İzlanda matematiği devam ediyor. Kupaya özel, müfredat dışı bir ders gibiler adeta. Tüm banal akışın dışında, derse ilginin devamı için uydurulan güzel bir masal onlar. Pazartesi akşamı hem sahada hem de tribünde, belki de ileride bu kupaya dair anlatılacak en güzel masallardan birini beraberce dinlemiş olduk. Ama o kadar, fazlası değil, zira masalı anlatan da bunun böyle olduğunu biliyor. Tek derdi de masalını, daha fazla çocukla paylaşmak, tabii onlar da dinlemek isterse. Yaptığı her şeyi ‘tarih yazmak’ zanneden tatminsiz, asabi bir ergenlikten ziyade, sakin, sahici bir olgunluk hâli -her daim içinde ‘oyun oynamak isteyen’ çocuğu barındıran… Şu son cümleyle de İzlanda masalına Nietzsche’yle selam durmuş olalım.
Pazartesi günkü eleme maçlarının bizcileyin özeti; diyalektik bir temâşa. İspanya kaybeder, İzlanda kazanır. Bu vesileyle saflarımızı da tekrar imlemiş olalım. Kişisel futbol tarihimiz için son derece rutin hadiselerden biri aslında, İtalyanların ve Almanların her türlü durumda kazanıp, İngilizlerin de kaybetmesi. Lakin, İspanyolların son dönemki hâlleri ve topçu vitrini düşünülünce, bu kazanma hâli de biraz değişik oldu tabii. Şu kadro hadisesine özellikle değinelim. La Liga’yı iyi takip ederiz, Serie A ise uzun zamandır ilgi-alaka dışı. Muhtemelen, İtalya’nın en az İtalyan olan takımı Milan’ın çöküşü ile eş zamanlı bir ilgi yitimi. Ama hiçbir zaman da ilk üç ligimiz arasında yer almadı. Evet, evet İtalyan futboluna kategorik bir gıcıklık var, zerre de pişmanlık duymadığım bir gıcıklık hem de. Neyse, İtalya maçında sahada yer alan İspanyol 11’i hem değer hem futbol vitrinindeki pozlarını bir yana, bir de (itiraf edin) bir çoğunun ismini belki de ilk defa duyduğunuz İtalyan 11’ini de diğer bir yana koyun. Bir tarafta ‘beach club’, diğer tarafta ‘halk plajı’. Tabii bu işin güncel ve görsel değer kısmı.
Bir de tarihsel kısım var, ki o pek bir farklı. Oyun stillerinden ve oyuncu tarzlarından bahsediyoruz. İspanya sanki memurların kurduğu ‘kooperatif sitesi’, hem çok tanıdıklar hem de üst başta daha çok ‘anne estetiği’ hakim. Malum bütçe kısıtlı, elde avuçta olanlar dikkat ve özenle harcanıyor. Ama çocuklar da özeniyor. Arsaya çıktığında, üstünde takımının pozu olsun istiyor. Haliyle anne kıyamıyor, ve oturup formayı ‘örüyor’ (buraya dikkat, zira tecrübe konuşuyor). İtalya ise bambaşka, hemen yandaki ‘zengin yazlıkçılar’. İyi beslenmiş, çim sahaları olan, formaları da orijinal. Babaları yurt dışından getirmiş, kramponları bile var. Memur sitesinin takımının başında emekli bir futbol aşığı amca, onların takımının başında futbol yöneticiliği de yapmış, yat kulübü üyesi janti bir amca var. Del Bosque ve Conte’den bahsediyoruz. Bosque’nin tarzında, o şehir senin bu şehir benim gezmekten mütevellit bir memur yorgunluğunu, Conte’nin tarzında ise memleketten çıkıp, şehri fethetmiş ve ateşi sönmemiş bir armatör hırsı. Bosque, çocuklarına seslenmeye kıyamıyor, Conte her fırsatta azarlayıp duruyor. Adeta bir film sahnesi gibi… İspanyol çocuklar ise yaz sıcağında annelerin ördüğü yün forma içinde, terleye terleye oynarken, İtalyan çocuklar gıcır gıcır formalarıyla oradan buraya koşturup duruyor ve özenle briyantinlendikleri saçları o temaşa içinde zerre bile bozulmuyor. Ez cümle; İspanyol estetiği bir halk oyunu, anne yemeği özeninde poz verirken, İtalyan hırsı, bant tipi üretim tarzında, bir kulüp yemeği şeklinde vuku buluyor.
