“Deha, şeyler arasındaki görünmez bağı bulmaktır.” – Vladimir Nabokov
Ailesini Yahudi Soykırımı’nda kaybeden Macar Laszlo Polgar hep büyük bir aileye sahip olma özlemiyle büyüdü. Okul yıllarında Sokrates’ten Einstein’a değin önemli dehaların biyografilerini hatmederek babalığa hazırlandı. Geleneksel eğitimden ziyade çocuklarını kendisi erken eğitmeyi planladı. Bunu yaparak her çocuğun herhangi bir alanda zirveyi yakalayacak şekilde yetiştirilebileceğini kanıtlamak istiyordu. Eşi Klara ile Budapeşte’de yaşamaya başladıktan sonra 1969’da ilk kızları Susan dünyaya geldi. 1972’de ABD’li Bobby Fischer’ın Boris Spassky’yi yendiği tarihi maçtan mütevellit Laszlo ve Klara, ilk çocukları için satrancı seçtiler. Laszlo’nun verdiği sekiz aylık yoğun eğitimin ardından Susan, dört yaşından itibaren bir satranç ustasına dönüştü. Altı yaşına geldiğinde okuyup yazabiliyordu, matematikte de ileri seviyedeydi. Aile, Sofia ve Judit’i de aynı sistemle yetiştirdi. 1988’de Kadınlar Satranç Olimpiyatı’nda Macaristan şampiyon olurken takımdaki dört kişiden üçü Polgar ailesindendi. Laszlo, dâhi yetiştirme deneyi işe yaradığı için erken yaşta uzmanlaşma yaklaşımının dünyayı kurtaracağını düşünüyordu.
Gazeteci David Epstein, Polgar ailesinin hikâyesini de anlattığı Çok Yönlü – Başarı İçin Neden Çok Şeyle İlgilenmeliyiz? (Mundi Yayınları) adlı kitabında spordan sanata kadar erken uzmanlaşma ve tek tipleştirme mütedeyyinlerine karşı çıkıp her alanın aynı yöntemle fethedilemeyeceğini öne sürüyor. “Önde başlama mezhebi” dediği bu yaklaşımın satranç ve golf gibi kapalı, köşeleri belli alanlarda mümkün olabileceğine ancak zemin, rakip gibi değişkenlerin durmaksızın etkilediği, fotografik veya kas hafızasının yetmediği dinamik sporlarda her zaman işlemediğine yönelik bir teori ortaya atıyor. Mesela çocukluğunda kayak, badminton, futbol, güreş, yüzme ve kaykay gibi farklı sporlarla ilgilenip teniste, ebeveyn baskısı olmadan, daha geç uzmanlaşan Roger Federer’in kariyerine bu çok yönlülüğün etkisini anlatıyor. Buğra Balaban’ın bu sayıda gelişimini kaleme aldığı Nikola Jokic’in çocukluğunda abileriyle eğlencesine oynadığı su topunun pas tekniğine farkında olmadan yaptığı katkı gibi.
Epstein’in teorisine iki yıl önce Ashleigh Barty üzerinden değinmiştim. Son Avustralya Açık Finali’ni Novak Djokovic’e üç sette kaybeden Daniil Medvedev’i izlerken yine aklıma geldi. Zira 1,98’lik kalem gibi fiziğine rağmen korttaki hareketliliği, tuhaf servis hareketi, kortun geometrisini alt üst eden farklı vuruşları izledikçe o bağlantıyı kurmamak çok zordu. John McEnroe’nun “O bir satranç ustası gibi. Strateji kuruyor, her vuruş öncesinde düşünüyor” yorumunun ardından yirmi beş yaşındaki Rus raketin çocukluğundan itibaren satranç oynamayı çok sevdiğini görünce de bu bağlantı artık zahirdi. Aslında oyunu satranca benzetilse de tarzı bilindik örüntülerin dışına çıkıyordu ve en ‘geleneklerin dışında’ tenisçi diye tarif ediliyordu. Büyüme çağında buz hokeyinden basketbola farklı sporlarla da ilgilenmişti. Kortta da sanki çocukluğundan bu yana biriktirdiklerini zihninde bir potada eritip o doğaçlama tarzını oluşturuyordu. Sanki Charles Baudelaire’in “Deha, istenildiği zaman yeniden yakalanan çocukluktan ne eksik ne de fazlasıdır” sözüne atıf yapıyordu.
