*Dileep Premachandran imzalı bu yazı, The Blizzard’ın Eylül sayısında yayımlandı.
Gerçekleştiği zaman acıtmamıştı bile. Robbie Fowler’ı ilk kez başka bir formayla gördüğümde içgüdüsel tepkim mide bulantısıydı. Fakat Fowler Leeds’e satıldığında 26 yaşındaydı ve binlerce Liverpool taraftarını, o diz sakatlıkları olmasa neler yapabileceğinin merakı içinde bırakmıştı. Steven Gerrard’ın en iyi zamanlarını izlemiştik oysa ki. Atlantik Okyanusu’nun diğer tarafına geçerken solgundu ve yaşlanan gölgesi bile Şampiyonlar Ligi’nde alınan beklenmedik galibiyetlerde büyük katkı sağlamıştı.
Hindistan’da MLS yayınlayan kanal olmadığı için Gerrard’ın LA Galaxy’deki ilk maçını izleyemedim. Gözüme yabancı gelen beyaz formasıyla attığı ilk golü YouTube’da seyrettikten sonra aklıma gelen ilk şey, gol sevincinde neden sola koştuğuydu. Kırmızı formayla attığı ilk golü sonrası koşusu ve korner direğine doğru dizlerinin üzerinde kayışı aksi yöndeydi.
Liverpool kariyerinin son üç ayı acınası dibe vuruşun özetiydi. Tottenham’a karşı alınan nefes kesici 3-2’lik galibiyette, Anfield’daki sondan bir önceki golünü atmıştı. Beş maçlık yenilmezlik serisi, kulübü ilk dördün eşiğine getirmişti. Sonrasında dokuz maçta alınan beş yenilgi Gerrard’ın vedasını yavaş yavaş sönen bir balona benzetmişti.
Anfield’daki son golü, Queens Park Rangers maçını kazandıran kafa vuruşuydu, yapabildiğim tek şey televizyon koltuğunu yumruklamak ve homurdanmak olmuştu: “Evet be!” Unutulmayan sezondaki gol sevinçlerime alışarak dört yaşına gelen çocuğum, diğerleri yanında zavallı kalan bu kutlamam karşısında “Neden dans etmiyorsun baba?” diye sormuştu. Gerrard’a ne olduğu sorusu gibi bunun da cevabı yoktu.
Crystal Palace karşısındaki sıkıcı oyuna rağmen, Gerrard’ın Anfield’daki son maçı noktalandığında gözler yaşarmıştı. Maç, takımın miadını doldurduğunu ve yakın zamanda bunun değişmeyeceğini gösteren bir tablo gibiydi. Stoke maçını canlı izlemeye tenezzül bile etmedim. Büyükannemi ziyarete gidiyorduk ve cep telefonundan izlediğim bağlantıyı ilk üç golü görünce kapattım. Golünü atmıştı ama ne kendisinin ne de taraftarların gelecek yıllarda bu golü hatırlayacağından şüpheliyim. Öylesine bir öğleden sonraydı.
Yaralayıcı son, birkaç ay beni neredeyse yirmi yıl öncesine götürdü. O yaz İngiliz futbolunun güç dengesi geri alınamayacak şekilde değişmişti. Hindistan’daki taraftarların gün boyunca Premier Lig izlediği günümüzle kıyaslarsak, 1990’ların ortası daha zorluydu. Spor bültenleri ve hafta sonundaki özel programlarıyla, o dönem en güvenilir seçeneğim BBC’ydi.
1996 Federasyon Kupası’nın finali canlı yayınlanmıyordu. Diğer yandan maçtan aşağı yukarı iki saat sonra yakalamam gereken bir tren vardı. Chennai’de, aklımdan hiç çıkmayan, bir aylık fabrika stajı beni bekliyordu. Maçı radyodan dinledim, Eric Cantona’nın son anlarda gelen golü yüzünden duvarı yumrukladım ve çoğunluğunu bulutsuz gökyüzüne doğru bakarak geçirdiğim 11 saatlik yolculuğum başladı.
