Bu röportaj, ilk olarak Socrates’in 59. sayısında yayımlanmıştır. 59. sayıya buradan ulaşabilirsiniz.
Mr. Blue Collar yani ‘Bay Mavi Yaka’ sanırım en az on yıl öncesinden bir SLAM röportaj başlığı. Ben Wallace, son beş yılda dördüncü kez NBA’de yılın savunmacısı seçildikten sonra Detroit’ten Chicago’ya geçmiş ve dünyanın en popüler basketbol dergisi de bu transferi duyururken Wallace’ın çalışkanlığına, takım arkadaşları için her daim hazır oluşuna vurgu yapmıştı.
Burada Sertaç Şanlı ile Ben Wallace’ın oyun tarzlarını birebir karşılaştırmak gibi bir niyetim yok. Zaten uymaz da. Ama işçi sınıfının simgesi olan mavi yaka tabiri; kendinden çok takım arkadaşlarını önemseyen, mesaiye hiç geç kalmayan, hep maksimumunu vermeye gayret eden bu iki adama yakışıyor. Wallace gibi, Sertaç da her zaman üniformasını kirletmeye hazır.
Efes Pilsen’in Kırklareli’ndeki seçmeleriyle basketbola başlıyorsun, değil mi? Biraz anlatır mısın ilk yılları…
Biz ailecek Edirneliyiz ama Lüleburgaz’da oturuyoruz o dönem. 2000 senesi, yani dokuz yaşındayım. Boyum uzun tabii… Eve bir misafir geldi; annemin akrabası, beni tekrar görünce “Ya kızım bu çocuğu basketbola yazdırsanıza, ben gazetede bir ilan gördüm Efes’in Kırklareli’nde seçmeleri varmış. Gidin işte” dedi. Annemin aklına yattı. Şans işte…
Sonra nasıl devam ettin? Hafta içi Lüleburgaz’da okul, hafta sonu Merter’de idman mı?
Aynen. Kırklareli’nde seçildim, “Tamam gel” diye çağırdılar. Cuma günleri otobüse biniyordum, İstanbul’da akrabalar beni karşılıyordu ve hafta sonunu onlarla geçiriyordum. Bir sene böyle devam etti. Her cumartesi antrenmanı yapıp pazar günü Lüleburgaz’a geri dönüyordum. Sene bittiğinde ortaokul yaşım gelmişti, Efes’te de işler iyi gidince temelli İstanbul’a geçtim. Okulu da oraya aldık.
Ama üç altyapı değiştirmek biraz olağan dışı sayılabilir sanki. Efes Pilsen, Karşıyaka, Türk Telekom derken, neden böyle bir döngüye girdin ki?
“Bu beni oynatmaz, bu beni sevmez” gibi bir düşüncem olmadı tabii ki. Efes’te diğerlerinden çok küçüktüm. Karşıyaka’ya geçtim, oradan da Telekom’a… Ankara’nın şöyle bir avantajı oldu: Genç Telekom’la birlikte ikinci lig tecrübesi edindim. Malum, dayağı meşhurdur ikinci ligin… Afiyetle yedik.
Aklında yer etmiş biri var mı? “Şunun dayağı çok iyidir mesela” dediğin…
Mike Benton. 2009-10 sezonunun ikinci yarısında İTÜ’ye gelmişti. Bizim en büyüğümüz 1989 doğumluydu, yaş farkları hep çift haneli. Teknik Üniversite’yle oynadığında Tolga Tekinalp, Bora Sancar falan vardı karşıda. Dokunamıyorsun zaten onlara, Tolga ve Bora Abi ise sana istediğini yapıyor. Şimdi bu farklı bir tecrübe; çünkü bu kadar genç yaşta maç içerisinde kazanmak için farklı yolları aramak, dayağı yemek seni erken olgunlaştırıyor. Hakemler vesaire diyebilirsiniz ama veteran oyuncularla o yaşlarda girilen fiziksel mücadele gerçekten önemli.
