*Arron Afflalo’nun bu yazısı, ilk olarak Players Tribune’de yayımlandı.
Kaplamalı, çikolatalı, ayı pençesi, gökkuşağı şekerli… Her sabah okula giderken, eski usul pembe kutular taşıdığımı görebilirdiniz. Henüz 13 yaşındayken, Compton’daki ortaokulumun otoparkında, üzerine kâr payı koyduğum donutları satardım. Bu benim ilk düzenbazlığımdı ve iyi bir taneydi. Babam, Los Angeles’taki imar dairesinde çalışıyordu ve her sabahın 6’sında beni uyandırırdı. Onun iş yerine doğru gittiğimiz bu sabahlarda, beni yolunun üzerindeki bir pastanede bırakırdı.
Kâr marjları, işte bu pastane günlerinden birinde kafamda şekillenmişti. Donutları tanesi 50 sentten alacak ve çocuklara 1 dolar karşılığında satacaktım. Sattığım her donut başına 50 sent kâr! Okul hemen başlamadan önce sabahları otoparkta gördüğüm yaklaşık 50 çocuk vardı. Bu da günde 25 dolar kâr elde edebileceğim bir piyasaya sahip olduğumu gösteriyordu. Yani öyle olması gerekir değil mi? Herkes donutları sever!
Hesap kabaca buydu ama bir problem vardı. Dört düzine donut almak istiyorsam, 25 dolar ödeme yapmak zorundaydım. İlk ekonomik dersimi böylece alıyordum. Nakit paraya ihtiyacım vardı. 25 dolar kâr sağlayabilmek için 25 dolar gerekliydi. Ve 13 yaşındaki ben, bu paraya sahip değildim.
Hâl böyle olunca tüm çocukları, bana donut paralarını bir gün önce vermeleri için ikna ettim. Öğle yemeğinden hemen önce, herkes acıkmışken, elimde sipariş kağıdıyla dolaşır ve yarın kimin hangi donutu istediğini kaydederdim. Siparişinizi alıyorum ve ertesi sabah taze donutunuz sizi bekliyor. Bu teklifi kim geri çevirebilirdi ki?
Hatırlıyorum da, Compton’daki 2000’li yıllarda bir nevi insanlardan bana para emanet etmelerini istiyordum. Bana güvenmelerini bekliyordum. Bu süreçte hayatın birçok yanından insan tanıdım. Çete üyeleri, inekler, atletler, öğretmenler, yemekhane görevlileri… Hepsinden bana para verip, karşılıksız bir güven duymalarını bekledim. Ve bu beklentiler sonucu hayatımın hiç unutmadığım, en kıymetli derslerinden birini aldım: Eğer sözünü tutarsan ve insanlar gözü kapalı bir şekilde sana güvenirse, bu tüm sınırların aşacak bir şeydir.
Ayrıca bu donut satıcılığı, iş dünyası maceralarımın sadece başlangıcıydı. Kafamda hep bir düşünce vardı. İşleri nasıl bir üst seviyeye taşıyabilirdim? Nasıl günde 100 dolar kazanacak duruma gelebilirdim? Dediğim gibi, donutlar bir başlangıçtı. Krallığımın kuruluşu birkaç yıl sonraya denk gelecekti. Pentium 3 bilgisayara kavuştuğum o güne…
Liseye başladığım dönemde, Napster ve Kazaa altın çağlarını yaşıyordu. iPod, işleri değiştirmeden hemen önceydi. O dönemlerde herkes internette bulduğu şarkıları CD’lere kaydederdi. Ortalık Vahşi Batı gibiydi. İstediğin her şeyi elde edebilirdin.
Compton’daki herkes o günlerde yeni 50 Cent albümünü veya az önce radyoda çalan Jay-Z şarkısını isterdi. Ama bu grubun çoğu Best Buy’a gidip, bir CD’ye 15.99 dolar verecek ekonomik duruma sahip değildi.
