Bu yazı ilk olarak Forum for Philosophy adlı web sitesinde yayınlanmıştır.
Sanatı anlamak için onunla mücadele ederiz. Detaylarla boğuşur, en iyi çıkarımlara ulaşmaya çalışırız. Kimi zaman bir eserin göz alıcı mı yoksa gösterişçi mi olduğuna karar veremeyip uzun uzun tartışırız. “Tüm Zamanların En İyileri” listelerini birbirimize paslayıp sıralamaya anlamsız kulplar takarız. Peki amansızca her şeyin doğrusuna ulaşma çabamız neden? Neden bir sanat eseri karşısında arkamıza yaslanıp keyif çatmıyoruz?
Benim cevabım şu: mesele mücadele etmekte. Yalnızca onu anlamak için sanat çalışıp geceler boyu sohbet etmeyiz. Tam tersine, kendimize sanatı anlamak gibi bir amaç belirleriz ki o şaheserlere gömülüp uykusuz muhabbetlerde çürüyebilelim. Bugüne kadar sanat değerlendirme eylemini, süreçten aldığımız keyfe göre şekillendirdik. En başta sanatla uğraşma sebebimiz; bir şeye özen göstermenin, onunla ilgili çıkarımlarda bulunmanın ve onu değerlendirmeye tabi tutmanın verdiği hazdı. Bir başka deyişle, sanatla ilişkimizin sırları, sanat eseriyle giriştiğimiz mücadelenin verdiği tatminde saklıdır. Bu bakımdan, sanat değerlendirmek bir tür oyundur diyebiliriz. Oyunda, oynamak eylemini şekillendiren şey oyun içi hedefler ve kısıtlamalardır. Böyle ufak dokunuşlarla oyunu keyif alınabilir hale getirmek, tam da içine hapsolmak istediğimiz mücadeleye dairdir.
Sanat değerlendirmesinin oyun olduğunu düşünmek onun tuhaf Bizans “kurallarını” anlamanın da kapılarını açar. Sanat değerlendirirken bağımsız fikirler üretmenin değeri üzerine süregelen tartışmaya nokta koymak da bu şekilde mümkün olabilir.
Birbirine zıt gibi görünen iki farklı sanat değerlendirme normu vardır. İlki, sanat eserini değerlendirirken doğru yargılarda bulunma isteğimiz; ikincisiyse zihnimizin bağımsız işleyişine verdiğimiz değerdir. Bir yandan inançlarımızın ve yargılarımızın, sanat eserlerinin örtük detaylarıyla uyuşmasını isterken; diğer yandan Van Gogh’u ve onun dolambaçlı, ilginç hayatını kendi kendimize yargılamamız ve deneyimlememiz beklenir. Ya da Kanye’nin yeni albümünün trajik bir sanat denemesi mi, halk tarafından anlaşılmayan bir sanat eseri mi, yoksa basit ticari bir meta mı olduğunu kendimiz belirlemeliyiz. Belki de sanatı tek başımıza değerlendirmeliyiz.
Bu iki norm arasındaki çatışmayı iyi anlamak gerekir. Entelektüel hayatın diğer alanlarında, doğruyu bulma isteğimiz çoğunlukla bağımsızlık arzumuza baskın gelir. Herhangi bir şeyi düzgün yapmak istediğimizde işin uzmanına danışırız. Ben hangi ilacı kullanacağımı doktora sorar; arabam arızalandığında tamirciye götürürüm. Bilim insanları bile çalışabilmek için diğer bilim insanlarının uzmanlığına güvenmeye mecburdurlar. Buradan hareketle, eğer ortaya başı sonu belli bir sanat değerlendirmesi koymak istiyorsak bizim de uzmanlara danışmamız gerekmez mi? Neticede Beethoven notaların arasına bana göz kırpan bir sürü küçük duygu kırıntısı bırakmış olabilir ama ben yeterli müzik bilgisine sahip olmadığım için ne kaçırdığımı asla bilemem. Bu durumda, Beethoven ile ilgili doğru yargıya ulaşabilmek için bir klasik müzik uzmanına danışmam gerekmez mi? Oysa sanat değerlendirme eyleminin kendisine dönüp baktığımızda, bu riayetin çok önemli bir şeyi ıskalamamıza sebep olduğunu görebiliriz: Bir uzmana danışmak, estetik yargının öznelliğini hiçe sayar. Eğer estetik yargılar yalnızca oluşturana ait öznel dönütlerse, bu yargıları üretirken başkalarını araya sokmak en hafif anlamıyla saçmadır.
