Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GündemYorumBenim Şehrim

James Blake'in New York'u güzel anılarla dolu. Öyle ki son yaşananlar bile fikrini değiştiremedi...

*New York Maratonu’nu 4 saatin altında bir dereceyle tamamlayan James Blake’in, çok sevdiği şehrini anlattığı yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Benim için New York hep vardı.

Şehir hep bir parçam oldu. New York’un yapısı -hepsi, iyiden kötüye ve tekrar iyiye- hayatımın inşasında kaçınılmaz bir rol oynadı. Şimdi New York Maratonu’nu koşmak için evime dönüyorum. Bu ilk maratonum olacak ancak benim için pek çok nedenden dolayı özel.

En önemlisi, 11 sene önce kanserden kaybettiğim babam Thomas için koşacağım. Her kilometrede o, benimle olacak. Yorulduğum zamanlarda, aklıma onu ve vakfımı (James Blake Foundation) getireceğim. Kanserle savaş için farkındalık ve maddi güç üretme çabasındayız.

Antrenmanlarımı ve yarış günü planlarımı tamamladıktan sonra bu şehrin, neden benim için bu derece özel olduğu bir kez daha açıklığa kavuştu. Maratonun 42.2 kilometresi New York’a ‘evim’ diyen herkes için, bambaşka bir hikaye anlatıyor.

Çok yakın zamanda, New York hikayeme talihsiz bir bölüm eklendi.

Ancak bu sadece bir küçük bölümden ibaret. Benim New York’um ise bu bölümlerle dolu. Her biri, bugün olduğum insanı yaratma yolunda beni şekillendirdi. Maraton benim için, hem şehrimde atılan bir tur hem de hikayemi anlatmanın bir yolu olacak.

Haydi en başa gidelim…

Tenise aşık olduğum yer Harlem’di.

7-8 yaşlarındayken, nasıl oynanması gerektiğini burada, ‘çocuklar için tenis programı’nda öğrendim. Orayı özel kılan herkesin ücret ödemeksizin oynamasıydı. Tek yapılması gereken şey, korta okuldan aldığınız karne ile gitmekti. Eğer not ortalamanız yeterince iyiyse, bedavaya oynayabilirdiniz.

James Blake hits a volley against Andre Agassi during the first round of the Mercedes-Benz Cup, Tuesday, July 24, 2001, in the Westwood section of Los Angeles. (AP Photo/Kevork Djansezian)
James Blake profesyonel tenis yaşantısına 1999 yılında başladı. (AP Images)

Kortlara ‘cephanelik’ denirdi. Babam, onların inşasında payı olan gönüllülerden birisiydi. Hayatı boyunca sıkı çalışmanın önemini çok iyi bildi. Her sabah tüm o koca binanın merdivenlerini kapsayan turlar atar ve -sonunda- aşağı inmeyi başarırdık. Tam hatırlamıyorum, sanırım üç veya dört tur… Yedi yaşında bir çocuğa, bunun 100 gibi geldiği aşikar.

Ancak bu, içten içe hep hayranlık beslediğim bir şey oldu. Her sabah yaptığımız tüm o ağır çalışmaları hatırlıyorum. Binada, ‘cephanelik’te… Bunları tamamlayınca ne kadar iyi hissettirdiğini hatırlıyorum. O zamanlar bunu çok anlamazdım. “Bu çok yorucuydu, neden bu kadar iyi hissediyorum?” diye kendime soruyordum. Şimdi baktığımda o kafa karışıklığının bana iş etiğini öğrettiğini görüyorum. Babam bunu en iyi şekilde kimliğimin bir parçası haline getirmişti ve bu New York’la olan ilişkimde de kilit bir noktadaydı.

Uzunca eve dönüş yolumuzda, sadece babam, abim ve ben olduğumuz zaman, gürültülü bir uykuya dalardım. Çok yorgun ve çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. New York hep çok çalışmak demekti, ancak buna değiyordu.

Central Park ve tüm o çevre… Aşık olduklarımın başında geliyorlardı. Ancak New York yaşantımın en temel unsurlarından biri pizzaydı. Tenis sonrası ev yolunda, her zaman pizza için dururduk. Bizim için New York pizzası büyük dilimler, kağıt tabaklar ve bir dolar demekti. Evet, dilimi bir dolar. Bunu alt edemezdiniz!

Tıpkı her insanda olduğu gibi, babamla ilgili ilk hissiyatım, tamamen ona benzemeye çalışmaktı. O profesyonellerin profesyoneli, tek dilim pizzasını dürüm gibi katlayarak yiyen adamdı. Ve ben, tenis kıyafetleri giymiş ve onun yarısındaydım… O koca pizza dilimini sarmanın, onu babam gibi yemenin yollarının arıyordum.