Ben de tam burada büyük bir pazarlama fırsatı gördüm. Her zamanki gibi yine ilk olarak kâr marjlarını düşündüm. Babam her şeyini Costco mağazalarından alırdı. Bu, adeta onun karakterinin bir parçasıydı. Bir gün bana 25 dolara 100’lük CD paketlerinden alabileceğini söyledi. Bu, CD başına 25 cent anlamına geliyordu. Kendi hazırladığım CD’lerden her birini 5 dolara satsam, her satışta 4.75 dolar kâr yapacaktım.
Ama bir kez daha üretim zincirimde bazı sıkıntılar oluşmuştu. En iyi sisteme sahip değildim. Evimizde 56K modem vardı. O felaket sesi hatırlıyorsunuz değil mi?!
Ayrıca 56K modemle her bir şarkıyı indirmek inanılmaz zaman alıyordu. Bağımsız bir albümü CD’ye yükleyebilmek için bir saatten fazla beklemem gerekliydi. Saat başına 4.75 dolar? McDonalds’ta çalışarak da bunu elde edebilirdim. İşleri büyütmenin yolu eve bir DSL modem almaktan geçiyordu. Babamla konu hakkında yaptığım konuşma şöyle gitmişti:
-Baba bence internet bağlantımızı yenilemeliyiz. DSL’e geçmemiz gerektiğini düşünüyorum.
-Bu bana ne kadara malolacak?
-40 dolar civarı.
-40 dolar mı?!
Pek parlak değildi… Bunun üzerine DSL modemi kendi başıma aldım. Buna bir yatırım olarak bakıyordum ve kısa zamanda karşılığı da gördüm. İndirme hızım beklenenin çok üzerine çıkmıştı. Bir tam CD’nin üretim süresi 20 dakikaya kadar inmişti.
Elbette kalite kontrol konusunda çok dikkatliydim. İndirdiğim her şarkıyı sonuna kadar dinliyor, bozuk veya virüslü olup olmadığını kontrol ediyordum. Eski Napster günlerinde yaşayan herkes, indirdiği bir şarkının sahte çıkmasıyla meydana gelen o korkunç sesi hatırlayacaktır.
Yeni modemle birlikte dünya kısa sürede değişti. Bir CD’ye mi ihtiyacınız var? Arron’a gelin. 50 Cent’in Get Rich or Die Tryin’ albümü çıktığında o kadar istek aldım ki, ön sipariş sistemini başlatmak zorunda kaldım. İnsanlar listede üst sıralara çıkabilmek için bana önceden ödeme yapıyordu. Bu çılgıncaydı.
2003 yılında Compton’daki bir arabada In Da Club dinliyorsanız, o CD’nin Arron Afflalo tarafından yapılmış olma olasılığı çok yüksektir. 50 Cent, adamım üzgünüm ama o yaz senin üzerinden muhtemelen 200 dolar kazanmışımdır.
CD yapma işine giderek bağımlı hâle geliyordum. Tüm gece şarkıları indirmek için bilgisayar başındaydım. Odamda hem bu işi yapabileceğim hem de egzersizlerime zaman ayırabileceğim bir düzen kurmuştum. CD’leri yazarken ağırlık çalışıyordum.
Her 15 dakikada bir ağırlıkları bir kenara bırakırdım. Sistem tıpkı pastanedeki gibiydi. Her 15 dakikada bir 5 dolar daha… Her gece saat 3-4’e kadar ayaktaydım. Bir dönem o kadar çok talep aldım ki, her 15 dakikada bir alarm kurup masamın üzerinde kestirmek zorunda kalıyordum. Masanın üzerinde öylece uyuyakaldığım geceler olurdu. Sonra alarm çalardı ve bilgisayara yeni bir CD yerleştirme zamanı…
Babam başlarda bu duruma çok sinirleniyordu. Ama notlarım çok iyiydi ve artık ondan para istemiyordum. Ortada söyleyebileceği pek fazla şey kalmıyordu. Bir müddet sonra öğretmenlerim bile işimin rüzgarına kapıldı. Eskilerden bir şey yapıp yapamayacağımı merak ediyorlardı. Problem değildi. The Hot Boys’un hemen yanına Marvin Gaye şarkıları indirmeye başladım.
