“Dünyaya bir kez çocukken bakarız. Gerisi hatıradır.” – Yuvaya Dönüş, Louise Glück
Netflix’te Karate Kid’in devamı olan Cobra Kai adlı diziyi izlediğimde çocukluğuma doğru bir yolculuğa çıktım. Aynı dönemde Nobel alan Louise Glück’ün yukarıdaki dizelerine rastlayınca yaşadığımız boğucu sahteliğin ortasında çocukluğun gerçekliğine sığındım. Akabinde Kundera’nın şu satırları aklıma geldi: “İnsan deneyimlediği her şeyi aklında tutabilseydi, canı çektiğinde geçmişinden bir anıyı gözlerinin önüne getirebilseydi, insan olmaktan çıkardı; aşkları, dostlukları, öfkesi, affetme ve öç alma yetisi bizimkine benzemezdi.” Sanırım çocukluğu da farklı yapan buydu. Aynı sekiz yaşındayken 1988 Seul Olimpiyat Oyunları’nı ekrana yapışarak ailemle beraber izlediğim günlerde olduğu gibi.
Çernobil’den iki sene sonra, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bir yıl önce. SSCB’de glasnost ve perestroyka’nın hüküm sürmeye başladığı zamanlar. Yasakların hükmettiği bu onyılda Gelişim Spor almaya gittiğim raflarda bir yandan da erotik dergileri görebiliyorum. Bir alışveriş, bir fiş dönemi. Babamı kaybedeli üç yıl olmuş; cuma okul çıkışı video kasetçiden Kung fu ya da Hollywood filmi kiralayıp, Walkman’de kaset dinleyip, Atari’ye ve Altın Bilgi Ansiklopedisi’ne gömüldüğüm günler. Naim Süleymanoğlu dünyayı omuzlarına yükleyeli dört gün olmuş. Ben Johnson dün 9.79 ile dünya rekoru kırıp hayranı olduğum Carl Lewis’i ezip geçmiş.
Ama dopingli çıkmasına da bir gün var. Sabah gazetelerde “Johnson koşmadı, uçtu” başlıklı koca sayfalar basılmış. Ülkede referandum günü ama o yaşta bana etkisi pek yok. Ama 25 Eylül Pazar, TRT 1 ekranında sabah çizgi film kuşağından bile daha çok ilgimi çeken bir eser izlemiştim. ABD’li sprinter Florence Griffith Joyner, kadınlar 100 metreyi 10.54 gibi, rüzgâr yardımı olduğu için olimpiyat rekoru kabul edilmese de, harika bir dereceyle kazanıyordu.
En yakın rakibi Evelyn Ashford’a 0.3 saniye fark atmıştı. Ayrıca uzun rengârenk tırnakları, parlak mücevherleri, havada süzülen saçlarıyla dönemin de aynası gibiydi. Arkasından 28-29 Eylül’de 200 metrede yarı finalde 21.56, finalde de 21.34 ile kırdığı dünya rekorlarıyla Flo-Jo fenomeni doğmuştu. Hayranlığın zıt kutbunda şüphe bulutunu da yaratmıştı. Zira 1980’lerin en sabıkalı ülkelerinden Doğu Almanya’nın sembol ismi Marita Koch’un dört yıllık rekorunu iki kez kırmıştı. Birkaç gün önce Johnson’ın dopingli çıkması da ona pek yardımcı olmamıştı.
İlk kıyamet aslında Seul’den iki ay öncesinde ABD olimpiyat seçmelerinde kopmuştu. Evelyn Ashford’un 10.76’lık rekorunu çeyrek final koşusunda tarihe gömdüğünde kariyerinde daha çok 200 metreci kabul edilen ve birkaç aydır
100 metreye odaklanan bir atletti. Sadece tek bacağını kaplayan fosforik renkli streç kıyafeti ve açık saçlarıyla koşması da rüzgâr direncine takık sprinter geleneğine aykırıydı. Bu tabulara karşı çıkma hali ona bireysel yıldızlığın arttığı 1980’lerde büyük şöhret getirdi. “Gelenekler pek bana göre değil” diyordu. Giysileri ve tarzıyla gençliğin ikonlarından biriydi artık. Bu arada Indianapolis’teki rekor esnasında 0.0 m/s gösteren anemometrenin bozuk olduğu ve rüzgâr etkisinin 2.0 m/s sınırının ötesinde olduğu iddia edilmişti. Yine de yarı finalde 10.70, seçme finalindeyse 10.61 gibi rüzgâr ölçümünde şüphe olmayan tarihi dereceler koşmuştu.