Memleketten bakınca ise hadise yine bambaşka. İtalya’nın oyundaki azmi, daha baştan ulusal marşları söyleme şekliyle benzeştiriliyor. Malum İspanyol topçular marş söylemez. Eskiden beri bu böyle, üst üste Dünya ve Avrupa şampiyonu olduklarında da söylemiyorlardı. İtalyanlar ise her daim, çoşarlar. Zira, bir türlü sağlayamadıkları ulus-millet birlikteliğinin yegane kabullerinden biri gibidir, İtalya Milli Takımı. Yani, topçularının üstündeki yük biraz daha değişik. Sahadaki vaziyetin, siyasi bir tarafı da yok değil hani. İspanyollar, demokrasiye geçtiklerinden beridir en zor günlerini yaşıyorlar. Kriz ortalığı yakıp kavurdu, bir türlü hükümet kurulamıyor; seçim manyağı oldular. Pazar günü yapılan seçimlerin sonucunda da belirsizlik sürüyor. Podemos’u (Yapabiliriz) umutla takip ediyoruz, ama ülke siyaseti yekten No Podemos (Yapamıyoruz) gibi… Hâliyle sahadaki çocukların da kafası karışıyor. İtalyanların kafa ise rahat, siyasetten bekledikleri pek bir şey yok. Zira, uzun zamandır siyaset yerine sahnelen şey adeta bir orta oyunu. İşin sahadaki temsili ise; konjonktürel bir “No Podemos”a karşı geleneksel bir “No Passaran!” hâli… “Yapamıyoruz!”, “Geçemeyeceksiniz!”
İşin Lezzeti
Conte’nin “Kolay yenen bir yemek olmayacağız” kelamı mühim. Zira adam İtalyan olmanın hakkını veriyor. Aklı fikri yemekte. Nasıl olmasın, kıtanın en uzun süreli yemek masalarını kuran bir kültürden bahsediyoruz. Yemek değil, sempozyum adeta. Malzemeleri de hiç fena değil hani. Küçük çiftçilerden mütevellit ülke, geleneklerine ve sofralarına sahip çıkıp, yemeğe de özel ihtimam gösterince ortaya muhabbet gibi uzun bir masa çıkıyor. Sahada ortaya koydukları ‘makarnacı’ tek düzeliğine indirgenemeyecek bir kültürden bahsediyoruz. Ha bir de yanına koydukları nefis şaraplarından. Mevzuya bir de ‘siesta’ eklenince, düzenli kazanma refleksinin arka planı enikonu parlamaya başlıyor. İspanyollar için de durum farklı değil aslında, tek sıkıntı ‘sunumda’. Zira, önceden söylemiştik; kooperatif sitesi mukimi bir ahali. Çok güzel yemekleri, zeytinyağları ve şarapları var ama ‘satmak’ için değil, çocuklarına yedirmek için yapıyorlar. Mutfakta da anne olunca, menü çeşit çeşit oluyor; hani evlatları, her daim farklı şeyleri (tapas) yiyebilsinler diye. Ama dedik ya, elde avuçta artık ne varsa…
İki arazi de benzer üzümler verdiler aslında, ama biri yumuşak diğeri volkanik toprakta yetiştiğin için mi ne; bu sefer estetik değil dirayet fermente oldu. Ve İspanyollar, yorucu geçen bir ‘hasat’ sezonu sonunda evlerine geri döndü.