Yıl 1957. O zaman Bab-ı âli için tıfılız! Sayfaların değil, iade paketlerinin üzerine bile oturamıyoruz. Sağa-sola koşturuyorlar bizi, sonra getirdiklerimizi büyükler (!) yazıyor.
Hiç unutmam. Fenerbahçe’nin bir idmanından dönmüştüm. İki saat meteoroloji raporunun deposunda ne kadar su varsa üzerime yağmıştı. Fenerbahçe’yi istihbarat şefine titreye titreye anlatmıştım. Sonra boş bir odaya geçmiş ve bir sigara yakmıştım.
O yıllar bir tutkum vardı. Elime kâğıdı kalemi alır, daha iyi yazmak için idman yapardım. 5-10 kâğıt değil; kendimi yırtar, kendimi paralardım. Ve yarın muhakkak: “Fenerbahçe dün sabah yağmur altında kendi sahasında Szekelly’nin nezaretinde haftanın ikinci çalışmasını yapmıştır” cümlesi ile başlayacak haber, benim parmaklarımın arasından idman kâğıdını şöyle lekeliyordu…
“Tek ayağı ile koskoca bir futbol sahasını teslim almış bir delikanlı vardı. Yapılan çift kale idmanında kodamanları teker teker bozarken, hem utanan hem de sahte büyüklüklerin heybetine gülücükler atan ince bir mizahı mevcuttu. Naif vücudu ne Türkiye’nin kışını, ne de kalçalardan fışkıran tekmeleri kaldırıyordu. Bir hâyli hırpalanmıştı. Kaçamıyordu bu kurtluktan. Ötesini berisini çizmişlerdi. Ama kafasına vuramıyorlardı. Çünkü başı, onu yere düşünenlerle aynı seviyede değildi.”
Yıl 1959… Yokuşta şöyle bir meydana çıkmışız. Spor sayfalarında oynatılan kalemi amuda kaldırmışız. İsmimize küfür de yağıyor, takdir de…
1957 yılında topluma değil, kendime yazdığım delikanlı da palazlanmış, Can olmuş kısaca. Birbirimize yakınlaşmışız, dost olmuşuz. Bir maçından sonra kaçırdığı bir gol için şöyle yazmışım: “Bir partide uşak pisine işerse sülfirik asit, kont işerse şampanya olur!”
Kızmıştı. İlk rastlaşmamızda şöyle bir sert yapmıştı. Sonra takır-takır başlayan tartışmamız gittikçe yumuşamıştı. Ben lafın arasında: “Can!” demiştim, “İkimiz de Türkiye’de anlaşılmayan şeyler yapmaya çalışıyoruz. Ben bu lafı Fransa’da yazsa idim, ya konulur veya taltif edilirdim, Türkiye’de ise kimse iplemiyor. Bırak eğlenip gidiyoruz işte…”
Gülmüştü. Ve bu hikâyeyi Can da şöyle kapamıştı: “Bundan sonra Kont’a lütfen bir tuvalet buluver.” Yıllar, yılların altında kalmış, futbol topu Can’ın oyuncağı olmuş ve bu ortak yaşama bir “altın çağ” olarak tescil edilmişti.
Can Bartu kim ne derse desin, Türk sahalarının gelmiş geçmiş en büyük asilidir. Can 14 yıl zarfında hiçbir gün futbolun hamalı olmaya yanaşmamıştı. Can’ın ayağındaki top hiçbir maçta sadistçe dövülmemiş, Bartu hiçbir hareketinde etinin kuvvetinden medet ummamıştı.
İtalya gibi insandan hüner değil, “iş” isteyen bir futbol endüstrisinin dev çarklarında bile Bartu, 6 yıl bir “ustabaşı” değil, bir “patron” gibi dolaşmıştır.
Can taktik adamı mıydı? Hayır… Can futbolda karşı takımın bir adamını yemek için kurulmuş bir zebani miydi? Hayır… Can ipleri antrenörünün elinde bir sistem kuklası mıydı? Hayır… Can futbol sahalarında ölümüne ter yiyen bir emekçi miydi? Hayır…
Bunlardan hiç birisi değildi Can… Bunlardan biri olsa idi, zaten Can olamayacaktı. Futbol Can’a değil de, Can futbola çok şey öğretti. Eğer Can, futbolun vazifeler alfabesinin ezberi dışına çıkmasa idi, meşin yuvarlak Türkiye’de sadece koşanların sporu olacaktı
Bugün cuma… Parmakla ötesini.. Cumartesi iki, pazar üç ve o günün gecesi… Aaaaa! “Kalemimdeki Kont” gidiyormuş. Şakacıktan değil, sahicesine bırakıyor bizi!
Sanatçılar böyledir. Vereceklerini bitirdikleri gün, kendi hayatlarını yırtarlar. Kaybolmazlar, yok olmazlar da daha büyürler. Dolmayan yerleri, her gün genişleyerek kendi efsaneleri olur.
Eh Mithatpaşalı! Şimdi al kafanı ellerinin arasına. Geride kalan mallarına bak! Bir gün muhakkak isyan edeceksin. Kendi gözlerinde, benim “Kalemimdeki Kont”u arayacaksın.
Ve futbol Türkiye’de bir gün, topun insanlara kumanda ettiği terör sisteminden, insanların topa hükmettiği bir sanat haline dönüşürse, o zaman hep birlikte bağırınız:
“Bu ustalığı Türkiye’de ilk defa sahalarda Can tarif etmiş, Can şuurlandırmış, Can gezdirmişti.”
*Tercüman, 4 Eylül 1970