Tabii çok yavaştım. Ayrıca bu esnada üzerime damla damla yağ akardı ve en sonunda tenis kıyafetlerim yağa bulanmış olurdu. Ağzımda da öyle çok bir pizza olmazdı. Söylediğim gibi amatördüm. Sonra yenilgiyi kabul ettim ve normal stile döndüm. Bugün hâlâ pizzamı bu şekilde yiyorum. (Sorarsanız diye: Sadece peynirli pizza severim)

Bir çocuk olarak aile üyelerimize baktığımızda genelde önemli özellikleri şekillenir değil mi? Hayat prensipleri gibi bize yön verirler ve bir yetişkin olma yolunda yardımcı olurlar. Ancak kimi zaman küçük şeyler de var. Bunlardan biri tenis antrenmanlarımız sonrasında hep dikkatimi çekendi; babam, tüm New York’un, pizzasını katlayarak yerken en cool görünen adamıydı.

New York Mets pitchers Bob Ojeda, left, and Sid Fernandez butt heads together on the field at New York's Shea Stadium Monday, Oct. 27, 1986, during their pre game ritual prior to the start of the seventh game of the World Series against the Boston Red Sox. (AP Photo/Paul Benoit)
Mets’in 1986 yılında kazandığı şampiyonluk, James Blake’in hayatında önemli bir yer tutuyor. (AP Images)

Flushing, Queens ise Mets’e aşık olduğum yerdi.

1986 yılında altı yaşındaydım ve Mets, şampiyonluğu kazanmıştı.

Şu komikti: Şampiyonluktan dolayı tabii ki mutluydum (yatağa gidiş saatim ertelenmişti) ama o yıldan hatırladığım belki son şey, ailemin buna ne kadar mutlu olduğuydu. Özellikle annem 60’lardan beri bir Mets taraftarıydı. (Hani her aile üyesinin, sürekli anlattığı hikayeler vardır ya, annemin hikayesi Tom Seaver’dı.) Ve -nasıl olduysa- Mets, Red Sox’ı yedi maç sonunda geçmeyi başarmıştı.

Buradan en çok aklımda kalan şey, sporun onlara nasıl katıksız, saf bir mutluluk getirdiğiydi. Gençlik döneminde duygusal anlayışınız, çevrenizdeki büyüklerin davranışlarına göre şekil alır ancak o şampiyonluk anında onlar çocuk gibi, benim gibi davranıyordu. Heyecan verici ve oldukça eğlenceliydi.

Herkes Mookie’yi severdi ama Mets’te benim adamım Darryl Strawberry’ydi. Gerçekten çok görkemli bir oyun oynardı. Yani şimdilerde oldukça büyük ve fiziksel açıdan güçlü sporcular var ancak Darryl’nin büyüklüğünü açıklamak oldukça zor. O devasa fiziği ve sopa sallama hareketiyle ürettiği home-run’lar büyüleyiciydi!. Darryl o yıl adeta sahaya çıkmış bir yarı tanrıydı.

Aslında ben de, Shea’nın (eski Mets stadyumu) hâlâ orada durduğu son sezonda, içeri girip bazı vuruş alıştırmaları yapmıştım. Size dürüst olacağım, bir tane bile isabet ettiremedim. Miami ve Houston gibi bazı başka stadyumlarda fena vuruşlar yapmadım. Ancak Shea… Adamım bu aramızda kalsın.

Ve tabii sonrasında Citi Field açıldı ve annemle maç izlemeye gittik. Shea’yı seviyordum ve bana kalırsa kendine has bir büyüsü vardı. Geliştirilmiş Citi Field da hiç fena değil. Modern ve klasiğin bir karışımı yaratılmış. Seyirci açısından da oldukça havalı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu sıralar da baya havalıymış çünkü Mets’in epey iyi gittiğini duydum.

Flushing’de ise Amerika Açık aşkım başladı.

Şunu söylemem gerek, burası artık büyüdüğüm ve kendi başıma bir profesyonel sporcu olduğum yerdi.

İlk wild card’ımı hatırlıyorum. 1999 Amerika Açık’ın ana tablosunda oynamıştım. Bu insan yığını benim için mi buradaydı? Ben, yani hiç kimse, “yerel çocuk.” O maç bir felaket gibiydi. Bir Grand Slam maçında yaşadığım en kötü mağlubiyetti. Nasıl bu denli hızlı bitmişti? Nasıl orada olmaya hak kazandığımı bile düşündüm. Belki sadece Challenger seviyesi kadar iyiydim ve henüz büyüklere hazır değildim. Bu, benim hissettiğim ve oraya çakılışımı görmeye gelen insanlara hissettirdiğim şeydi.

