Serena ve Novak. Açık ara zirvesinde oldukları dünya tenisine hükmeden iki yıldız, yılın ilk büyük turnuvasına doğru yol aldıklarında herkesin en önemli şampiyonluk favorisiydi. Çoğunluk, özellikle Serena’nın New York’ta uğradığı kazadan sonra Melbourne’de kolay kolay turnuvayı bırakmayacağını tahmin ediyordu. İki oyuncu da zor rakiplere rağmen finale kadar geldi ancak şampiyonluk unvanı tekinde kaldı.
WTA Turu’nda iş ahlakı en yüksek oyuncuların belki de ilk sırasındaki Angelique Kerber, finallerde yenilmesi imkansız gibi görünen -bugüne kadar oynadığı üç setlik sekiz slam finalinin hepsini kazanmıştı- Serena Williams’ın bileğini bükebileceğinin işaretlerini vermişti. Yine de ‘Ne yapıp eder, Williams alır’ düşüncesini hakimdi ama Alman tenisçi bunu da yıktı. Müthiş mücadele gücünü finalin son puanına kadar ortaya koydu.
Kerber, sadece Almanya’nın açık dönemde Steffi Graf’tan sonra slam zaferi elde eden ikinci kadını olmakla kalmadı, aynı zamanda benzer sınıftaki oyunculara da büyük bir güç verdi. Ondan alacağı ilhamla Simona Halep, Garbine Muguruza, Agnieszka Radwanska gibi isimler de yakın zamanda ‘Serena’yı yenerek bir slam kazanmanın’ mümkün olduğuna kanaat getirecekler. Kısacası Angie’nin zaferi, kadın tenisi açısından çığır açıcı bir etki bırakacak.
Maç sonu zaferini idrak etmekte güçlük çeken Kerber, ertesi gün Yarra Nehri’nin kıyısındaydı. Governor’s House’un bahçesine, geleneksel kupa pozunu vermeye gitmeden önce Eurosport’tan Matthias Stach ile birlikte Jim Courier’nin Yarra dalışını 24 yıl sonra tekrar eden Alman raket, kolayca girilmeye cesaret edilemeyecek çamurlu sudan mutlu çıktı.
Aynı günün akşamındaki erkek finalinin gazı alınmış bir hâli olduğunu söylemem lazım. Üç gün önce oynanan Djokovic-Federer maçındaki görüntü, herkesin zihninde -galiba Murray’in kendisinde de!- bu işin bittiği izlenimi uyandırmış olmalı ki, maçın büyüklüğüne karşın yaratılan atmosfer o derece ışıklı değildi.
Djokovic, çok iyi tenis oynadığı maçta biraz da kendi yarattığı (yukarıda Serena özelinde yara aldığından bahsettiğimiz) ‘bu tenisçi yenilmez’ imajının ekmeğini yedi. Murray’nin özellikle ikinci sette dört kilit noktada kaçırdığı toplar, bu düşüncenin zihni kemirmesinin ürünü gibi görünüyor.
Avustralya Açık’a iki hafta toplamında 720 bin 363 bilet satıldı. Bu rakam turnuva rekorunun 17 bin geliştirildiğini gösteriyor. Yalnız bu seyircilerin tahminen üçte birinin ‘selfie seyircisi’ olduğunu belirtelim. Selfie seyircisi derken, korta dönük fotoğraf çektiren, kimin oynadığından bile çoğunlukla haberi olmayan, ‘ortama ve eğlenceye gelen’ kitleyi kastediyorum.
Her yıl giderek büyüyen ve ‘eğlence’ adına ne varsa -her gün düzenlenen toplam 15 açık konserden tutun da ilk kez oluşturulan Avustralya Açık Festivali’ne kadar- içine tıkıştırılan organizasyonu, ticari olarak sadece bir tenis turnuvası olarak değerlendirmemek gerekiyor. Bu durum, tenis izleyicisini ve kültürünü ne kadar etkiler, ayrıca tartışmak lazım tabii. Ama etki açısından bakılırsa yapılan ‘iş’ başarılı.
Yaklaşık bir aydır tenisle yatıp kalkan Melbourne, rüyadan uyandı. Şubatın ilk gününe denk gelen pazartesi ile hayat normale döndü ve şehirdeki Avustralya Açık logolu tüm giydirmeler ve panolar bir gecede söküldü. ‘The Melburnians’ 11 ay sonrasını iple çekmeye başladı. Neyse ki bir ay sonra, az ötedeki Kooyong’ta Davis Kupası serisi oynanacak. Bu sayede hasret döneminde bir hafta sonu olsa bile tenis özlemi giderilebilecek…