Roy Evans döneminin ümitle beklenen rönesans olmadığını hissetmiştim. O takım güzeldi fakat Sami Hyypia veya Gerrard tarzı bir lideri içermiyordu. O takım basit goller yemek konusunda uzmanlaşmıştı ve ertesi sezonun iç sahadaki United maçıyla hatırlanıyordu. Beklenen şampiyonlukla kırık kalplerin karışımıydı. Harika goller, güzel oyun ama kazanılmayan zaferler…
Warrington’dan çocukluk arkadaşım David yeteneği görünce tanırdı. 90’ların başında, öz evladımız henüz ilk 11’e girmemişken, beni Steve McManaman hakkında uyarmıştı. Yine de scout işi kanıtlanabilir doğruları olmayan bilim dalıdır. Hâlâ Mike Marsh için daha fazla heyecanlandığını hatırlarım. McManaman Real Madrid’e giderken, Marsh, Kidderminster Harriers’a transfer oldu…
1996 yılının sonlarına doğru, ümit vaat eden genç yeteneklerin kim olduğunu öğrenmek için Liverpool’daki arkadaşlarıma danışmıştım. Herkesten duyduğum ilk isim Michael Owen olurken, Jamie Carragher’dan da beklenti yüksekti. Gerrard’dan söz eden birini hatırlamıyorum ama iki yıl sonra Mumbai’ye taşındığımda alt takımdaki bu çocuk hakkında güzellemeler başlamıştı.
Felaket bir sezon daha geçirmiştik. Evans ve Gerard Houllier’nin takımı beraber yönettiği ilk dört maçta alınan 10 puan bahar havası yaşatmış fakat kış o kadar çabuk gelmişti ki kasım ayında hiçbir iddiamız kalmamıştı. Frank Keating’in Guardian’daki 12 Kasım 1998 tarihli yazısını hatırlıyorum -mideme sıkı bir yumruk yemiş gibi hissetmiştim. İki hafta sonra Gerrard ilk maçına çıkıyordu. Sezona dair beklentim kaybolurken, daha çok iş bulmaya odaklanmıştım.
Sezon ne kadar berbat geçerse geçsin, bazı maçlar için ekran başında olursunuz. Bu maçlardan biri Manchester United’la yapılandır, diğeri de derbi. Everton, Nisan 1999’da Anfield’a geldiğinde ilk işimde mutluydum ve bir hafta izinli olarak kız kardeşimin düğünü için Kerala’ya gidiyordum. Yeni evliler Mumbai’ye uğramaya karar vermiş ve ev arkadaşımla beraber onların şerefine parti vermiştik.
Derbinin 70 dakikasını görmezden gelerek ev sahibi rolümü oynadım. Ama akacak kan damarda durmazdı ve bilgisayarım maçta 2-1 önde olduğumuzu söylemişti. Ben de şeytana uydum, TV olmadan Gerrard’ın çizgi üzerinden çıkardığı pozisyon için radyoya güvenmek zorundaydım. Ancak bitiş düdüğünden sonra misafirlerime, coşkulu bir şekilde yumruk şov yaparken yakalanmıştım.
Birkaç ay sonra babamı ziyaret etmek için Umman’daydım. O zaman Gerrard ilk 11’e girmiş fakat ilk golünü henüz atmamıştı. Sheffield Wednesday’in Anfield’a konuk olduğu akşam arkadaşlarımda kalıyordum. Küçük bir çocukları vardı ve erkenden uyumuştu. O maç 4-1 bitmiş olabilir ama uzun süre dengeli gitmişti. 69. dakikada Gerrard orta sahadan aldığı topla rakiplerini çalımlayarak ilerliyordu, penaltı noktasına geldiğinde koşusunu bitirdi ve sağ ayağıyla topu filelere gönderdi. O kutlamak için çimlerin üzerinde kayarken ben de avazım çıktığı kadar bağırıyordum. O an eğer fotoğrafım çekilmiş olsaydı, Edvard Munch’ın Çığlık tablosundaki ifadeyi aynen yüzümde görebilirdiniz.
