*Can Koçak’ın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Fotoğrafçı Gerald Sprayregen’in hazırladığı The Soul of Michael Jordan and Company (Michael Jordan ve Arkadaşlarının Ruhu), Jordan ve Chicago Bulls kadrosundaki diğer oyuncuların fotoğraflarından oluşan bir kitap. Sprayregen, “karmaşık ve eşsiz bireyin ince detaylarını sunmak için tek yol fotoğrafçılık” derken, sahada gördüğünün hissettirdikleri üzerinden bir belge yaratma ihtiyacı duyduğunu söylüyor. Söz konusu kitaptaki fotoğraflar, hem Sprayregen’in cümleleri hem Jordan’ın sözleri hem de Phil Jackson, Larry Bird, Magic Johnson, Karl Malone, Wilt Chamberlain gibi isimlerin Jordan ve Bulls takımı hakkında söyledikleriyle tasvir ediliyor.
Jordan’ın dili dışarıda potaya doğru yükseldiği bir fotoğrafın yanında gazeteci David Halberstem’in şu cümlelerine yer verilmiş:
“Büyük atletler en azından gençliklerinde, diğerlerini fethederek kazanmaya kafayı takmıştır.”
Bu cümleleri okuduğumda aklıma hemen Zlatan Ibrahimovic ve “en iyi” olduğunu vurgularken kendisinden üçüncü tekil kişi olarak bahsettiği röportajları geliyor. EURO 2016 eleme maçında kendisini korner sırasında markaj altında tutmaya çalışan Avusturyalı Rubin Okotie’ye attığı meydan okuyan bakışlar buna güzel bir örnek.
“Beni savunabilir misin? Bunu durdurabilir misin? Bu tarafa doğru gidiyorum, benimle misin? Kafalarının içine girmek istiyordum. Bir çaylağa karşı oynarken ona ‘Beni televizyonda da izliyorsun. Orada kanalı değiştirebilirsin; burada değiştiremezsin’ diyebilirim. Ama eğer zihinlerine ufacık da olsa bir şüphe yerleştirebilirsem kendime bir avantaj sağlardım.”
Jordan’ın maç içindeki bu akıl oyunlarını sadece trash talk ile değil, aynı zamanda esprilerle de yaptığını görüyoruz. Chicago Bulls’lu bir oyuncu serbest atış atarken Boston Celtics’li Antoine Walker ile yan yana ribaunt beklemelerini, Jordan’ın ona dönüp yaptığı bir şaka, kısa bir iğneleyici yorum veya attığı ufak bir küçümser bakış ile onun önünde pota altında pozisyon almasını sağlayacak yarım saniyelik avantajı nasıl yakaladığını gösteren dört fotoğraf var.
“Büyük oyuncu” olmak, karşı tarafın önüne, mücadele etmesi gereken büyük bir zihinsel bariyer koyuyor. Kitapta Craig Ehlo’nun, “Jordan’ı tutmak bir kabus gibi, geceleri uykuma giriyor” itirafına da yer verilmiş. 1989 Playoff’ları Doğu Konferansı ilk turunun sonucu belirleyici maçında (iki takım da ikişer maç kazanmış, üçüncü maçı kazanan tur atlayacak) üzerinden son saniye basketi atan bir adamla ilgili kabus görmek pek şaşırtıcı değil. Üstelik Ehlo’nun şanssızlığı, Jordan’ın efsaneleşmiş atışının efsaneleşmiş anlatımında da adının vurgulanıyor olması.
Teniste de yakın zamana kadar benzer bir durum görmek mümkündü. Federer, Nadal, Djokovic ve Murray’den oluşan “büyük dörtlü” korta diğer oyunculara karşı zihinsel bir avantajla çıkıyordu. Nadal’ın kalıcı olmaması umulan düşüşü, Murray’nin istikrarsızlığı ve Wawrinka gibi isimlerin öne çıkması sebebiyle artık bunun bir nebze kırıldığını söyleyebiliriz.
