“Hiçbir sanat benimkisinden daha ani değildir” derken Edgar Degas, sanatının anidenliğinden bahsetmiyordu. Hem zaten kendisi değil miydi “On, yüz ve hatta gerekirse bin sefer tekrar ve prova etmeli yapılmak istenen şeyi. Sanatta hiçbir şey kazara ve gelişigüzel olmamalıdır; hareketin kendisi bile…” diyerek çağdaşlarını eleştiren? Hayır, onun ifade etmeye çalıştığı, sanatının ne kadar aniden gerçekleştiği değil; ne kadar ‘an’a dayalı olduğuydu. Zira hareket eden her şeyin bir başlangıcı ve sonu vardı; ve fakat hikayeler hareket esnasında yazarlardı kendilerini… Gerçek olan, hikayelerin ta kendisiydi. Geriye kalan her şey ise illüzyon… Meşhur serisi Balerinler’i çizerken Degas, estetik figürler değil; hareketin sürekliliğinde var olan balerinler çizdi. O, balerinlerin estetiğinden çok balenin estetiğiyle alakadardı. Belki de bu yüzden her zaman reddetti ‘izlenimci’ apoletini ve ‘gerçekçi’ olarak anılmak istedi. Tablolarıyla fotoğraf çeken ilk ressamdı belki de o; anı yakalıyordu… Ailesinin onun için çizdiği yolu reddetmiş, kısmen ırkçı görüşleri sebebiyle arkadaşlarınca dışlanmış ve oldukça geç olgunlaşmış kariyeriyle çağdaşları tarafından kimi zaman hor görülmüş bu deha, idealin oldukça dışındaydı…
Az sonra perde açılacak ve ışıklar, Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü senfonisinin ilk notaları eşliğinde, Oracle Arena’yı aydınlatacak. Ardından da Stephen Curry’nin dansı başlayacak… Önce depar atacak, kendi yarı sahasından kendi potasına doğru ve zıplayacak birkaç kez olduğu yerde. Teknik olarak nabzını maçta geleceği noktaya çıkartmaya, artistik olaraksa ‘enerjisini’ yükseltmeye çalışacak. Kim bilir belki hava atışı kazanılır da ilk top Warriors tarafından kullanılacak olursa, ilk üçlüğünü potaya gönderiverir. Kesin olan şey, ilk isabetiyle beraber bir balet edasında bir süre (son derece kısa bir süre) üçüncü pozisyonda bekledikten sonra potaya bakmadan kendi yarı alanına doğru koşacak olması… Şimdilerdeyse o meşhur ısınma ritüelini gerçekleştirmekte Stephen Curry. Hem vücudunu hem de zihnini az sonra sahneleyeceği performansına hazırlamakla meşgul. Biraz dikkat ederseniz elinde iki top olduğunu ve onlarla saçma sapan işler yaptığını fark edebilirsiniz!
Oakland Balesi Sanat Yönetmeni Graham Lustig ve San Francisco Balesi Baş Balet’i Taras Domitro’nun Stephen Curry’yi anlattığı Scott Cacciola imzalı yazıda, Stephen Curry’nin bir baletin sahip olması gereken tüm özelliklere sahip olduğundan bahsediliyor. Domitro’ya göre, Curry’nin kolları, bacakları ve top arasında harikulade bir ahenk ve koordinasyon mevcut. Onun top ile kurduğu ilişkiyi, bir baletin partneriyle kurduğu ilişkiye benzetiyor Domitro. Graham Lustig ise Curry için “onu izlemesi mükemmel” diyor ve ekliyor: “Yaptıklarını hiç çaba sarf etmiyormuş gibi yapıyor, bence asıl nokta bu.” Her iki sanat adamı da Curry’nin, oyunu bir tür tiyatroya dönüştürdüğü konusunda hem fikir ve onun vücuduna hakim olan müzik duygusu bu eseri daha da izlenesi kılıyor. Stephen Curry top ile kendisini ifade ediyor. Bir ressam gibi her fırça darbesinde başka bir duyguyu serbest bırakıyor zihninden ve bedeninin ifade etmesine izin veriyor. İdealin oldukça dışında bir oyuncu Curry esasında. Siyah adamların oyuna gelişiyle oluşan ve zaman içerisinde olağanüstü bir seviyeye yükselen standartların oldukça dışında. Ve o standartların oluşturduğu estetiğin… Oyununun temelinde ne atletizm var ne de güç-kuvvet. Ne olağanüstü bir savunmacı, ne de inanılmaz bir