Güzel günlerdi. Houllier yönetiminde beş yılda ilk kez United’ı yenmiştik. Birkaç ay sonra Gerrard’ın füzesi Anfield’de Fabien Barthez’i mağlup etmiş ve Şampiyonlar Lig’ine katılmayı garantilemiştik. O senenin mayıs ayında, Alaves’e karşı oynadığımız Uefa Kupası Finali’ni Bangalore’da izlemiştim. Yanımda bir Fin, bir Brezilyalı ve bir de Bask arkadaşım vardı. Solcu görüşlerini sevdiğim, Corinthians taraftarı arkadaş güçsüz olanı desteklemek konusunda ısrarcıydı. Sadece Real Madrid nefreti konu olduğunda kavgacı olan Bask tarafsız kalmıştı, yine de soydaşlarının kazanmasını ister gibiydi. Fin küçükken Everton’ı tutsa da artık Liverpool tarafındaydı.
Sağlıklı bir kalp ve bol miktarda alkol olmadan o akşamdan sağ çıkmazdım. Owen tarafından güzelce sarhoş edildikten sonra Gerrard ikinciyi atmıştı. Kupa bizim gibi görünüyordu. Ancak Cosmin Contra, Carragher’ın belini bükmüş, Javi Moreno iki müthiş gol atarak maçı altın gollü uzatma devrelerine taşımıştı.
Oradan Liverpool’un fevkalade olduğunu düşünerek ayrıldım. Sonraki sezon ligi muhteşem Arsenal’ın arkasında ikinci sırada bitirmiştik. En sevdiğim hatıram Old Trafford’da Danny Murphy’nin Barthez’i plase vuruşla avlamasıydı. Asist Gerrard’ın nefis falsolu pasıydı.
2003 yılının ilk aylarında, müstakbel eşim olacak kızla aynı evde yaşamaya başladığımızda Houllier’li ilk yılların iyimserliği yerini giderek hayal kırıklığına bırakıyordu. Takıntımla birkaç ay sonra Lig Kupası Finali’nde tanışacaktı. Kablolu yayının kesilmesi başlama vuruşunun 15 dakika öncesine denk gelmişti. Gözüm dönmüş şekilde atıp tuttuktan sonra yürüme mesafesindeki internet kafeye hücum ettim. Takımdan hiçbir beklentim olmamasına rağmen yine küfürler ve bağrışmalar içerisinde bir maç izledim. Gerrard ve Owen United’ı öğle vakti karanlıkta bırakmıştı.
Kazanılan kupayı saymazsak, Houllier yönetimindeki son iki sezon hüsranla sonuçlanmıştı. Owen ve Gerrard gibi oyuncuların neler hissettiğini sadece tahmin edebiliyorum. Owen Real’e gitti ve ben Gerrard’ın Chelsea’ye gitme ihtimaline teslim olmuşken Rafael Benitez ilk sezonunda Premier Lig ile başa çıkabilmek için çok ciddi bir mücadele başladı.
Avrupa kupaları ise bambaşka bir hikâyeydi. Gruptan çıkmadan önce Liverpool felaket bir tango gösterisi yapmıştı. Üç farkla mutlak kazanmamız gereken ama ilk yarısını 1-0 geride kapadığımız Olimpiakos maçının devre arasında yatmaya karar verdim. Uykum kaçtı ve hem kanepeye hem de çılgın bir 45 dakikaya geri döndüm. Dünya o maçı, Gerrard’ın şutu ve ona eşlik eden Andy Gray ile hatırlıyor: “O nasıl bir şut be oğlum, nasıl bir şut!” Ertesi sabah, kız arkadaşım “Onlar kazandı değil mi?” diye sormuştu.