Futboldaki “büyük takımlar”ın sırrını da buralarda arayabiliriz. “Maçı kötü oynarken de kazanmayı bilmek” ve “Formayı koysan oynar” gibi cümlelerin ardında, aslında karşı takımın mücadele etmek zorunda olduğu bu zihinsel bariyerin olduğu söylenebilir. O bariyer aşıldığı zaman ne kadar büyük bir momentum değişikliği olduğu rahatlıkla gözlemlenebiliyor. Mehmet Cansun, 1999-2000 sezonunun Şampiyonlar Ligi’nde Galatasaray, Milan karşısında 2-1 gerideyken stadyumdaki 30 bin kişinin tamamında ‘biz bunları burada yeneriz’ düşüncesinin olduğunun, kimsenin bundan şüphe duymadığının hissedildiğini anlatır. Maç da o hisleri doğrularcasına 3-2 Galatasaray üstünlüğüyle biter. 2012-13 sezonundaki Real Madrid maçındaysa takımın art arda gelen üç golü herkeste ‘biz bunlara beş gol atıp tur atlarız’ hissi uyandırmış, içlere Michael Jordan’ın bahsettiği şüpheyi düşüren Mesut Özil olmuştu. Aktif oyuncular arasında belki de en yüksek futbol zekasına sahip olan Mesut, inisiyatif alarak tempoyu düşürmüş, maçı tekrar Real Madrid’in istediği noktaya getirmişti. Monaco taraftarının top Hagi’nin ayağına her geldiğinde yuhalaması ise, akıllıca bir silah bulmuş seyirciyle verilmesi gereken bir zihinsel mücadeleydi. Büyük sporcuların hepsinin çok kuvvetli sinirlere sahip olduğunu söylemek doğru olmayabilir, ama fiziksel yeteneğine zihinsel kuvveti ekleyenin avantaj sağlayacağını söyleyebiliriz.
Jordan’ın Detroit Pistons’lı bir oyuncuyu bloklarken çekilmiş düşük enstantane bir fotoğrafın yanında 1989-1998 yılları arasında Chicago Bulls’u çalıştıran efsane koç Phil Jackson’ın şu sözlerine yer verilmiş:
“Bence Michael ligin en korkulan savunmacılarından biri. Orlando ile ilk oynadığımızda gitti ve maçın başında Shaquille O’Neal’ın birkaç şutunu blokladı. Bu, O’Neal’ın maçın geri kalanındaki düşünce biçimini değiştirdi.”
Rakibin aklına girmenin bir diğer yolu. Nadal, Djokovic, Murray gibi her topa koşan tenisçiler de rakiplerinde benzer bir his uyandırıyor. Nereye ne şiddetle vurursan vur, top geri dönüyorsa puanı muhtemelen kaybedeceksin demektir. Duvarla antreman yapmak seni geliştirir ama duvarı yenemezsin.
Çok yakın zamandan bir örnek daha verelim. İki hafta önce oynanan Amerika Açık finali adres. Djokovic setlerde 2-1, dördüncü sette de 5-2 önde. Federer oyundan iyice kopmuş gibi görünüyor, herkes maçın bitmesini bekliyor. GMT +2’ye tabi olup pazartesi günü erken kalkacaklar için iyi haber… Ancak Federer önce servis kırıp sonra kendi servisine tutunarak durumu 5-4’e getiriyor. Hatta 10. oyunda, Djokovic’in servisinde 15-40 ile iki kere servis kırma şansı da yakalıyor. Djokovic, o servisi kullanırken çok iyi bildiğimiz bir hareketini yapıyor. Yere bakarak topu normalden daha uzun süre sektiriyor. Biraz daha, sonra biraz daha… Serbest atış çizgisindeki fotoğrafının yanında Michael Jordan’ın şu ifadeleri yer alıyor:
“Atışı sokmaya odaklanıyorum. Eğer beni kaç kişinin izliyor olduğunu düşünsem atışı kaçırırım. Ciddiyim.”
Maç kazandıracak şutu atmak, son dakikada penaltı kullanmak… Bunlar oyunun geri kalanından ayrı ve zaman zaman en büyük sporcuların bile altında ezildiği bir meziyet gerektiren sorumluluklar. Teniste ise temel kural, her an puan için oynamak. Sonuçta o sırada ortada oynanan tek bir puan var, skor tabelasında ne yazıyor olursa olsun kendi oyununu oynamalı, 15-40 diye normalde atacağın servisten daha yavaş bir servis atmamalı, rakibin maç puanı dahi atıyorsa korkak oynamamalısın. Djokovic, Amerikalıların clutch dedikleri bu baskı anlarını çok iyi geçiren bir oyuncu. Bunu Sırp olduğu için küçük yaştan ister istemez bir mücadelenin içine düşmesiyle açıklayanlar var. Sonuç olarak şimdilik zihinsel açıdan yıkılamaz gibi duruyor.
Sporu yorumlarken çoğunlukla fiziksel kısma odaklanırken bu işin aynı zamanda ne kadar büyük bir zihinsel beceri gerektirdiğini unutuyoruz. Zihinsel mücadeleyi sporcuların bireysel performanslarından takımların seyircilerle yaşadığı ortak heyecana kadar pek çok yerde gözlemleme imkanımız oluyor. Son olarak da akıllara şu soru geliyor: Türkiye’nin spordaki uluslararası başarılarının ardındaki altın goller ve son saniye basketleri gibi dramatik hikayeler zihinsel kuvvet göstergesi midir? O da sonraki yazının konusu olsun.