Orta mesafe şutunu da o ilk dönemlere mi borçlusun? “Menzili biraz uzun tutayım da dayak frekansı azalsın” der gibi…
Ya zaten orta mesafede şöyle bir durum var: Antrenörler genellikle atmanı istemiyor o şutu. Ben de kafaya koymuştum, “Sertaç bak, bunları sokamazsan sana izin vermezler. O yüzden; ki altyapıda da uzun süre beş değil dört numara oynadım, şutumu keskinleştirmeye gayret ettim. Attığın zaman, bir şey demiyorlar. Atmazsan sıkıntı.
“Türk oyuncu çalışmıyor bu yüzden geç gelişiyor” görüşüne ne diyorsun?
Bazıları için doğru olabilir ama bence daha geniş kapsamda konuşulması gereken, bize verilen şans. Ben 28 yaşında yakaladım, bazı arkadaşlarımıza 20-21 yaşında şans veriliyor, bazıları ise bu imkânın uzağında kalıyor. “Türk oyuncu çalışmıyor, umursamıyor” diyenler var, bunun farkındayız ama genelleme yapmak doğru olmaz bana göre. Şansı yakaladığında hazır olmak ve devamlılığı sürdürebilmek önemli.
EuroLeague’de maç sayısının artmasıyla birlikte oyuncuların bireysel çalışma sıklığı iyice azalmışken, kendini geliştirme imkânını nereden buluyorsun?
Yaz dönemi de milli takım olduğu için genellikle vücuda yönelik idman yapıyorum. Bacakları kuvvetlendirmeye çalışıyorum. Daha çabuk olmaya gayret ediyorum. Topla idmanlarda artık bu noktadan sonra hiç sahip olmadığım bir şeyin üzerine gitmek yerine, halihazırda repertuarda olanı kuvvetlendirmeye çalışmak daha akılcı bana göre. Kulüp takımıyla idman bambaşka bir hikâye zaten…
Haftada tek idman yapıyoruz, malum, çift idmana vakit yok. Maç, yol, deplasman… Ergin Abi de genellikle 5’e 5 yaptırır antrenmanı. Maçına göre daha ekstra çalışmalara giriyoruz sonra; ASVEL’e de özel hazırlanıyoruz, CSKA’ya da, bir lig maçına da… Takvime göre idman yoğunluğu değişiyor sadece. Dışarıdan Ergin Abi’nin çok karıştığına, bizi sıktığına dair bir intiba olabilir ama aslında öyle değil. Bazı yerlerde tüm kontrolü bize bıraktığı da oluyor. 5’e 5’te kazananın diğerlerine laf attığını görmek falan hoşuna gidiyor hocanın.
Bireysel çalışmaların esnasında; böyle YouTube’dan izlediğin eski pivotlar, uzunlar var mı? Ante Tomic’i sevdiğini biliyorum, sözcüklerimi dikkatli seçmeye çalışıyorum, sence devri geçti mi?
Ya şimdi şöyle bakmak lazım bence: Ante Tomic’i kim takımında istemez? Gidip birinci opsiyon olsun demiyorum ama Tomic’in takıma yaptığı ekstra katkıyı bulmak kolay değil. Ben Marc Gasol’ü çok severim, takip etmeye çalışırım. Tim Duncan’a küçüklükten beri hayranım, hani sahada hiçbir şey yapmıyormuş gibi gözüküyor ama aslında maçı alıyor ya… Acayip bir şey. Bulabildiğim her Holger Geschwindner – Dirk Nowitzki idmanını izlemeye çalışıyorum, Nowitzki’nin bireysel antrenmanları çok etkileyici.
Ayrıca benim için çok özel biri olan Boniface N’Dong var, 21 numarayı bir dönem ona saygımdan ötürü giymek istedim. Galatasaray’da birlikte oynadığımız dönemde, ben daha çok gençken az mesai harcamamıştır. “Şurada dur Sertaç, buradan dön, bunu yap” derdi ve benim için büyük anlam ifade ediyordu bu hassasiyeti.