Bir daha bu hissi yaşamamaya yemin ettim.

Büyük kortlarda çıktığım ilk maç ise Lleyton Hewitt karşısındaydı. 21 yaşında yine bir wild card olarak, karşı köşemde dört numaralı seri başı ve olası bir şampiyonluk adayını görüyordum. Nasıl olduysa setlerde 2-1 öne geçmiştim ancak sonrasında vücudum gerginliğini dışa vurmuştu. 15 bin kişinin önünde utanç verici bir şekilde kusmuş ve son seti 6-0 kaybetmiştim.

James Blake leaves the court after being defeated by Ivo Karlovic, of Croatia, in a first round match at the U.S. Open tennis tournament Thursday, Aug. 29, 2013, in New York. Blake is retiring from tennis after the US Open. (AP Photo/Darron Cummings)
2005 ve 2006 yıllarında favori turnuvasında çeyrek final oynadı. (AP Images)

Lleyton maç sonrası hakkımda ırkçı yorumlar yapmakla suçlanmış ve bu sözde yorumlar bir medya çılgınlığına dönüşmüştü. Bir anda nasıl olduysa insanlar annem ve babamın yaptığı evliliği, ırkımı ve beni konuşmaya başlamıştı. Basın toplantısında da bir şekilde tüm bunlarla başa çıkmıştım. Babam beni kenara çekip şöyle demişti: “Bak, orada ne olduğunu biliyoruz. Seni doğru yetiştirdik ve hep arkandayız. Söylemen gerekenleri söyleyeceğin konusunda sana güvenimiz tam.”

Tüm bunları nasıl yapabilmiştim?

Sonrasında bu durumu Lleyton ile özel olarak konuştuk. Tabii idolüm Arthur Ashe’in yolunu ve efsanesini çok ciddiye alıyordum ancak tenisimi de ciddiye almalıydım. Turnuva sonrası beni en çok rahatsız eden şey, Lleyton’ın söylediklerinden ziyade, o maçı kazanmam gerektiğiydi.

2005 ve 2006 yıllarında arka arakaya oynadığım çeyrek finalleri hatırlıyorum. Amerika Açık tüm dünyada en sevdiğim turnuvaydı. Bütün o erken uyanışlar, uzun araba yolculukları ve ağır çalışmalar meyvelerini vermiş ve kariyerimin en iyi sonuçlarına dönüşmüştü. Bir sürü insan bu ulusal çapta şöhret kazanmış yerel çocuğu turnuva boyunca izlemeye geliyordu. Ben nasıl bu kadar tanındığımı düşünürken onlar kendilerine bir isim bile takmıştı: “J-Block.”

Sonra kendimi o üçüncü tur maçında buldum. Arthur Ashe Stadyumu’nda ve iki numaralı seri başı Rafael Nadal karşısında. Kendime, sonuç ne olursa olsun üzerimde bir baskı olmadığını ve kaybedecek bir şey kalmadığını söyleyip durdum. Bu koca bir yalandı. Kalbim göğüs kafesimi patlatıp dışarı çıkacakmışçasına atıyordu ve sinirlerim çok gergindi. Bir anda, “tanrım” dedim. “Aslında bu adamı yenebilirim.” Dört sette ikna edici bir şekilde kazanmıştım. Hatta son set skoru 6-1’di.

Çeyrek finalde Andre Agassi’ye kaybettiğim maç, turnuva tarihinin en iyi maçlarından biriydi. Mutlu edici olduğu kadar kalp kıran cinstendi de. Metroda, parkta, sokakta…Yıllar sonra ne zaman şehre dönsem insanlar yanıma gelip hâlâ bu maçtan bahsediyor.

Sevdiğiniz stadyumda olmanın, sevdiğiniz oyunu arkadaşlarınız ve şehrinizin önünde oynamanın çok başka bir büyüsü var. New York’ta tenis oynamak gibisi -gerçekten- yok. Ve tabii New York gibisi de…

Ancak en sevdiğiniz şehrin bile bazı kusurları olabiliyor. Onun bile ellerinde biraz kir var. Bunu geçen ay bir NYPD (New York Polis Departmanı) memurunun şiddetli eylemi ile tecrübe ettim.

Diğerlerinden farklı olmayan bir New York gününde, hazırlıksız yakalanmış, itilmiş ve yerde sürüklenmiştim. Ve bu sadece nasıl göründüğüm ile alakalıydı.

Bu konuda hâlâ çok ama çok kızgınım.