Ben, burada, ikisinden de farklı bir görüş sunmak istiyorum. Pekâlâ bazı estetik yargılar nesnel olabilirler. Ancak, sanat değerlendirirken doğru cevapların peşinden koşma nedenimizle, diğer nesnel alanlara ait nedenlerimiz farklı köklerden su alırlar. Örneğin bilimde, doğru cevaba ulaşmak her şeyin önündedir. Oysa sanat değerlendirmesinde, doğru cevaba ulaşma eylemine katılmayı önceleriz; yani bütün o arayış, hayal kurma ve çıkarım üretme sürecinden geçmeyi. İşte bu yüzden uzmanlara her zaman boyun eğmeyiz. Doğru yargıya ulaşmak hedef (gol) olsa da amaç değildir. Sanat değerlendirmenin değeri, doğru yargılara ulaşmaya çalışmakta yatar; onlara ulaşmış olmakta değil.
Oyun benzetmesi bu anlamda oldukça kullanışlıdır. Bilmece oyunu oynarken cevabı internetten bulmaya çalışmayız. Bilmeceyi bizden önce çözen uzmanların görüşü önemsizdir. Ama bunun sebebi cevabın öznel olması değildir – birçok bilmecenin tek nesnel cevabı bulunur. Bu egzersizin bütün amacı doğru cevaba ulaşmak olsaydı kısa bir internet taraması bizi kolayca sonuca ulaştırırdı. Ancak belli ki değil. Belli ki bu aktivitenin amacı, cevabı kendi kendimize bulmak.
Bu noktada hedef ve amaç arasındaki ayrıma odaklanalım. Bir eylemin iç hedefi, o eylem sırasında peşinden koştuğumuz, ulaşmaya çalıştığımız şeydir. Bir eylemin amacıysa, bu eyleme girişme sebebimizdir; eyleme verdiğimiz gerçek değerdir. Bazı oyuncular için hedef ve amaç birbirine çok yakın hatta aynı anlama gelen kavramlar olabilirler. Bir Olimpik atlet yalnızca birinci olmak için yarışabilir ya da bir profesyonel poker oyuncusunun tek amacı galibiyetle gelecek para olabilir. Ancak başka birçok oyuncu için hedef ve amaç bambaşka şeylerdir. Benim tırmanışa gitme amacım kafamın içindeki vızıltıyı susturup rahatlamaktır. Yine de rahatlayabilmek için, tırmanışın iç hedefi olan kayanın tepesine ulaşabilmeliyim. Kendimi tırmanışa tamamen kaptırabilmek için eylem içi adanmışlığa ihtiyacım var, zira zihnimi temizleyebilmem, kendimi tırmanışa tamamen kaptırabilmeme bağlı. Oysa, büyük resimde, tepeye ulaşmam umurumda bile değil. Bütün gün çuvallayıp dursam da eve döndüğümde zihnen ve ruhen yenilenmiş hissediyorsam zamanımı iyi değerlendirmişim demektir.
O halde oyun oynarken takip ettiğimiz iki farklı motivasyondan bahsedebiliriz. Birincisi “başarmak – başarı oyunu”: Kazanmaya verdiğimiz değer ya da elde edeceğimiz kazanım için oynamak (mesela para). Diğeriyse “çabalamak – çaba oyunu”: Mücadele etmeye verdiğimiz değer ya da mücadele sonucu ulaşacağımız rahatlık hissi için oynamak. Burada şuna dikkat edin: Çabalayan oyuncu da arzulanan mücadeleye ulaşmak için kazanmaya çalışmak zorundadır, fakat onun için mesele kazanmak değildir. Önemli olan katılmaktır.