Efes’te ne oldu, niye alamadın 21’i?
Aslında buraya geldiğimde de istedim ama Tibor, “Benim için anlamı büyük. Şöyle böyle” dedi. Verdik.
Şöyle bir göz attığımda; kariyerinde hiçbir sezonda 20 dakika ortalamayla oynamamış olman dikkatimi çekti. Uşak, Trabzon, Gaziantep, Galatasaray, Beşiktaş… Hiçbirinde denk gelmemiş.
Öyle mi? Valla bilmiyordum. Antrenörlerim böyle uygun görmüş. Bir dakika da olsa elimden geleni yapmaya çalıştım hep.
Yine de sanki Ufuk Sarıca’yla birlikte, hem Beşiktaş hem de milli takımda kariyerinin başka bir evreye girdiğini söylemek yanlış olmaz… Ortalama 15-18 dakika aralığında süre almaya devam etmene karşın sahadaki özgüvenin farklı gibiydi. Ne değişti?
Ufuk Abi daha ilk günden itibaren bana güven aşılamaya çalıştı. Trabzon, Uşak ve Antep gibi takımlarda daha çok yabancılar sorumluluk alıyordu, biz Türkler yanda git-gel yapıyorduk. Ufuk Hoca ise bana şut atmadığım zaman kızardı. Orta mesafeyi bulup atmamışsam kenara gelirdim. Evet, belki sistemin temel taşlarından biri değildim ama bir rolüm vardı. Durum böyle olunca daha farklı hissetmemeniz mümkün değil.
Bryant Dunston’ın başına gelen talihsiz olayı duyduğun an aklından ne geçti peki?
Dedim ki… “Bittik.”
Neden ki?
Yani herkes “Efes bitti” diye düşünmüştür bence. Ben mi dolduracağım Dunston’ın boşluğunu? Mümkün değil. Esas tuhaf olan; adam odaya girdi çıktı, olaydan sonra bir de yemek yedik. Daha Olimpiakos deplasmanına Pire’ye gideceğiz… “Kollarım yanıyor, ayaklarımı hissetmiyorum” diyor. Onun üzerine gitti bir de oynamak istedi. Vücudunda yaralar var; onların da büyük bölümü iyileşti. Tedavisi olumlu yönde ilerliyor.
Yoksa vücudunda başka bir yara yok gibi. Konuştuğumuzda “Her şey tamam, sadece bir yara kaldı” dedi bana. Gerçekten çok talihsiz.
Ergin Ataman’ın reaksiyonu ne oldu? Var mı anlatabileceğin bir ekstra motivasyon konuşması?
Ergin Abi şunun farkındaydı, ekstra bir şey söylese ben daha çok stres olacağım… Mesela Zenit maçı oynuyoruz, herkes etrafımda durmadan gelip soruyorlar:
– Hazır mısın?
– Nasılsın?
– İyi misin?
– Her şey yolunda mı?
Eh abi hazırım işte. Yani olduğu kadar… Baskı hissetmemek mümkün değil ama bunları da duyduktan sonra iyice bıraktım. “Amaaan, ne olacaksa olsun” dedim. O psikolojim de kırıldı. Sağ olsunlar…
Bir noktada Dunston’ın rotasyondaki yerini geri alacağını düşünürsek; hani problem ediyorsundur demiyorum ama bunu aklına getiriyor musun?
Sürelerim illa ki düşecektir ama benim daha öncesinden sıfır dakikayla çıktığım maçlar da var. Kadro dışı kalmaya da alışkınım.