CD işlerinde müşterilerinden biri, okulumdaki Kendrick Duckworth isimli çocuktu. Hip-hop’la çok ilgiliydi. Benden, 1996 yılından bir klasik olan Jay-Z’nin Reasonable Doubt’unu istemişti. Elinizi kolunuzu sallayarak mağazalara gidip bu albümleri alamazdınız. Çok pahalıya patlardı. Ancak bana gelirseniz ödediğiniz miktar yalnızda 5 dolar’dı.
Sonunda Kendrick kendi müziğini yapmaya başladı. Gayet de iyi bir iş çıkarıyor. Onu duymuş olabilirsiniz. Şimdilerde Kendrick Lamar ismini kullanıyor.
Küçükken yaşadıklarımı ballandırarak anlatmayacağım, Kendrick’le birlikte zor bir yerde büyüdük. Çocukken basketbol oynamak için gittiğim park, bir Los Angeles çetesi olan Bloods’ın takılma yeriydi. Elbette CD krallığım telif haklarına yüzde 100 uygun olarak kurulmamıştı ama diğer çocukların para kazanma adına yaptıklarını göz önüne alınca gayet sağlam bir yol seçmiştim. Compton’da birçok bela vardı ancak düşüncem tek ve sabitti: Sadece kendine ve elinde olan şeylere odaklan. Nereye istiyorsan git, her şeyi kendin için yap.
Beni içerisinde olduğum NBA kariyerine de oradan önceki UCLA günlerine de taşıyanın bu bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Birçok eleman gayet iyi şut atabiliyordu. Birçoğu çok iyi basketbol oynayabiliyordu. Peki kaçı basketbolcu olmanın gerektirdiği ekstra çabayı sarf etmeyi istedi? Bu seviyede, neredeyse işinize bağımlı olmanız gerekiyor.
30 yaşıma yeni girdim. Donut satmaya başlamamın üzerinden 17 yıl geçti ancak hiçbir şey değişmedi. Bu yaz, son projemi tamamladım. Bu seferki şaheserim olabilir. Çocukken ne zaman Campanella Park’a gitsem, Blood üyelerinin beni sahaya almaları için saatlerce beklerdim. O günlerde hep kendime ait bir basketbol sahası dilerdim. İnsanlar şunu anlamıyor, bir NBA oyuncusu olsanız bile yaz antrenmanlarında uğradığınız lise salonunun zeminini yalnızca sizin için temizlemiyorlar. Kadın voleybol takımı o sahada antrenman yaparken, herkes gibisiniz. Beklemek zorundasınız.
Bir ara içerisinde kendi salonu olan evleri araştırmıştım. Ancak fiyatlar saçmalık derecesinde yüksekti. Emlakçılarda gördüğünüz o paralara kendi salonunuzu inşa edebilirsiniz. Ben de tam olarak bunu yaptım! Vegas yönetimine ait bir arazi aldım ve orayı kendi kum havuzuma çevirdim. Babamla birlikte tüm tatil sezonunu salonun ayrıntılarını planlayarak geçirdik. Hatta NBA’deki parke zeminleri sağlayan şirketten, Yaz Ligi teslimatı sırasında kendi salonumuza parke temin ettik. Bu teslimat bizi büyük bir harcamadan kurtardı. Lojistik adamım, lojistik kilit bir şey.
Kulağa tam bir klişe gibi gelecek ama salona ilk adımımı attığımda, her şey bir yapbozun tüm parçalarının tamamlanması gibiydi. Her şey bir araya geliyordu. Parkedeki izleri boyamayı tamamladıktan sonra bir adım geri attım ve salonuma şöyle bir baktım. Her şey mükemmeldi. Yalnızca birkaç ay önce kağıda tasarım olarak döktüğüm şey karşımdaydı. Tüylerim diken diken olmuştu.
Bu salonda çalışırken günde 5 bin şut atmak zorundayım. Salona dev konser hoparlörlerinden aldım. Ses sistemi iPod’uma bağlı ve çalışırken antrenman şarkılarımı dinliyorum. Hepsini iTunes’dan yüzde 100 yasal olarak satın aldım.
Belki farklı anlamlar kazanan birkaç karışık parça hariç. Bazı alışkanlıklar asla ölmüyor.
Çeviri: Emre Gürkaynak (@emregurkaynak)