2014 Fransa Açık, kortlarda cinsiyetçi zihniyetin açık ilanının yol açtığı bir tartışmaya sahne oldu. Önce, kortların yetenekli ama kişinin kendi ‘iyi’sini açığa vurabilmesinin tek göstergesinin başarıları olduğunu savunan ‘zamane’ çocuğu Ernests Gulbis, maçları üç set üzerinden oynayan kadınların beş set üzerinden mücadele eden erkeklerle aynı para ödülünü almasının yanlış olduğunu söyledi. Tartışma, yine Gulbis’in, kadınların yaşamdan zevk alacak işlerle; alışverişle, evleriyle, çocuklarıyla uğraşmaları gerektiği, spor gibi zor işlerle kendilerini ‘yormamaları’ lazım gelen narin varlıklar olduğu ve bu işlerle uğraşan kadınların kadınlıklarını kaybettikleri minvalindeki açıklamalarıyla daha da derinleşti (Kortların yıldızı Sharapova’nın, bu açıklamanın ilk kısmına dair “Kim daha çok seyrediliyor?”, yani ‘kazandırıyor’ mealindeki yanıtını da onun ‘zamane’liğine verelim.)
Neyse ki Gulbis’in cinsiyetçi açıklamalarının esas kısmını; kadının yeri konusunda söylediklerini kimse ‘ciddi’ bir tez olarak almadı ve olay Gulbis’in bir türlü kazanamamaktan kaynaklanan arızasına bağlanarak kapandı. Çünkü ‘tenis medeniyeti’ artık bu tür tartışmaları ciddiye alamayacak bir ilerleme kaydetmişti ve başa dönmek onlara yakışmazdı. Oysa bu medeniyetin ilerlemesinin en önemli aktörü Billie Jean King, kuralların ve kanunların değişmesinin zihniyeti değiştirmeyeceğini, bu nedenle kadın özgürlüğü mücadelesinin sürekli ve dinamik olduğunu, daima canlı tutulması gerektiğini söylememiş miydi? B. J. King, kortların kadınlarından cinsiyetçiliğe karşı muhtemelen daha kararlı bir duruş beklerdi ama Gulbis’in ciddiye alınmaması bile, kortlardaki değişimin ne kadar kalıcı olduğunun bir göstergesi. Yine de King’in uyarısını dikkate alalım; bu ‘tamamlanmamış bir devrim’dir.
İkinci dalga feminist hareketinin yaşamın her alanında cinsiyet savaşı verdiği, ABD Anayasası’na ‘Eşit Haklar Değişikliği’ni ekleme mücadelesine giriştiği ama Kongre’nin erkek zihniyetini değiştiremediği zamanlarda, 1970’lerin başında, tenis dünyası da büyük bir cinsiyet savaşına tanık oldu.
Erkekler ve kadınlar arasında ‘doğal güç farkı’ olduğu iddiasının hüküm sürdüğü zamanlarda, bu eşitsizliği göstermeyi kendisine görev bilmiş Amerikalı tenisçi Bobby Riggs (yıldızının yaşlandıkça sönmemesi için popüler kalmanın yollarını aradığından olsa gerek), kadınlar tenisinin 1 numarası Billie Jean King’i düelloya(!) davet etti. Ancak ret yanıtı alınca, biraz da piyasanın zorlamasıyla diğer bir tenis yıldızı Margaret Court ile herkese çok kazandıran bir maça çıktı. 55 yaşındaki Riggs, 30 yaşındaki Margaret Court’u kolayca yenince, adeta bir “Gördünüz mü?” şımarıklığıyla kadın-erkek eşitliğini değersizleştiren tutum yükselişe geçti. Bu popülist, aşağılayıcı saldırıya bu kez yanıt veren Billie Jean King, aynı yılın Eylül ayında, cinsiyet savaşlarının devrimci anı olarak adlandırılan maçta (The Battle of The Sexes), Riggs’i -hem de bu kez iki değil üç set üzerinden oynanan maçta- set vermeden yenmeyi başardı.
Maç; ‘Şeker Baba’ tişörtlerinden King’in ‘pazu’larının resmedilmesine kadar, çeşitli popülist ve kapitalist oyuna sahne oldu ama King’in bir feminist aktivist olarak kadın sporcular için vereceği mücadele de bu maçla start aldı. O, artık tüm görünürlüğünü kadın-erkek eşitliği mücadelesinin güçlenmesine adayan bir aktiviste dönüşmüştü. (1974’te yayımlamaya başladığı WomenSports dergisi, halen sürmekte olan bu mücadelenin sözcüsüdür.) İşte, 2014’te Sharapova’nın Gulbis’e yanıt verirken unuttuğu bu büyük miras da King’in devam ettirdiği mücadelenin ta kendisiydi; devrim sürekli olacaksa, hafıza canlı tutulmalıydı….
Bir toplumsal cinsiyet olarak kadınlığın; aile, annelik, bakıcılık işlevleriyle tarif edildiği zamanlarda, bu vasıflara sahip olmayanların kadınlığı tartışmaya açılıyordu. 1968’in cinsel devrimiyle alevlenen tartışma (ve hatta kriz) ortamında gerçekleşen bu maç, bir anlamda kadının; babasının, kocasının, ailesinin sahip olduğu bir beden, bir nesne olmaya itirazını dile getirmeye başlama anıdır.
Kasları güçlü, hızlı, çevik kadınların en iyi ihtimalle cinsiyetsizleştirilmesine, erkek gibi ilan edilmesine, kötü ihtimalle(!) lezbiyen ya da daha da ileri gidecek şekilde, kromozom anormalliğine sahip tuhaf varlıklar olarak görülmesine alışık bir alanda, B. J. King yeni bir sayfa açtı. Kadın ve sporcu olduğunu, cinsiyetçi ideolojinin kadını indirgediği/hapsettiği rolleri tanımadığını söyledi. Kadının özgürleşmesinin yolunun her alanda ‘kadın’ olarak boy göstermesinden geçtiğini savundu. Sporcu kadınların erkek meslektaşlarıyla eşit görülmesi için mücadele etti.
