çizgisine koyduğu zaman olimpiyatın duygusallıkla ilgisi yoktu. Oyunlar başlamak üzereydi ve o sırada Peacock sıcaklık yüzünden Metcalfe’nin yanında zar zor çömeldi. Bir yıl bir hafta önce, tabancasıyla Lincoln’deki mühim koşuyu başlatan yaşlı Johnny McHugh, onu tekrar havaya doğrulttu.
Metcalfe kazandı. 1943’te Tunus’ta asker olarak hayatını kaybedecek Draper yarışı ikinci bitirdi -200 metrede gümüş madalya alan Jackie’nin büyük kardeşi- Mack Robinson üçüncü oldu. Peacock topallayarak sonuncu olduğunda onlar soluklanıyordu.
Bir hafta sonra bu adamlar ve Peacock’ın bir zamanlar geride bıraktığı diğer atletler Almanya’ya gitmek üzere USS Manhattan uçağına bindiler.
Peacock Lincoln Oteli’nden eşyalarını toplamadan ve belirsizliğe doğru yola çıkmadan önce: “Birçok arkadaşım giderken ben bu yolculuğu yapamadığım için doğal olarak üzgünüm ama onlara bol şanslar diliyorum ve şampiyonluklarla geri dönmelerini umuyorum. Bunun için gereken her şeye sahipler” şeklinde konuştu.
En yakın iki arkadaşı olan Owens ve Peacock’la yaşlanmadan önce, John Woodruff Berlin’de 800 metrede altın madalya kazanarak şampiyonlukla döndü. 92’sinde ölmeden kısa süre önce Frank Litsky ile yaptığı görüşmede Woodruff Times yazarına bir sırrından bahsetti: “Jesse, Eulie takıma giremediği için memnun sayılırdı.”
1948’de bronz madalya kazanan ve Owens’a herkesten daha yakın olan Herb Douglas geçenlerde, “Jesse bu konuyu benimle hiç konuşmadı. Ama ben bu durumdaki iki insandan birisinin sakatlanmasının psikolojik etkisinin olduğunu düşünüyorum – kendini o duruma koy. Eulace’in yaralanması seni muhtemelen biraz rahatlatırdı. Bunu söylemeyebilirsin, ama…” demişti.
Peacock hakkında da bazı efsaneler vardı. En yaygın olanı, onun Owens’ı 10 yarışın 7’sinde mağlup etmesidir. Peacock bunu Baker’a söylemişti. Birçok saygın yayında bu gerçek bir durum olarak yayınlanmıştır. Ama bu doğru değil.
Eleme yarışlarını bir kenara koyarsak -finale doğru giden yolda bir basamak olan yarışlar- Owens ve Peacock ikisinin de sakatlanmadığı ve ikisinin de bitiş çizgisini geçtiği 10 yarış koştu. Peacock bu 10 yarışın beşinde Owens’ın önünde bitirdi. Beşini de Owens, Peacock’ın önünde bitirdi.
Peacock pistteki diğer herkesi de yenerek tüm yarışların beşini kazandı. Owens ise dört kez kazandı.
Sağlıklı bir Peacock’ın, Berlin’de Owens’ın önüne geçtiğini ve hâlihazırda soy isminin arkasına “dünyanın en hızlı adamı” cümlesini getirdiğini öngörmek çok mu olağan dışı olur? Reichssportsfield’taki platformun altından çekilen o ikonik siyah-beyaz fotoğraflarda Jesse’ninkinden başka bir yüz düşünmek kutsal yaşanmışlıklara saygısızlık mıdır?
Douglas, “Bence gerçekten, Eulace’in sakatlanmamış olduğunu varsayarsak, şanslar 50-50’ydi. Ben buna inanıyorum” demişti.
2007’deki bir röportajda Schaap, ”Bu, spor tarihinin en büyük gizemlerden biri” diyor ve “Eulace Peacock sağlıklı olsaydı, oyunları Jesse Owens gibi domine edebilir miydi? Owens’ın en iyi zamanları Eulace’ten iyiydi, en iyi uzun atlaması da Eulace’inkinden daha iyiydi; ama ne zaman birbirlerine karşı yarışsalar Eulace onu yenerdi… 100 metre yarışlarının finalinde Peacock’ın onun yanında durduğunu bilmek bile Owens’ı daha çok geriyor olabilirdi” diye ekliyordu.
Peacock’ın onu rüzgâr gibi geçip kazanması, Berlin’deki 100 metre yarışlarında devam etmiş olsaydı, uzun atlamada da dengesiz yarışacağına dair düşünceleri Owens’ın kafasına sokup, onu daha da gergin kılar mıydı? Her şeyin dönüşümlü olarak yaşandığı alternatif bir evrende bambaşka sonuçlar olabilirdi. Owens bayrak yarışında ve 200 metrede (geçilmez olduğu mesafe), Peacock ise bayrak yarışında ve 100 metrede madalya alırdı belki. (Sağlıklı bir Peacock, Draper ya da Frank Wykoff’u yerine takıma katılıp, bayrak yarışında altın madalyayı almada Owens ve Metcalfe’ye katılmış olurdu.)