Eğer bu tür bir çaba oyununun gerçek bir motivasyon üretebileceğinden kuşku duyuyorsanız “budala oyunu” olarak adlandırabileceğimiz oyunlara bakın. Bir budala oyununda eğlenceli olan çuvallamaktır. Ancak çuvallamak için gerçekten çaba sarf etmeniz gerekir. İçki oyunlarının birçoğu ve kulaktan kulağa bu tür oyunlara örnek olarak gösterilebilir. Mesela Twister yalnızca biri düştüğünde eğlendirir ama bilerek düşerse değil; dengede kalmaya çabalarken düşerse…
Budala oyunları, çabalamanın bizim için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne serer. Oynarken başarıyı kovalasak da başarının kendisi eğlenceli değildir. Amacımız, akla gelebilecek her şekilde çuvallamaktır. Bir adım geriye çekilip bakarsak, keyif alabildiğimiz bütün oyunlarda amaç ve hedef ayrımını görebiliriz. Arkadaşlarımla masa oyunu gecesi düzenlediğimi düşünün. Birçok masa oyunu, sadece oyuncular mücadeleye kendilerini kaptırırlarsa keyif verir. Evet, keyif almak için kazanmaya çalışmalıyım ama kaybetsem bile gecemi boşa harcamış olmam. Aldığım keyfi kazanmam ya da kaybetmem değil, bu uğurda harcadığım emek belirler. Yalnızca kötü bir oyun bunun tersini düşündürür.
Bu bakımdan çaba oyunları bir tersyüz olma hali içerir. Günlük hayatlarımızda, araçlarımızı belli sonuçlara yönelik seçeriz. Öte yandan çaba oyunlarında muhtemel sonuçlar, kullandığımız araçlara göre belirlenirler. Oyun içi hedefler, kendimizi içinden geçmeye zorladığımız patikalara yerleştirilirler.
Bence sanat değerlendirmek de buna bir benzer bir çaba oyunudur. Üzerinde fikir yürüttüğümüz sanat için doğru yargılara ulaşmaya çalışsak da asıl amacımız bu doğrulara ulaşmak değildir. Eğer öyle olsaydı, gücümüzün yettiği her yolu denerdik – uzmanların sözünü dinlemek dahil. Sonunda bir sürü hatalı yargıya ulaşsanız bile, bir sanat eseriyle bire bir ilişki kurmaya çalışmak çok daha iyidir. Sanat değerlendirmesi yapmanın değeri, sanat eserinin sırrını tek başına çözmeye çalışmakta yatar. Burnunu kitaplara gömüp, yalnızca uzmanların kılı kırk yararak ortaya attığı fikirleri çarpıtan kişi; saçma bir parti oyununu kaybettiğinde karalar bağlayan kişiyle aynı hataya düşmüş olur. Çabasından keyif almak için tasarlanan bir eylem, başarı zihniyetiyle bulandırılmıştır. Doğru yanıta ulaşmayı takıntı haline getiren kişi, sanat değerlendirmeyi de bütün doğru cevaplara sahip olduğunda sanatı kazanmış olacağı, başarı odaklı bir eyleme dönüştürür.
Sanat değerlendirmenin değerinin, doğru yargılara sahip olmakta değil de bu yargıları üretme sürecinde belirlenmesine “katılım yaklaşımı” diyelim. Bu yaklaşım bize, uzmanlara danışmanın neden yanlış olduğunu tüm çıplaklığıyla gösterecek. Sanat uzmanlarının çizdiği yoldan gitmek, bilmecenin cevabını internetten bulmaya benzer demiştik. Yani oyun içi hedefle amaç birbirine girmiş ve eylem bütün anlamını yitirmişti.
Tabii ki baştan sona her şeyi kendi kendimize yapmaktan bahsetmiyorum. Katılım yaklaşımı başkalarının söylediklerine gözünü kapamak değildir. Mesela sanat eğitimi almak nasıl yanlış olabilir ki? Serüvenimize bir başlangıç noktası sunduğu sürece, sanatla ilgili her şeyi ve herkesi dinleyebiliriz. Ancak prensesi kurtaran hâlâ biz olmalıyız. Sanat eserine aktif katılımımız güçlendiği ölçüde, diğer insanların zihnimizde yeni kapılar açmalarına izin verebiliriz. Bir başka deyişle, katılım yaklaşımı, sanat eserine katlımı yoğunlaştıran her türlü yardıma açıkken, kişisel katılımın kısa devresine sebep olabilecek bağımlılık türlerinin hepsine kapalıdır.