delici… Temelde olağanüstü bir şutör Curry ve top hakimiyeti konusunda bir fenomen. Bugün Curry için yapılan ‘gelmiş geçmiş en iyi oyuncu olabilir mi?’ tartışmaları dikkate alındığında, bu çok iyi olduğu iki özelliği ile ‘en iyi’ mertebesine ulaşamayacağı bir gerçek. Ancak bu gerçek, geçmişin estetiğiyle sınırlı. Zira Stephen Curry oyuna yepyeni bir boyut kazandırdı: Güzellik… Stephen Curry bu oyunu takım arkadaşları ve bir topla oynuyor. Onun için savunmacı yok. Bu post-modern aşağılama yöntemi Curry’nin icadı. Top ile bir iki figür yaptıktan sonra koreografi gereği bazen takım arkadaşlarıyla buluşturuyor topu bazense kendi bitiriyor pozisyonu. Yapmakta olduğu her şey kazara oluyormuş gibi gözüküyor belki; zira müthiş bir anilik var hareketlerinde. Fakat özünde her şey koreografinin bir parçası ve o koreografi maç süresiyle değil, yokmuş gibi davranarak sinirlerini bozduğu rakibinin gafil avlandığı “an” ile sınırlı. Sonrası yeni bir mizansen… Sporla sanatı birbirinden ayıran en temel özellik, sporun sonuç odaklı; sanatın ise estetik odaklı olmasıdır. Stephen Curry, oyunu sanat eserine dönüştürdü. Çoğu zaman sayı olması için kullanıyor elbette şutlarını Curry; ancak bazen de yalnızca güzellik için bir ekstra pas yapıyor. Ve hiç durmadan dans ediyor topla. plie’sini yapıp yerden yükseldiğinde ise topu çoktan elinden çıkartmış oluyor ve sizin izlemekten başka yapabileceğiniz bir şey yok. İşte bu, Stephen Curry’nin estetiği… Basketbolun yeni estetiği.
18 yaşına bastığı gün çokça odası olan evinin bir odasını stüdyoya dönüştürüp; Louvre Müzesi’ndeki eserlerin kopyalarını resmetmeye başlayan genç Edgar Degas’ın en büyük zevki tarihsel günceler resmetmekti. O sıralarda Sorbonne Hukuk Fakültesi’nde eğitim görmekte olan genç adam, bu tutkusu uğruna derslerine pek de eğilmiyor hatta sıklıkla okulu kırıp Louvre Müzesi’ne gidiyor ve ‘malzeme’ topluyordu. Bu ziyaretlerinden bir tanesinde ‘hastası’ olduğu ressam Auguste Ingres ile tanıştı ve kendisini bir anda Paris Güzel Sanatlar Okulu’nda buluverdi. Orta yaşlarına kadar süren tarihsel günce tutkusu, babasının vefatıyla, yerini hayatı resmetme tutkusuna bıraktı. Ne çok insan geçiyordu yanından sokaklarda ve ne çok insanı hiç görmüyordu. Hani bakmak ile görmek arasında silik bir an vardır ya her şeyin kaydığı ve hiçbir şeyin net olmadığı, işte o anın estetiğiydi Degas için resim… Tuval o ‘an’ı yakalamak için fazla kalındı; ancak tarih günceleri için kullandığı monotip baskı tekniği, hareket halindeki figürleri hareketin sürekliliğinde resmetmek için mükemmel olabilirdi. Önce suyu hapsetmeyen bir plaka üzerine resmetti zihnindekileri, sonra üzerine kağıt yerleştirdi ve iyice bastırdıktan sonra da baskı aletinden geçirdi. Ve işte, hareket oradaydı. Hareket halinde.
MoMA (New York Modern Sanat Müzesi), 24 Temmuz 2016 tarihinde kapılarını Edgar Degas’ın monotip eserleri için açacak. Sergi için özel olarak düzenlenecek müzayedede, Misty Copeland tarafından yeniden canlandırılan ve fotoğrafları Ken Browar ve Deborah Ory tarafından çekilen, meşhur Balerinler serisi koleksiyonerlerin ilgisine sunulacak.
Misty Copeland, Amerikan Bale Tiyatrosu’nun ilk siyahi baş balerini. Time dergisine göre ‘En Etkileyici 100 İnsan’dan biri. Under Armour markasının en önemli reklam yüzlerinden. Dünyanın halihazırda en meşhur balerini ve muhtemelen ilk balerin süperstar… Onun hikayesini özel kılan şeyse yalnızca ten rengine dayalı, ırkçı peşin hükümleri yıkmış olması değil. Bundan fazlası var.
