NBA tarihinin en önemli koçlarından Jerry Sloan, geçen hafta The Salt Lake Tribune’e verdiği röportajda Parkinson hastası olduğunu açıkladı. 74 yaşındaki Sloan, doğduğu eyalet Illinois’nin takımı Chicago Bulls’ta on yıl oyuncu, üç yıl da koç olarak görev yapmış, 1988-89 sezonunda başına geçtiği Utah Jazz’ı 23 yıl çalıştırdıktan sonra 2010-11 sezonunun ortasında emekliliğini açıklamıştı. Koç olarak elde ettiği 1221 galibiyet, Sloan’u Don Nelson ve Lenny Wilkens’den sonra NBA tarihinin en çok maç kazanan üçüncü koçu yapmıştı. Sloan yönetimindeki John Stockton ve Karl Malone’lu Jazz, 1997 ve 1998 yıllarında NBA finaline yükselmiş, her iki seride de şampiyonluğu Micheal Jordan’lı Chicago Bulls’a kaptırmıştı. Bireysel olarak tanışma fırsatı bulduğu, kendisi için çok önemli bir figür olan efsane koçu Murat Murathanoğlu’na sorduk.
“Herkesten gizli tutmuş”
Jerry Sloan’un Parkinson hastası olduğunu duyduğumda çok üzüldüm. Herkesten gizli tutmuş, hiç böyle bir şey olduğunu bilmiyordum. Ben onu Illinois’deki çiftliğinde traktörüyle her zamanki gibi normal hayatına devam ediyor diye düşünüyordum ama bu durum hiç kaldırabileceği bir ortam değil. Mücadeleyi sever, o açıdan demiyorum ama yutma problemi bile varmış. Oldukça zor. Zaten gizli tutmasının en önemli nedenini “Kimsenin benim için üzülmesini veya bana acımasını istemedim” diye açıklamış. Ama bu hastalık öyle bir hastalık ki o dönemece girildi artık. Onun gibi bir insana, kırık kemikle maç oynamış birine hiç yakışmayan bir durum.
“Bir oyuncudan maksimum almayı çok iyi başarırdı”
Onunla çocukluğumda tanışmıştım. Utah’a gidince bir röportaj yapmak istedim çünkü çok saygı duyduğum biriydi. Hem oyuncu hem de koç olarak. Röportajın başında biraz isteksiz geldi, baktım surat falan bayağı asık. “Ben sizinle çocukken tanışmıştım, annem beni bir yüzme antrenmanından almıştı, bizim uğradığımız restoranda siz de eşinizle yemek yiyordunuz. Benim sizi ne kadar takdir ettiğimi biliyordu, tuttu elimden beni sizin masaya getirdi” dedim. Ama tam o sırada “Tabii herkes öyle anlatır zaten” dedi, atıyorsun imasıyla. Hatta dedim siz kafanızı bile yemeğinizden kaldırmadınız, eşiniz size hafif bir yumruk attı, “Jerry çocuğa bir selam ver” dedi ondan sonra siz kafanızı kaldırdınız dedim. “Haa bak bu doğrudur” diye anlattı. Sonrasında açıldı bayağı, çok güzel bir röportaj oldu. Hatta imzalaması için ilk koç olduğu Chicago takımının, onun ve yardımcısı Phil Johnson’ın da bulunduğu bir poster saklamıştım, onu imzalatmak için yanımda götürmüştüm. “Aa bu bende yok” dedi, postere el koydu, gitti bizim poster. İmza için gittim, posteri kaptırdım! Sevdiğim tarzda, düz bir adamdı. Sen benimle dürüst ol, ben de senle açık ve dürüst olurum gibisinden. Belki maç içindeki müdahaleleri onu gelmiş geçmiş en iyi taktisyenler arasına koymaz ama, bir oyuncuyu eline aldığı zaman o oyuncunun en iyi yaptığı şeylerden maksimum faydayı almayı çok iyi başarırdı.
Mehmet Okur’un pick and pop’ı onu All-Star’a kadar götürdü mesela. Biz milli takımda hiç pick and pop oynamadık Mehmet ile. Boozer’ı trilyoner yaptı adam. Çünkü o spacing’de, o post-up’ta Boozer’ın iş yapacağını biliyordu. Deron Williams, Utah’tan ayrıldıktan sonra bir daha orada geçirdiği sezonlar gibi oynayamadı. Bence o tarafı müthişti, birçok oyuncunun -John Stockton ve Karl Malone da dahil- geldikleri noktada çok çok büyük katkıları var. Greg Ostertag ve Mark Eaton gibi iki yarmayla yüzlerce maç kazandı. O açıdan hak ettiğinden az takdir gören en önemli özelliği bir oyuncunun artılarını ön plana çıkarıp sistemine monte etmesiydi.