Takımın kazanması önemli; ki Bryant da bana iyi oynadığım maçlardan sonra mesaj atıp “Çok iyisin. Böyle devam” diyor. Sabah idmanlarında gördüğünde sırtımı sıvazlıyor… Hayatta tanıdığım en kaliteli insanlardan biri. Oynamak elbette sevindirici ama ben Dunston’ın bu olayı yaşamasına daha çok üzüldüm. Geri dönsün, kazanalım yeter. Ben sıramı beklemeye alışkınım.
Peki bu ‘sıra bekleme’ psiklojisine dair… “Aksi bir durum olmadığı sürece fazla oynamayacağını bilmek ama yine de hazır olma” durumunun nasıl üstesinden geliyorsun? Her defasında bir adım geriye çekilmek, anahtarı teslim etmek zor gelmiyor mu?
Zor bir soru oldu. Bu tür konular için bence her insanın hayatında bir kırılma noktası var. Benim için geçen seneki final serisi yedinci maçı öyleydi. Dunston faul problemine girince Fenerbahçe’ye karşı kendimi bir anda sahada buldum; zaten sezonun da son maçı, öyle çok oynamayı beklemiyorum, sezonda 80 maç oynamışız, Fenerbahçe’yle de bilmem kaçıncı maçımız… “Sertaç tamam. Çok önemli bir şans yakalamış olabilirsin, yedinci maç falan ama aynı zamanda sezonun da son günü. Geçti gitti. Rahat ol” diyorum içimden. Teskin etmeye çalışıyorum kendimi. O gün şanslıydım, oyun da biraz bana geldi ve kendi kafamdaki o duvarı tamamen yıktım.
2019-20 sezonu başladı, yine pek oynamıyorum… Ama özgüvenim yüksek. Ergin Abi de bunu görüyor, “Geçen sene benim bu çocuğa en kritik virajda işim düştü, mahcup etmedi. Yine olsun, yine yapar. Her türlü yapar” diye düşünüyor. Zaten bu tür takımlarda en önemlisi rolünü bilmek ya da rolünü birinin sana söylemesi… Şimdi bu takımda Shane Larkin, Vasilije Micic, Rodrigue Beaubois var… Var oğlu var…
Sen nasıl tanımlıyorsun bu takımdaki rolünü? Ne dersin?
Şimdi şöyle düşünelim; bu takım deli gibi üçlük atıyor, tempo yapıyor, akıcı hücum ediyor, değil mi? Pota altından da atan var. Ne yok? Orta mesafe. O ara bölgeyi oynayan pek yok. Baba ben de o boş şutu atarım işte. Çoğu takım savunmuyor zaten orta mesafeyi. Onu da neden tercih etmiyorlar bilmiyorum gerçi…
Dedim ya ‘var oğlu var’ diye… Bu takımda zaten benim ilk işim şut atmak değil. Perdelemede Shane’e ya da Vasa’ya yardım etmek, alan açmak benim ilk işim. Şut atmak belki üçüncü, dördüncü görevim benim. Sıra gelirse o da; yoksa sorun değil. Çıkıp Shane’e “Topu bana ver. Sertaç atacak” diyecek halim yok. Olmaz bu. Hem verimli olmaz, hem kötü gözükür.
Larkin demişken, biraz 49 sayılık Bayern maçına değinelim istiyorum…
Benim hayatımda canlı izlediğim en acayip şeydi o. TV röportajında da benzer bir şey söyledim. Instagram ve Twitter’dan insanlar mesaj atıyor sonra… “Sertaç Abi sen Kobe Bryant’ın 81 sayısını izlemedin mi?” diyorlar. Ya kardeşim, ben bu adamla soyunma odasında göz göze geliyorum. Bazen havlularımız falan karışıyor. “Canlı izlediğim” demişim, sen Toronto’da mısın o maçta? Neyse, esas komiği şöyle bir şey oldu: Maç bitti, soyunma odasına geldik. Aramızda bir konuşma geçti.
– Shane, bu neydi ya?
– Sertaç, abi özür dilerim.
– Ne oldu abi? Ne özrü?