Chelsea’yi yarı finalde elediğimizde, ona “Gitmeliyim” dedim; “Ömrüm boyunca başka büyük kupa finali göremeyebilirim.” Beni, bunun anlamının biriktirdiğimiz paranın çoğunun harcanacağı olmasına rağmen durdurmadı.
Sezon sonunda Gerrard’ın Stamford Bridge’e gideceği söylentileri sebebiyle İstanbul’daki finalin havasına biraz kuşkuculuk hakimdi. Bazılarımız bu ihanet ve incinme karşısında, Xabi Alonso’nun milimetrik paslarının, kendisinin biraz yavaş olmasına rağmen takım için daha değerli olduğunu söyleyerek kendimizi avutuyorduk. Ama o gecenin adamı Gerrard’dı. Onun iradesi olmasa geri dönüşü gerçekleştiremezdik. İlk golden sonra onu taraftarları coştururken hatırlayınca hâlâ tüylerim diken diken eden oluyor. Altı çılgın dakika boyunca Milan’ın nasıl bir ses çığı altında kaldığına başka yerde şahit olmadım.
Gerrard takımda kaldı, fakat izleyen yıllar zirveye çıkmaktan ziyade düşüşler ile geçti. 2006’da Liverpool FA Kupası finalinde West Ham ile karşılaşırken Mumbai’de amcamın evindeydim. Bu sefer edebimle oturdum, Liverpool’un her golünde mideme yumruk yemiş gibi hissetsem de sesimi çıkarmadım. Herhangi bir spor dalında bir sporcunun oyunu bu kadar domine ettiğini hatırlamıyorum. Gerrard en parlak günlerindeydi. Djibril Cisse’ye yaptığı gollük ortadan sonra bir değil iki gol atarak maçı kazanmayı hak ettiğini gösterdi. West Ham daha iyi olan taraftı ve kabul etmeliyim ki onları teselli etmek mümkün değildi.
2004-05 Şampiyonlar Ligi yürüyüşü rüya gibiydi çünkü takım ligde rezalet bir sezon geçirmişti. 2007 yılının başında Benitez istediği oyunculara ziyadesiyle sahipti. Fernando Torres takıma katılmıştı ve bu sefer Avrupa’nın elit takımları arasından sıyrılmak daha tahmin edilebilirdi. Bu durumu Barcelona karşısında deplasman golleriyle kazanılan meşhur zafer perçinliyordu. Maçtan birkaç gün önce Kriket Dünya Kupası için Karayipler’e gitmiş, daha yapacak bir sürü işim varken sabah vakti maç izlememiştim, ki bu oldukça garipti.
PSV ile oynanan her iki çeyrek final maçını -ve Hollanda’daki ilk maçta Gerrard’ın attığı hayati ilk golü- Guyana ve Barbados’dan izledim. Chelsea’nin Anfield’da, Joe Cole sayesinde cılız şekilde öne geçişini izlediğimde Jamaika’daydım. Eve döndüğüm zaman ikinci maç oynanıyordu. Jet-lag olmuş, zombi gibi maç izlerken, Daniel Agger’in golü bütün yorgunluğumu alıp götürdü. O adrenalin ile penaltıları da izledim ki ertesi günün tamamını uyuyarak geçirmiştim.
Bu sefer kupayı göremedik. İstanbul’da şansımızın yaver gidişiyle alınan başarıyı kabul etsem de Torres’in eksik kalan parça olmadığı açıktı. Liverpool’un o sezon da kupayı kazanabileceğini düşünüyordum, yine de Chelsea’nin bir rakip olarak nasıl oynadığını bilmek Yunanistan’daki final yolunda takımın işine gelmişti.