Her ne kadar Djokovic’e karşı Avustralya’da istediği oyunu ortaya koyamasa da Medvedev, herkesin oynamaktan en çekindiği rakip haline geldi. Yeni kuşağın bir diğer yıldızı Stefanos Tsitsipas “Oyunu çok iyi okuyor. Harika bir servisi var, dip çizgide vuruş portföyü akılalmaz seviyede. Puanlar uzadıkça kontrolü iyice ele alıyor. Ona karşı oynarken zihinsel ve fiziksel olarak çok çabalamanız gerekiyor. Her vuruşa bir çözümü var. Sizi sürekli yanıltıyor. Tuhaf, düzensiz bir oyunu var. Sizi hep rahatsız hissettiriyor. Nasıl hata yaptığınızı anlamadan sizi hataya sevk ediyor” diye anlatıyor onu. Medvedev de “Birçok maçı rakiplerimin daha önce karşılaşmadıkları biçimde oynadığım için kazandım” diyerek katılıyor bu yoruma.
Aslında bir aralar dünya sıralamasında 500- 600’lü basamaklarda yer alan, yolunu bulmakta zorlanan bir oyuncuydu. Ablasının yanına Antibes’e taşınıp, 2018’de antrenör Gilles Cervara ile çalışmaya başladıktan sonra yeteneklerini sergilemeye başladı. Çok iyi Fransızca ve İngilizce öğrendi. Cervara, öğrencisi için “O bir dâhi” diyor. Bazen maç esnasında hararetli reaksiyonlarına tanık olabiliyorsunuz hâlâ. Hâlâ diyorum zira Medvedev, 2019 Amerika Açık’ta seyirciye orta parmağını göstermeye kadar giden davranışlarını spor psikoloğu Francisca Dauzet ile çalışarak toparlamaya çalışıyor. 2017 Wimbledon’da bir maçta şike yaptığını düşündüğü için hakem sandalyesinin altına bozuk para atacak kadar dış etkenlerle konsantrasyonu dağılan biriydi. Uzakdoğu felsefesine meraklı olan Dauzet “Shaolin savaşçıları etraflarına bakmazlar. Neler olup bittiğini hissederler. Daniil’in de zihni çok büyük, çok kompleks, bir bilgisayar gibi. Ortada birbirinden kopuk parçalar olsa da o, bir saniyede tüm bağlantıları kurabiliyor” diyor.
2019 Amerika Açık’taki bir maçta seyirciye “Sizin sayenizde kazandım” diyecek kadar troll’lük damarı da yüksek olan Medvedev, seyirciyle dalaşıp filmin kötü karakteri rolünü aldıktan sonra Rafael Nadal’a kaybettiği final maçındaki mücadeleci oyunuyla göz doldurmuştu. Mizah tarzıyla, kendiyle dalga geçebilmesiyle de son iki yılda seyircinin favorilerinden birine dönüşmüştü. O, kendisini tip olarak Quentin Tarantino’ya benzetiyor ama yazar Louisa Thomas, “Görüntüsü ve tavrıyla bir Dostoyevski karakteri o” diyor. Bir profesyonel sporcudan daha ziyade bir profesör gibi gözüktüğünden, bir tenis yıldızından çok kortta bir Amerikan güreşçisi gibi davrandığından söz ediyor. Satranç için yeterli sabra sahip olmadığı düşünülen yeni kuşağın lideri Medvedev için önünde Grand Slam kazanana kadar sabretmesi gereken bir süre var. Ama en azından kendisi adına doğru satranç tahtasını bulma şansına sahip olmuş gibi.
Bu sayı; bu ülkenin genç zihinlerinin özgür geleceğine sahip çıkanlar için…