– Abi senin de kariyer rekoru güme gitti…
Düşünün nasıl bir karakter olduğunu… Ben 17 atmışım, adam 49 atmış Euroleague tarihine geçmiş ve çıkıp “Kusura bakma” diyor. Zaten rekoru kırdığı için o kadar mutlu olduk ki; fotoğraflar var o günden herkes ayakta birbirini itiyor, zıplıyor falan… Çok güzeldi.
Ergin Ataman, “Larkin’in daha ilk basketinden belliydi farklı bir şeyler olacağı” demişti 49 sayılık Bayern performansına dair… Peki son bölümde daha rekoru kırmamışken hocanın onu kenara alıp “Bekle” demesine ne diyorsun?
Kenarda biz de aramızda konuşuyoruz, “Hadi kırsın da çıksın” diye… Shane de farkında, oyunu forse ediyor. Ergin Abi bunu gördü ve hemen kenara aldı, “Gel biraz dinlen. Süre de var” diyerek. Adam nefes aldı biraz, rahatladı, gerisini biliyorsunuz…
Bayern maçının öncesindeki ısınmada çok iyi atıyordu bir de. Diyorum, bu adam bugün 30’u bırakır; maç başladı, daha 25 dakika olmamış 30’u bulmuştu. Hatta ben bu son ASVEL maçında da bir tane daha bekliyordum; kıracak gibiydi de tuttu kendini. Takım arkadaşı olmak, kenardan izlemek çok keyifli çünkü adam seni veya takımını hiç yormuyor. Görüyorsunuz zaten, Shane gitmiş 50 atmış ama takım da 50-60 arası atıyor. 49 sayıyı 30 şutla atmıyor, sıfır asistle çıktığı maç yok. Böyle bir adam.
Milli takım olayını aranızda konuşuyor musunuz? Şakalaşmalar falan…
Abi ben ne diyeyim? Zaten söyledim ya çok mütevazı adam, bir yandan bu muhabbetle bayarım diye de çekiniyorum. Gelip görmeniz lazım. Herkes soruyor bana, “Larkin nasıl adam, egolu mu?” falan diye… Alakası yok. Sıfır ego. Sorsam bir şey demez muhtemelen de ne bileyim işte…
EuroLeague şampiyonluğu hedefine ilişkin ne söylersin? Bir de… Bu son dönemde ekstra oynama şansı bulunca hiç EuroLeague’deki rakiplerden birinin gelip, “Ya abi sen aslında baya iyi oyuncuymuşsun. Biz seni daha önce pek görmemiştik” dediği oldu mu? Yaşadın mı buna benzer bir deneyim?
Milano maçında faul atarken Sergio Rodriguez beni durdurup “Hey, çok iyisin. Bravo tebrik ederim” dedi. Michael Roll’la zaten Beşiktaş döneminden tanışıyorum; o tebrik etti. Scottie Wilbekin’le arada konuşuyoruz… Mutlu ediyor tabii böyle küçük şeyler.
EuroLeague kupasıyla alakalı da ne diyeyim, inşallah başarabiliriz. Bir kere bizi izlemeye gelenlere özel teşekkür etmem lazım. Cidden biz şaşırıyoruz, sağ olsunlar ASVEL maçını bile dolduruyorlar, CSKA biletleri iki hafta önceden bitiyor… Kaç tane ‘sold out’ oldu artık bilmiyorum. Bize kendimizi iyi hissettiriyorlar. “Bu takım şampiyon olacak, biz buradayız” hissiyatını veriyorlar bize. Nasıl geçen sene Ergin Abi final serisi yedinci maçında, “Ben ayağa kalkmıyorum. Hiç kalkmayacağım.
Size bıraktım oyunu. Rahat oynayın, zaten şampiyon olacağız” dedi; bize güvendi, taraftardan da benzer bir güven hissediyoruz…
Röportajın devamını Socrates’in 59. sayısında bulabilirsiniz…