Ama sinirli olduğum şey -hali hazırda iyileşen- çürüklerim ve yaralarım değil. Öfkeliyim çünkü bunun yeniden kimsenin başına gelmesini istemiyorum. Hayal kırıklığı yaşıyorum çünkü sorumluların hesap vermesini sağlayacak; sevdiklerimin, komşularımın ve diğer New York sakinlerinin bunları yaşamayacağını garanti edebilecek bir sistem yok.

NYPD memurlarının büyük çoğunluğu, bu görevlerini onurla yerine getiren kahramanlar. Onlar bizi koruyor. Ancak farklı bir perspektife sahip ve görünmez gibi algılanan küçük bir grup var. Bu bazıları, güçlerini orantısız bir şekilde kullanıyor ve dokunulmazlıkları ile bundan sıyırmaya çalışıyor. Bu tabii ki sadece bir azınlık ama çoğunluğun da kötü görünmesini sağlarken, halkla polis arasındaki ilişkinin açılmasına da sebep oluyor.

James Blake, second from right, talks to members of the media as his attorney Kevin H. Marino, right, looks on outside City Hall in New York after leaving the building Monday, Sept. 21, 2015. Blake, a former tennis star, was tackled during a mistaken arrest by a New York City police officer on Sept. 9. (AP Photo/Tina Fineberg)
Belediye Başkanı Bill de Blasio ve Polis Şefi Bill Bratton, James Blake’le bu konuyu yüz yüze görüştü. (AP Images)

Bu hikayeme benzeyen çok olay var ama o insanlar benim sahip olduğum platforma sahip değil. Kendi kendime, “Eğer profesyonel tenis oyuncusu James Blake olmasaydım, hikayem akşam haberlerinde yer alıp, belediye konağına çağırılır mıydım?” diye sordum. “Bunu hâlâ konuşuyor olur muyduk?”

Hadi açık olalım. Hikayem iki sebepten ilgi gördü. İlki, insanlar adımı biliyor. İkincisiyse yaşadığım olayın bir video kaydı var. Bu kadar. New York’ta her yıl 4 binin üzerinde, polisin vatandaş üzerinde orantısız güç kullandığı vaka gerçekleşiyor. Bu kimselerin hangisi belediye konağına çağrılır ki?

Olayın ardından beni arayan, bana yazan ve sokakta durdurup kendi hikayelerini paylaşan insanların sayısını söyleyemem bile. Hepsinin polis tarafından yanlış anlaşıldığı olaylar var ve çoğu benim başım gelenden daha kötü. Kameralara yakalanmamış sayısız polis şiddeti olayı, kendisine inanılmayan ve bir tanığı olmayan epeyce kurban…

Belediye Başkanı Bill de Blasio ve Polis Şefi Bill Bratton’a, kendileri ile buluşmamı istedikleri için büyük saygı duyuyorum. Onlara iki temel noktayla gittim; bana bu şekilde davranan polis memurunun bunun sonuçlarını görmesi ve güçlerini kötüye kullanan tüm bu polislerin daha şeffaf bir hesap verme süreci ile cezalandırılmaları gerekliliği.

Rozet bir polise tüm istediklerini yapıp bunu saklayabilecekleri bir örtü olsun diye verilmiyor. Hesap verme sistemi olmadan insanlar polise nasıl güvenebilir? Bir başka benzer olayın yaşanmayacağının garantisi nerede?

Belediye başkanı ve polis şefi beni dinledi. Bu işin peşine düşeceklerine dair anlayışlı ve umut verici bir tavırları vardı. Kapıdan çıkarken, daha yapılacak çok işin olduğunu biliyordum ancak bu sağlam bir başlangıçtı.

Polis Departmanı gibi büyük bir kurumda bazı şeyleri günler ve haftalar süresinde değiştiremeyeceğimizi biliyorum. Ne kadar sürerse sürsün bu işin peşindeyim. Bana destek verecek herkese de şimdiden minnettarım. Ancak en çok şehrime, New York’a şükran duyuyorum. Tüm bu süreçte bana karşı iyi olmaktan başka hiçbir şey yapmadılar.

Bunu bir mücadele olarak aldım ve üzerine bu şekilde konuşabilmenin bir ayrıcalık olduğuna inandım. Geçtiğimiz haftalarda yolumu kesip, “Tüm New York halkı adına sizden özür dileriz” diyen çok insana, “Özür dilemenize gerek yok. Zaten bana karşı harikaydınız” cevabını verdim.

Bir kötü olay, bu şehri benim için mahvedemez. New York’ta çok özel hatıralarım var ve burayı çok seviyorum.

Sevdiğiniz bir şeyin gitmesine izin vermezsiniz.

Sadece onu daha iyi yaparsınız.

Çeviri: Aras Yetiş(@arasyetis)

 

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce
Sıfır

Sıfır

3 sene önce