Bill Cosby’e göre, bu boş bir söylenti (ya da spekülasyon) değildi. Cosby, Temple’ın adamıydı (1962 yüksek atlama şampiyonu) ve muhteşem koşucu yaşlandığında onu tanıyordu ama Cosby aynı zamanda, varsayımlar üzerinde durmayan titiz bir koşu tarihçisiydi.
Cosby geçenlerde, “Peacock’ın Berlin’de Owens’ı yenip yenmediği büyük bir gizem. Fakat daha önemli soru -o esnada, tarih dikkat çekici bir şeylerin olmasını bekliyordu ve onların rekabeti bunun olmasını sağladı- biz bugün, bugün pistte yer alan sprinterlerden buna yakın bir şey görebilir miyiz?” şeklinde konuştu.
Times yazarı Litsky daha az ve öz konuşuyordu: “Eulace, Jesse’nin yerinde olabilirdi.”
Savaş nedeniyle 1940 ve 1944 yıllarında olimpiyat oyunları yapılmadı. Peacock 1948 Londra Oyunları’nda 34 yaşında olacaktı ama orada başarılı olup olamayacağı tartışmalıydı çünkü start çıkışı 1936’da Penn’deki bayrak yarışında yaşadığı kas yırtılmasından sonra hiçbir zaman aynı değildi.
Bununla birlikte, 1937’de Peacock pentatlondaki üçüncü ulusal şampiyonluğunu kazandı. Üç tane daha kazanacaktı (1943, 1944 ve 1945’te) her birinde sıçramalarda, atışlarda ve 200 metrede çok büyük puanlar edindi, sonra da çalışmak için hiç endişe duymadığı ağır 1500 koşusunu kazandı. Peacock, Baker’a “İkinci ya da üçüncü sıradaki kimse şunu sormuştum, koşarak beni yenmeniz için neye sahipsiniz ki?” demişti. Onların çaresiz cevapları onun 1500’de yavaş tempoda koşmasını sağladı.
IRS için çalışarak, uzayan amatör kariyerine para desteği sağlamıştı, sonra savaş sırasında Coast Guard’da antrenör olarak devam etti. En büyük kariyer başarısı Harlem’deki sahibi olduğu likör mağazasıydı. Bu küçük bir işti -sadece bir sundurma, kapı ve şişelerler dolu bir duvardan oluşuyordu- tertemiz bir yerdi. O zamana kadar Betty isimli hazır cevap, üniversite ihtisaslı bir afetle evliydi. Aşkları her yönden saf ve gerçekti. Ve bu aşk, 1989’da kanser onu Peacock’tan alıncaya kadar sürdü.
1950’lerin başında bir kız ve bir erkek çocuk evlat edinmiş ve Yonkers’ta geniş bahçeli mütevazı bir eve yerleşmişlerdi. Yazın hafta sonları, Peacock’ın çocuklarının Nat Amca (Nat King Cole), Paul Amca (Paul Robeson) ve Gene Amca (Gene Krupa) diye bildikleri Eulie’nin şehirden arkadaşlarıyla eğlenirlerdi. En sık gelen misafirlerinden biri sessiz, onlara Jesse Amca diye tanıştırdığı kambur adamdı.
Linda dördüncü sınıftayken, daha sonra Siyah Tarihi Ayı diye adlandırılacak zamanda, ona ve sınıf arkadaşlarına okumaları için bir kitap verildi. Şu an Arizona’da yıllara meydan okuyan hâliyle 60’larının ortasına giren Linda “Ben, bu kitaptaki adamın Jesse Amca gibi göründüğünü düşündüm.” dedi. Ve sonra “Eve geldim ve ‘Baba, Jesse amca Jesse Owens mı? dedim.” dedi.
“Anladın demek?”
Linda “Ve olimpiyata gidememesinin ne kadar önemli bir mesele olduğunu o an anlamıştım.” diye anımsadı ve “O, Jesse Owens olabilirdi.” diye ekledi.
Owens’ın hayatı her zaman imrenilecek bir hayat değildi. Berlin’den eve dönmeden önce AAU tarafından men edilmişti –alelacele organize edilen ve sömürücü bir Avrupa turunda yer almaktan. Bir daha asla rekabetçi bir şekilde koşmadı. Owens ailesini geçindirmek için, sahne performansları sergiledi, atlara karşı depar attı ve akrobasi numaraları yapmak için anlaştı. Daha çok madalya kazanmak yerine paranın peşinden koştuğu için insanlar onu eleştirdi ama Peacock, Amerikan koşu dünyasında kıt kanaat geçinileceğini bildiği için arkadaşını savundu. Peacock 1936’nın sonbaharında “Şöhret gittikten sonra, elinde ne kalır ki? Jesse akıllıca bir harekette bulundu” demişti.