2009 yılına gireceğimiz yılbaşını ailemle Kerala’da geçirirken 20 yıllık bu çilenin bu sene biteceğine emindim. Sezon sonuna doğru Gerrard lige damgasını vurmuş, 20 maç sonunda 45 puan toplamıştık. Sonra gece kulübü hadisesi meydana geldi, saldırı suçlamaları ve üç maç üst üste alınan beraberliklerle şampiyonluk yarışından vazgeçildi. Kaçan şampiyonluk ve fırsatlar düşünülünce, çoğu insanın aklına Chelsea maçında kaybedilen puanlar geliyor…
Liverpool, Old Trafford deplasmanına gittiğinde, ben Cochin’deki ailemi ziyaret ediyordum. Gerrard, Torres ve arkadaşlarının sorumsuz hâline kuduran halimi gören dayım, şaşırmış halde “Hâlâ ciddiye alıyor musun?” diye sormuştu. Kursağımda kalan sevincimin nedeni kupanın Alex Ferguson’un ellerinin arasında olduğunu fark edebilmekti. Birkaç hafta sonra, Durban’da kutlama yapan United taraftarlarıyla dolu bir bardan sessizce gözden kaybolurken bu gerçeği tekrar öğrendim.
O zamanki kız arkadaşım -şimdiki eşim- ümitsiz durumu anlamaya başlamıştı. Ruhunu teslim ederek büyük sabırla benim futbol hakkındaki nutuklarımı dinliyordu. Yanımda maç izleyerek tişört isteyecek kadar Gerrard taraftarı olmuştu. Evlilik işlemleri için uğraştığımız gün o tişörtü giymesinin beni ne kadar sevindirdiğini siz hesap edin. Hayatınızda yaptığınız seçimler konusunda bu kadar büyük desteği genellikle bulamıyorsunuz.
Eşimin en yakın arkadaşlarından biri, eşi ve beş aylık bebekleri bize misafir geldiğinde, Chelsea de 2014 yılı için Anfield’a gelmişti. Enişte bey, Cornwall’da büyümüştü ve nisan-mayıs aylarının Liverpool için kupa kazanma zamanı olduğunu hatırlayacak kadar yaşı vardı. Gerrard’ın ayağı kayıp düştüğünde yan yana oturuyorduk ama onun suratını buruşturduğunu hissedebiliyordum. Bitiş düdüğünden uzun bir süre sonra sersemlemiş şekilde oturup kalmıştım.
O akşam, kızımı yatırmaya hazırlanırken yüzüme yayılan gülümsemeyi anlatamam. Kırmızı Liverpool pijamalarını giyiyordu ve kasvetli yüzümü görünce “Babacım çok mu üzgünsün?” diye sordu. “Biraz” diye cevapladım. Bunun üzerine hemen bana ‘kemik kıran sarılış’ından bir tane verdi. Gözlerinin içi parlayarak “Ben bir Liverpool kızıyım” dedi. Bense hüngür hüngür ağlamamak için kendimi zor tuttum.
Gerrard’ın kızlarıyla birlikte son maçına ait bir fotoğrafı kızıma göstermiştim. Bana oraya gitmek ve maç izlemek istediğini söyledi. 2011’den beri oraya gitmemiştim ama kızımı maça götürdüğümde Gerrard’ın antrenör ekibinde yer alacağına dair bir hissim var.
Hindistan ve Birleşik Krallığı saymazsak, Gerrard’ı televizyondan veya canlı izlediğim ülkeler arasında Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Malezya, Singapur, Avustralya, Güney Afrika, Guyana, Barbados, Jamaika, Hollanda, Pakistan, Sri Lanka, Türkiye aklıma ilk gelenler. “King” Kenny Dalglish kadar kupa kazanmadı ya da “Patron” Souness gibi değildi. Zafer dolu zamanlardan kalma hatıralarını unutmaya başlayan taraftarlar için, ümidi simgeliyordu Gerrard. Bazıları onun basit saç tıraşına, müzik zevkine ve sahanın içindeki ve dışındaki hatalarına gülebilir. Bizim için o her zaman korkularımızın ve rüyalarımızın paratoneriydi. LA Galaxy adına o yabancı formayla ne kadar gol atarsa atsın, hep bizden biri olacak. Bir kere kırmızı olan daima kırmızı kalır… Dizlerinin üzerinde korner direğine doğru kayarak.
Çeviri: Toygar Çalapöver