Under Armour markasının “I will What I Want” (Ne istersem onu olacağım) sloganıyla yayınladığı ve figür olarak yavaşça pointe’a yükselen Misty Copeland’i kullandığı; on milyonun üzerinde tıklanan reklamda arkadaki ses Misty Copeland’in bale akademisine olan başvurusunun reddedildiğine ilişkin bir mektup okuyor ve onun baleye uygun olmadığını belirtiyor. Aslında Copeland, kariyerinin hiçbir aşamasında böylesi bir mektup almadı; fakat bu, söylenenlerin yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Temelde bale, bir aristokrasi sanatı. Zaten bugünkü formuna gelmesinde en büyük çabayı gösteren kişinin Catherine de Medici olması bunun bir kanıtı. Kendisi de olağanüstü bir dansçı olan XIV. Louis ileyse altın çağını yaşamış. Tüm bu soylu kimlik baleyi saray ve çevresinin sınırlarına sıkıştırmakla kalmamış, konvansiyonel bir tektipleşmeye de sebep olmuş. Nitekim stereotiplerin bale kadar sık görüldüğü başka bir sanat dalı yok. Misty Copeland, bale sanatına ilişkin ‘ideallerin’ tamamının tezatı… Her şeyden önce Copeland, altı kardeşiyle bir pansiyon odasında büyüdü ve babasını hiç tanımadı. Dans etmeyi seviyordu; ancak bale isminde bir sanat hiç duymamıştı. Ta ki on üç yaşında, lisenin ‘ponpon kızlar’ takımının seçmelerine katılana kadar… Seçmelerde koçu Elizabeth Cantine tarafından keşfedilen ‘utangaç’ Misty, San Pedro’daki Bradley’s Studio’da bale yapmaya başladı. Yaşıtlarıyla aynı sınıfa yerleştirilen Copeland, arkadaşlarından son derece geriydi ve sıkça bırakmayı düşünmüştü. Ancak bırakamayacağı kadar bağlanmıştı baleye. Bale ona bir hayat sunmuştu. Kendini ifade ettiği, var ettiği bir hayat. Hep çalıştı. Çok çalıştı. Farklıydı ve farklı olmak yeterince zordu. Farklılıklarıyla kabul edilmekse bir başkaldırı… Elit seviyedeki balerinler “Bale yapmayı gerçekten istiyor muyum?” sorusunu soramayacak kadar küçük yaşta başlarlar baleye. Tam olarak üç yaşında. Misty Copeland, on üç yaşında başladı. Elit seviyedeki balerinlerin fiziki yapısı insanüstü boyutlarda olur genelde. Her bir balerin doğumdan gelen bazı doğru orantılara sahip olmalıdır. Bacak boyunun vücuda oranla nispeten uzun olması, diz kapaklarının fazla çıkık olmaması gerekir. Büyük göğüsler ve kalçalar ise asla kabul edilemez. Bir çeşit cinsel nötrlüğe sahip olunmalıdır. Zayıf olmaktan bahsetmiyorum bile. Misty Copeland ise son derece kadınsı. Büyük göğüslere ve kalçalara sahip. Bacak boyu vücuduna oranla ciddi anlamda uzun ve diz kapakları ‘maalesef’ fazlaca çıkık. Omuzlarının genişliğinden ve fazlaca kaslı vücuduyla bir balerinden çok boksörü andırdığından bahsetmeye gerek dahi yok. Maalesef bale yapmaya uygun olamayacak kadar ‘alelade insan’ görünümlü. Hah, bir de siyahi. Fakat Misty Copeland, bir balerinin sahip olması gereken en önemli ‘ruha’ sahipti: Hayalperestlik. On üç yaşındayken de üç yaşındaki kadar işlenmemiş ve alabildiğine doğal vaziyetteydi. Olağanüstü yetenekliydi ama daha da önemlisi inanılmaz azimli ve çalışkandı. İki ay içerisinde en pointe dans edebilmeye başladı. Eğer balerinseniz ve yaptığınız şey yalnızca baleyse bu pek de iyi bir şey değildir. Ancak balerinseniz ve yaptığınız şey dans etmekse, siz de harekete katılıyorsunuz demektir. Misty Copeland hep dans etti. ‘Normal’ bir insan gibi görünen fiziğiyle yalnızca tüm insanlara ilham vermekle kalmadı; kadınsı ve kaslı vücuduyla vahşi ve ilkel bir profil yaratarak rol aldığı tüm eserlere alternatif bir son ortaya koydu. Yepyeni bir estetik yarattı. Şimdilerdeyse, büyük Fransız ressam Degas’ın Balerinler serisini yeniden yaratıyor. Yarattığı yepyeni estetikle yeni ‘balerin’ imgesini izleyiciyle buluşturuyor.
Stephen Curry ve Misty Copeland… Kendi alanlarının ‘standart’larının dışında kalan, ideal olmaktan uzak iki ayrı insan. Ve yaratılan iki ayrı yeni estetik…