Owens dünya çapında bir ünlü olarak hayatının geri kalanında seyyar satıcılık yaptı. Vergi problemleriyle savaşırken ve onu sürekli yıpranan aile hayatından ötürü Tom Amca diye çağıran insan hakları yetkililerinin iğnelemeleriyle mücadele ederken Amerikan bayrağını dalgalandırmaya devam ediyordu.
Owens, Peacock’ın evinden her ayrıldığında Linda’nın babası, annesine: “Jesse sigarayı bırakmalı” diye söylenirdi. Owens 1940’lardan beri tiryakiydi. 1980’de 66 yaşında akciğer kanserinden öldü.
Linda’nın en canlı çocukluk anılarından biri Yonkers’taki evlerinin ön kapısından dışarı çıkıp babasını, “Montana büyüklüğünde bir fincan kahve ile oturup, alçak sesle çalan Sinatra’yı dinlerlerken Jesse amcayla sohbet ediyorlarken” bulduğu zamandı.
“Merhaba Linda!” demişti Owens.“Buraya gel ve ne kadar büyümüşsün bir göreyim! Eulie, baksana ne kadar büyümüş!”
Linda en büyük korkusunu, ailesi bir bakıcı bulamadığı ve babası onu likör dükkânına götürmek zorunda kaldığı günlerde yaşamıştı. Okul onun Jesse Amca hakkındaki şeyleri öğrendiği yerdi ama babası Harlem kaldırımlarındayken kimi öğrenecekti. O günlere kulak verip “Dünyadaki en hızlı kişi?” dedi. “Hayır, hayır, hayır, benim babam Yonkers’ta yaşardı ve likör dükkânına sahipti.” Babası ona hiçbir zaman farklı bir şey söylememişti.
Peacock kolej karşılaşmalarını yönetirken Litsky onunla yıllar boyunca 20 ya da 30 kez karşılaştığını anımsadı. Onu özetleyen bir kelime söylemesi istendiğinde, Times yazarı bir kaç saniye duraksadı.
“Klastı” dedi.
Annesi öldükten kısa zaman sonra Linda, evin köpeklerinin bir deri bir kemik kaldığını fark etti. Babasına nedenini sordu. Kızına boş boş baktı. Peacock, birkaç gündür onları beslemeyi unutmuştu. Bu Alzheimer belirtisiydi.
Profesyoneller tarafından bakılmasının daha iyi olacağı kesinleşene kadar Peacock, Linda ve eşiyle beraber kaldı. Yonkers’taki St. Joseph Bakımevi’nin yıldızı oldu. Orta yaşlı bakıcılar onun yarıştığı günleri hatırlayacak kadar yaşlılardı ve onun orada olmasından onur duyuyorlardı. St. Joseph’in hemen hemen bütün sakinleri kadındı. Kendinden daha güçsüz arkadaşları için bir şeyleri kaldıran (50 yaşındaki bir insan vücuduna sahipti), koridorlarda yürürken onlardan zaman tutmalarını isteyen ve sevgili Sinatra’sında swing dans yapan Eulie yeniden kampüsün koca adamı olmuştu.
Dünyanın en hızlı adamı olduğuna dair hiçbir şey hatırlamaması önemli değildi. Bir çalışan ondan, “Buna razı olmuştu ve gerçekten mutluydu çünkü bu genellikle antrenman zamanı anlamına geliyordu” cümleleriyle bahsedecekti.
Peacock, 1996’da huzur içinde öldü.
Onun hakkında konuşurken Linda’nın en sık kullandığı kelime “cömert” oluyordu. Linda genç bir kızken Peacock Manhattan’daki büyük bir oteldeki lüks bir organizasyonda Jesse Amcası’nın gösterisini izlemesi için ona iki bilet verdi. Katılımcılardan soru yazmaları ve muhteşem olimpik sporcuya sorması için kağıtları sunucuya vermeleri istendi. Balo salonun arka kısmında, Linda şöyle karalamıştı: “Gerçekten dünyadaki en hızlı adam kim, sen misin yoksa Eulace Peacock mı?”
Linda, “Birkaç soru yanıtladı -orada iki kez sorulan sorular vardı, herkes aynı şeyi soruyordu- sonra sıra benimkine geldi” dedi ve ekledi: “Jesse amca kafasını kaldırıp ‘Bu soruyu kim sordu?’ dedi.”
“Gülümseyerek ve elimi sallayarak ‘Ben sordum, Jesse Amca!’ diye bağırdım.”
“O da bana gülümsedi ve ‘Ah, Linda’ dedi”
Kendi kendine gülüp kalabalığa hızlıca bir açıklama yaptıktan sonra, Owens soru-cevap etkinliğini yeniden başlattı.
Linda’nın kahkahaları yerini iyi bir hikâyeyi noktalayan uzun bir iç çekişe bıraktı. Sessizlik içinde kaşlarını çattı.
“O soruyu hiçbir zaman cevapladığını sanmıyorum.”
Çeviri: Görkem Demir