“Tek sebep Sloan değil”
Jerry Sloan gittikten sonra, Utah Jazz’ın uzun yıllardır tam olarak toparlanamadığı konuşuluyor. O konuyu sırf Jerry Sloan olarak değerlendirmemek lazım. Larry Miller’ın vefatı önemliydi. Sonuçta Utah hemen hemen bütün NBA takımlarından çok farklıydı çünkü bir aile havası vardı. Miller ailesinin takıma yaklaşımıyla, ufak bir şehir olduğu için 2.5-3 milyon insanla takımı bütünleştirmek adına yaptıkları hastane ziyaretleri, okul ziyaretleri gibi sosyal hizmetlerle… O havayı bir daha yaratmak hem Larry Miller ve Jerry Sloan gidince hem de takımda çok büyük değişiklikler olunca kolay değil. Phil Johnson bile bence o havanın yaratılmasında çok büyük pay sahibiydi. Mesela antrenmanlarda çok daha ön plana çıkıyordu Jerry Sloan’dan ziyade. Birbirlerini o kadar iyi tanıyorlardı ki, Jerry Sloan ona o kadar güveniyordu. Güven birliğine dayanan bir organizasyonda bir anda hepsinin kaybolması, masanın dört bacağından üçünü kesmek gibi bir şey. O açıdan Utah’ın o dönem sonrası büyük bir düşüş yaşamasının ana sebeplerinden bir tanesi Jerry Sloan ama bence tek neden değil. Bunda Larry Miller’ın vefatının da etkisi var, Phil Johnson’ın ayrılmasının da… Kurulan düzenin tamamen altüst olmasının da etkisi mevcut. Mehmet’in kariyerinin bitmesinin bile durumda payı var.
“Chicago karakterini oluşturdu”
Tüm o yılları hatırladığımda Jerry Sloan’un kariyerindeki, oyuncu olarak bir kere inanılmaz sert bir adamdı. O ve Norm van Lier, o Chicago Bulls takımlarında hakemlerin hücum faul değerlendirmelerine bile katkıda bulundular çünkü iki kere topu yere vuramıyordun onlara karşı. Hemen fiziksel teması alıp kendilerini de yere bırakmıyorlardı o kadar, resmen düşüyorlardı. Koç olduğu dönemden, Mehmet ilk kontratı imzaladığında fazla kilosu var diye (bunların bir kampı vardır sezon başlamadan önce, o kampta da bayağı bir oyunculara yüklenir) kampta onunla çok samimi ve açık konuşması bence ‘Şimdi ben büyük kontrat imzaladım, yırttım’ kafasından uzaklaştırdı Mehmet’i. Çünkü oynatmayacaktı. Utah gibi ufak pazar takımı için çok ciddi bir kontrat yani, New York öyle 3-4 kontratın altından kalkabilir ama Utah kalkamaz. Ama yine de o oynatmazdı, o kesin. Mehmet’in sonrasındaki çalışkanlığı, takım oyununa katkısı Mehmet’i silmek üzereyken bir anda gözdelerinden biri yaptı. Bu tür tutumları birçok oyuncuya karşı çok çok önemliydi. Benim çocukluğumda Dick Motta’nın Chicago Bulls takımları hiç şampiyon olamadılar, o dönem aynı konferansta bulundukları Los Angeles Lakers’ı hiç aşamadılar. Ama Norm van Lier, Jerry Sloan, Bob Love, Chet Walker ve Tom Boerwinkle’dan oluşan o takımla hiç kimse oynamak istemiyordu. Biraz sakatlıklar öncesi şimdinin Memphis takımı gibiydi. Maçı kaybetse bile savaşı kazanıyordu. O maçtan çıktığın zaman her yerin ağrıyordu. O açıdan o takımı seyretmek beni basketbola bağlayan bir faktördü. Çünkü öyle çok atlayan zıplayan bir oyuncu yoktu o takımda. Ama herkesin büyük saygı duyduğu, belki de Lakers’ı geçmesi gerekmese -çünkü o zaman da Lakers’ın takımları çok iyiydi işte Jerry West, Wilt Chamberlain, Gail Goodrichli o takımlar- belki de bir NBA finali ya da şampiyonluğu yakalayabilirdi. Ama Jerry Sloan, Chicago şehrini temsil ediyordu; kendisi bir çiftçi olmasına rağmen. O bana hep enteresan gelmiştir. Çünkü Chicago sert bir şehir, yaşanması kolay bir şehir değil. Geri adım attığın zaman bir anda her şeyini kaybedebilirsin normal hayatta da. O bunu sahaya yansıtıyordu ve Chicago’nun karakterini temsil ediyordu. Nasıl Detroit’in karakterini ‘Bad Boys’, Los Angeles’ı Lakers temsil ediyorsa… Ama bir çiftçi olması ve tabii çiftçiliğin de ona verdiği o sadelik, dürüstlük, çok çalışırsan başarılı olursun kafa yapısı da oradan geldi ve Chicago takımının o dönemki karakterini oluşturdu.