Lakaplar, futbolumuzun kültür mirası. Futbolcuyla taraftar arasında bir samimiyet köprüsü. Bu gayrıresmi sesleniş, futbolun geçmiş ve geleceğini birbirine ulayan mitik evreninin değerli bir parçası aynı zamanda. Lakap takmanın bu topraklarda yüzlerce yıllık kadim bir gelenek olduğunu söyleyebiliriz. Bu gelenek, 19. yüzyılın sonlarından itibaren yansısını futbolda da bulur. Türkiye coğrafyasındaki halkların yabancısı olduğu bu yeni sporun yerelleşmesi ve yaygınlaşmasında lakapların rolü vardır elbet. Başta ‘baldırıçıplak’ ve ‘züppe’ sıfatlarıyla anılan futbol alemdarlarına zamanla başka başka lakaplar yakıştırılır; kiminin meşrebine, kiminin memleketine, kimininse kusuruna göre. Lakapla mesafeler kısalır, resmiyet duvarı yıkılır ve futbolcu yerlileşir; ‘bizden’ kılınır.
Her lakabın bir hikmeti vardır. 1910’ların futbol yıldızlarından Altınordulu sağ açık Nuri, çok koştuğu için ‘Otomobil Nuri’ adını almıştı. Takım arkadaşı ve adaşı Nuri’ye ise uzun boyundan kinaye ‘Fitil’ denirdi. Aynı tarihlerde Anadolu Kulübü’nde oynayan Burhan Felek’in kardeşi Hüdayi ise ilginç bir lakaba sahipti. Takım arkadaşı kaleci Şemsi, kale vuruşunda topu ortalayabilmek için Hüdayi’ye sürekli olarak “doldur, doldur!” diye bağırırdı. Seyirciler de bu nakaratı benimseyince futbolcunun adı ‘Doldur Hüdayi’ olarak kaldı.
1930’lu yıllarda futbol çevrelerinde Galatasaray Kulübü’nün genç oyuncularından Nikola Büyükvafiadis’in gerçek ismini bilen hemen hemen yoktu. O, kısa boyundan ötürü ‘Boduri’ diye çağrılırdı. Galatasaray’ın sembol isimlerinden Leblebi Mehmet de sanıldığı gibi çok gol attığından değil; ufak tefekliğinden dolayı ömürlük lakabına mazhar olanlardan. Lakabını bir onur nişanesi addeden futbolcu, Pınar olan soyadını bir süre sonra Leblebi olarak değiştirecekti. Tıpkı farklı zamanlarda aynı formayı terlettiği Cici Necdet’in Kayral’ı bırakıp Cici soyadını alması gibi…
Soyadı olmasalar bile kuşaktan kuşağa taşınan başka futbolcu lakapları da var. ‘Taka’ bunlardan biri. 1930’lu yıllarda Trabzon İdmanocağı’nda top koşturan Naci Bastoncu İstanbul’a taşınıp Fenerbahçe’de oynamaya başladıktan sonra Karadenizli oluşuna binaen ‘Taka’ lakabıyla anılmaya başlamıştı. Oğlu Mehmet Bastoncu da bugün Fenerbahçe camiasında ‘Taka Mehmet’ olarak biliniyor.
‘Taka’ gibi bir baba-oğul mirası değil Coşkun Şahinkaya’nın ‘Gabak’ lakabı. Yine aile içi ‘devralınanlardan’… Altmışlı yıllarda Ankaragücü ve Trabzonspor’da forma giyen futbolcunun namı kardeşinden geliyor: “Yılmaz lisedeyken saçlarını briyantinle geriye tarayıp yapıştırırdı. Bir gün hocası ‘Düzeltme saçlarını’ demiş. O da gitmiş, sıfıra vurdurmuş. Sonra ‘Gabak’ lakabını aldı. O Amerika’ya gidince de bana kaldı bu lakap.”
Lakabını kendisine soyadı yapacak kadar seven futbolcular olduğu gibi, kuşkusuz lakabıyla barışık olmayanlar da vardır. Çünkü futbolda ya da hayatın bir başka sahasında lakapların toplumsal hiyerarşileri belirginleştirmek yahut kişi üzerinde tahakküm kurmak için kullanılabildiğini de görüyoruz. Reha Eken’in ‘Katil’ lakabı buna bir örnek mesela. Hikâyesi, Meksikalı golcü Luis Hernández’in sahadaki kudretinden dolayı aynı lakabı almasına benzemiyor. Reha Eken Beyoğlu’nda karıştığı bir kavgada yumruk attığı kişinin ölümüne sebebiyet verdiği için bir süre hüküm giymiş. Tahliye olmuş, ama olayın kötü hatırasını müebbet bir lakapla taşımaya devam etmiş…
Bazı lakaplar futbolcunun saha dışında, bazıları ise saha içinde ‘kim’ olduklarını tarif ediyor. Taraftarlar bir anlamda futbolcusunu saha içinde değerlendirip koyduğu lakap üzerinden puan veriyor. Yiyene kova diyor mesela, tutana panter. Atana bombacı dediği gibi kaçırana çolak yakıştırması yapabiliyor. Kasatura, canavar, ayı, buldozer ve traktör lakapları sahanın sert müdahaleleri seven futbolcularına yakıştırılırken, ceylan, şiir ve üstat, güzel ve temiz oyunlarıyla göz dolduranlara bahşediliyor. Bu lakaplar, saha dışındaki hikâyelere binaen ortaya çıkan lakaplar kadar özgün değil elbet; ama çok daha evrensel. Dünyanın hemen her ülkesinde aynı ya da benzer lakaplı bir futbolcuya rast gelmek mümkün. Mesela Cem Atabeyoğlu’nun “Türk futbolunun bir mitolojisi yazılsa en büyük efsane kahramanı olur” dediği, bu toprakların ilk golcüsü Bekir Refet, Gerd Müller’le aynı lakabı taşıyor. Almanca söylersek; Der Bomber. 1950’lerin futbol ikliminde, Sovyetler Birliği’nin efsane kalecisi Lev Yashin’e Siyah Panter, Turgay Şeren’e ise Berlin Panteri deniyordu.
Sonra futbolcu isminin lakaba dönüşmesi hadisesi de var. 1960’lı yıllarda Fenerbahçeli taraftarlar kalecileri Ergun Öztuna’ya yüksek tekniğinden dolayı dönemin efsane eldiveni Ferenc Puskás’ın soyadını bir lakap olarak hediye ederler. Ordusporlu Erol Aydoğdu ise yine 1960’larda, kariyerinin çoğunda defansta oynamasına rağmen fiziksel görüntüsünden ve başarılı futbolundan dolayı Pele Erol olarak tanınır ve sevilir.
Lakap Etkisi
Futbol dağarcığımızı zenginleştiren lakapların akıbeti malum. Günümüz futbolcularının çok azı lakabıyla anılıyor. Bu lakapların çoğuysa oyuncuya saha içindeki davranış ve performansına göre yapılan yakıştırmalardan ibaret. Son otuz yılın hızla endüstriyelleşen futbol dünyasında hikâyelerimiz yoksullaştı. Yeni ve özgün lakaplar duyma ihtimalimiz her geçen gün biraz daha az. Pek çok nedenden; ama en çok, futbolcunun saha dışında taraftarla teması azaldığından dolayı…
2006 yılında ABD’de endüstriyel futbol öncesi dönemde lakapların önemine dair bizleri düşündürecek bir araştırma yapılmış. Wayne State Üniversitesi’nden iki bilim insanı, yaptıkları çalışmada, 1950 yılına kadar Ulusal Beyzbol Ligi’nde oynayan sporcuların kariyerlerinin uzunluğu, doğum yılları, öldükleri yaş gibi değişkenleri de hesaba katarak lakaba sahip olanlar ve olmayanların yaşam uzunlukları incelemişler. Ve sonuçta lakabı olan beyzbolcuların, olmayanlara kıyasla 2,5 yıl daha fazla yaşadıkları ortaya çıkmış.
Araştırmacılar yaşam uzunluğuna ilişkin bu ciddi farkı, lakapların ‘haysiyet’ ve ‘özgüven’i arttırmadaki rolüyle açıklıyor. Kısacası iyi lakap ömrü uzatıyor.