1959’da doğan Florence Delorez Griffith çocukluğunda bile oyuncak bebekleri için elbise tasarlayıp dikmekten hoşlanıyordu. Beş yaşında tavşan kovalarken ne kadar hızlı olduğu görülmüştü. Yedi yaşında piste geçti. Lisede okul rekorları kırmaya başlarken antrenörü Bob Kersee ile UCLA’de de çalışmaya devam etti. 1984 Los Angeles’ta 200 metre gümüşünü almıştı. Ama gelgitli bir kariyeri vardı. İki kez para ve motivasyon eksikliğiyle atletizmi bırakıp bankada ve güzellik merkezinde çalışacaktı. Ara vermesine rağmen antrenmanlara başladıktan dört ay sonra Roma’da 200 metre dünya ikincisi oldu. 1987’de hayatındaki asıl değişiklik ise 1984 Los Angeles üç adım atlama şampiyonu Al Joyner ile evlenmesiydi. Antrenörü Bob Kersee de Al Joyner’ın kız kardeşi ve tarihin en büyük atletlerinden Jackie Joyner-Kersee ile evliydi. Ancak bir süre sonra Florence, Kersee’den ayrılıp eşi Al ile çalışmaya başladı. Joyner, Florence’ın beslenme ve antrenman sistemini tamamen değiştirdiğini anlatıyordu. Onu çok iyi motive edip bir erkek sprinter gibi çalıştırdığını söylüyordu. Ancak üç ay gibi kısa bir süre içinde koştuğu sekiz 100 metre yarışında Flo-Jo tarihin en hızlı üç derecesini yapmıştı. Değişen kas yapısı ve ses tonu nedeniyle sık sık testosteron ve stereoid kelimeleri zikrediliyordu. Florence ve Al Joyner bunlara hep karşı çıktılar; onlara göre sadece Seul esnasında 11 kez test uygulanmıştı ama hiç pozitif çıkmamıştı. Daha önce uzun tırnakları nedeniyle antrenörlerin takıma almadığı 4×100’de altın, 4×400’de gümüşü de elde ettiği Seul’den birkaç ay sonra 1989 başında emekli olması da ona pek yardımcı olmadı.
Zira tam da müsabaka dışı testlerin yapılacağı açıklanmıştı. Florence, diğer ilgi alanlarıyla uğraşmak istediğini söylemişti. Joyner da çocuk yapmak istediklerini dile getirmişti. 1996’da atletizme dönmeye çalışırken epilepsi nöbetleri geçirmişti. 1998’de 38 yaşında uykusunda geçirdiği nöbet sonrası hayatını kaybetti. Al, ölümü sonrası yapılan testlerde steroid ya da benzeri bir maddeye rastlanmadığını açıklamıştı.
Bugünlerde Carmelita Jeter’ın 2009’da koştuğu 10.64’ü onun 100 metre rekoruna en yakın derece. Doping yapan Marion Jones bile ona yaklaşamadı. 32 yıldır 100 ve 200 metre rekorları kırılamadı. Kundera’ya dönersek, ünlü yazar hayatın bütün safhalarında “Gerçekliğin zaman içinde o eski gerçeklik olmaktan çıktığını, yeniden kurulamayacağını” kabul etmedikçe insan hayatı hakkında hiçbir şey anlamayacağımızı öne sürer.
Bu sayı; dünyaya baktığımız zamanlarda bize unutulmaz hatıralar bırakanlar için…