Peki en başta doğruyu aramak neden? Neden hayalperestliğin saf özgürlüğüyle kendimizden geçmeyi yeterli bulmayız? Neden yalnızca inanmayı seçip, görmezden gelmenin dayanılmaz sularında ferahlamayız? Sanat değerlendirmenin oyunla kesişimi bu sorulara cevap vermemizi mümkün kılıyor. Oyunlarda, bizi belirli eylemlere yönlendiren birtakım hedefleri ve kısıtlamaları benimseriz. Tırmanışı ele alalım: bazı kısıtlamalarla tepeye zor yoldan ulaşmaya çalışırız. Helikopter ve makara düzeneği kullanmak; kendini ip ya da başka tırmanış malzemelerinin yardımıyla yukarı çekmek yasaktır. Kayalardaki doğal oyuklara elinle ve ayağınla tutunarak tırmanman gerekir. Acemi tırmanışçılar, başta bu tip yasakları garip bulurlar. “Niye ipe asılmıyoruz ki? Öylesi çok daha kolay!” Oysa cevap çok basit: Eğer iple tırmanmaya başlarsanız, bütün tırmanışlar, basit bir iki hareketi uygulayarak sonuca ulaştığınız sıkıcı işlere dönüşür. Öte yandan tırmanışçı, kendini kayaların doğal yaralarına bırakırsa, önünde sürekli tetikte olmasını gerektiren sonsuz bir ihtimaller denizi belirir. Kayadaki minicik çıkıntıları ve oyukları gözleyerek, yenilenen ve yinelenen sorunlara yepyeni çözümler üretmeye başlar. Tırmanış kuralları, sürekli odaklanmayı gerektiren ve tepkisel yaratıcılığı zorlayan, sonsuz değişkenli bir heykeltıraşlıktır. Bu anlamsız sınırları, işte bu sürece âşık olduğumuz için benimseriz.
Sanat değerlendirmenin de buna çok benzer bir yapısı olduğunu düşünüyorum. Doğruyu bulma hedefine; kendi kendimize düşünme kısıdını benimseyip yaratıcı bir özen, dikkat ve katılımla düşüncelerimizden minik heykelcikler yontarak ulaştığımız bir süreçtir sanat değerlendirmek. Bu öyle bir özendir ki; her yeni sanat eseriyle karşılaşmada kendisini baştan biçimlendirir. Ve biz, değerlendirme eyleminin hedeflerini (sanat nesnelerinin kendilerini), bu özenin tuhaf ama aşkla işlenmiş şeklinin ortaya çıkmasını teşvik edebilelim diye yaratırız.
Katılım yaklaşımı, örtük ve karmaşık olan sanata neden değer verdiğimizi açıklıyor. Her yönden sarih olan sanat eserine katılmak çok kısa sürer. Ancak sanat eseri örtük ve anlaşılması zor detaylarla kaplıysa katılım süreci çok daha yoğun ve tatminkâr işler. Doğruluğu, doğruya ulaşmak için değil; kendimizi ulaşma sürecine kaptırabilmek için kovalarız. Bir bakıma, bizi muhtemel sonucuyla cezbeden bir eylemi yaratmaya çalışmışızdır ancak süreç, önümüze keşfedilmeyi bekleyen yepyeni olasılıklar çıkarmıştır. Bir sanat eseriyle ilişkimizin, her daim açık uçlu, bitmek tükenmek bilemeyen sohbetler üretmesini isteriz; bütün bunlara son veren kesin bir argüman oluşturmasını değil.
Bu durum, bilim ve ahlak ile sanat değerlendirmek arasındaki derin uçurumu da görünür kılar. Sonuçta tüm dertlerimize deva olacak ilacı bulsak ya da bütün ahlaki ikilemlere son noktayı koyacak argümanla tanışsak bir parça rahatlarız diye düşünüyorum. Şayet biriniz çıkıp etiğin tüm açmazlarını çözen kitabı yazsa, onu herkesten önce okuyup herkesi de okuması için teşvik ederim. Öte yandan, içinizden biri Karamazov Kardeşler’in tüm sırlarını önümüze seren bir el ilanı bastıracak olursa, kendisine benden uzak durmasını tavsiye ederim. Çünkü her şeyiyle muhteşem bir yapıtın, dünyanın ucundan boşluğa yuvarlandığı hissetmek; beni bu derece üzecek bir şey okumak istediğimi hiç sanmıyorum.
Çevirmen: Onur Demir