King, kadın-erkek eşitliğinin önündeki hukuki engelleri aşmayı hedef edinmiş, bu nedenle temel referansını ‘eşitlik’ olarak belirlemiş birinci dalga feminizmle; esas meselesi toplumsal ayrımcılık mekanizmalarıyla mücadele etmek olan, bu nedenle daha çok, kadının özgürleşmesi kavramı altında mücadelesini sürdüren ikinci dalga feminizmin arasında bir yerde duruyordu.
Özgür cinsellik konusunda ikinci dalga feminizmle pek anlaşamasa da; ailede, iş yerinde, sahada eşitliğin sağlanmasına ve -yüksek sesle olmasa da- kadının üreme hakkı, yani üremenin kadının kontrolünde olması konusuna önemli katkı sağladı.
Aslında, 1973’teki Cinsiyetler Savaşı’nın en önemli mirası, spor ve feminizm arasında kurulan ilişkiydi. Spor, özellikle de elitist, steril geleneği nedeniyle tenis; kibar, estetik, hatta süslü ve kendisine hiçbir dünyevi şeyin bulaşmaması gereken bir oyun alanı olarak görülüyordu.
Ancak bu maç, her şeyin politik olduğunu gösterecek şekilde, feminizmi epeyce gürültülü bir şekilde kortlara sokuverdi. Bu mücadele sayesindedir ki Martina Navratilova hem lezbiyen olduğunu ilan edebilmiş, hem sevgilisine bir maç sırasında kortta evlenme teklifinde bulunabilmiş, hem de ‘saygın’ bir kadın sporcu olarak kabul görebilmiştir. Yine bu mücadele sayesinde Amelie Mauresmo; lezbiyenliğin kadınlıktan çıkmak olmadığını kolayca gösterebilmiş, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’tan onur ödülü alabilmiş ve hatta hiçbir zorlukla karşılaşmadan çocuk doğurabilmiştir.
Kadınlığın edilgen rollerle tanımlanmasına karşı verilen mücadelenin en önemli hattı, kadınların da erkeklerle aynı şeyleri yapabileceğini gösterebilmekti. Cumhuriyetçi algı içinde kadın-erkek eşitliğinden yana olanlar, askerlikten yol işçiliğine kadar kadınların da erkeklerle aynı işleri yapabileceğini savunuyordu. Kaba bir sosyalist algı içinde de -zamanın SSCB ideolojisi gibi- kadın ve erkeğin eşitliğinin ‘aynılık’tan geldiği tezi üstünde duruluyordu. Bugün cinsiyetsizleştirme olarak tarif edebileceğimiz ve aslında fiili eşitsizlikleri meşrulaştıran bir eşitlik kavrayışına dayanan bu bakış açısının en önemli handikabı ise kadının kadın olarak özgürlüğü meselesini ve kendisi dışında hiçbir şeye benzemeden eşit kalma hakkını görmezden gelmesiydi.
Belki B. J. King’in de içinde yer aldığı liberal bakış açısının buna karşılığı ise -popüler ifadeyle- “Kariyer de yaparım çocuk da!” şiarıyla özetlenebilecek; kadının bazı rollerini kabul eden ama kadınlığın bu rollere sıkıştırılamayacak kadar büyük bir kapasiteye sahip olduğunu savunan yaklaşımdı. Ancak WomenSports’ta sık sık tekrarlandığı gibi; kadınların kadın olmaktan vazgeçmeden her şeyi yapabilecekleri, bunu istemelerinin yeteceği ilanıyla sürüp giden bu mücadele, kadınların piyasa tarafından nesneleştirilmesinin ve ‘şeyleştirilip’ toplumsal varlıklarının bir malzemeye dönüştürülmesinin görmezden gelinmesi riskini taşır.
Yine de bir ‘fark’ bilincini de içinde taşıdığını söyleyebileceğimiz bir tutumla B. J. King’in pozisyonu, kadınlığın hapsedildiği rollerin yıkılması doğrultusunda açtığı yol bakımından önemlidir. Aynı zamanda, eşitsizlikle mücadelenin eşitliği hukuka yazdırmaktan ibaret olmadığını, fiili eşitsizlikleri gösterip onları görünür kılmanın esas olduğunu anlatması bakımından da son derece kıymetlidir. Daha doğrusu, King’in bir erkeği yendiği o maç ve ardından gösterdiği büyük çaba; eşitliğin, özgür olmakla tarif edilmesi mücadelesinin en önemli anlarından biridir.
Kadının, onu tanımlayan sistemi yıkma yolunda kendi tanımlarını keşfetmesi ve açığa vurması gerektiğini ilan eden, kadınlığı ‘fark’ kavramı zemininde anlamaya çalışan ve toplumsal cinsiyeti ortadan kaldırma gayesinde olan üçüncü dalga feminizmin üyesi değildir belki King… Ama bu bakış açısına epey katkıda bulunan bir yerde durduğunu söylemeli ve hakkını teslim etmeliyiz.
Toplumsal değişimi sağlamanın en önemli yolunun kadınların görünürlüğünü artırmaktan geçtiğini belirttiği bir söyleşide kendisine yöneltilen “Ama Billie sen spor hakkında değil, politika hakkında konuşuyorsun!” itirazına karşı yanıtı ise -belki de- King’in en önemli mirasıdır: “We are politics!”
*Bu yazı Socrates’in Mart 2016 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz