Geçtiğimiz aylarda emekliliğini açıklayan Maria Sharapova, otobiyografisinin giriş bölümünü şu sözlerle noktalar: “Kararlılığımı anlamak için kim olduğumu, nereden geldiğimi ve neler yaşadığımı bilmelisiniz…” Devamında da Masha’nın inişler çıkışlar, başarılar ve başarısızlıklarla dolu yolculuğuna göz gezdirmeye başlarız. Mükemmellik çabasının, hep kazanma isteğinin, sürekli zirveyi hedeflemenin hem getirilerine hem de götürülerine vakıf oluruz. Son sayfa bittiğinde Rus yıldız hakkındaki fikrimiz ne olursa olsun, ona ve bu yolu yürümeye karar vermişlere saygımız biraz daha artar. En azından benim, The Unstoppable isimli kitapla böyle bir kişisel deneyimim oldu. Herhalde sporla tutku derecesinde ilgilenen ama üst düzey sporcu olma fırsatına erişememiş çoğu kişi de benzer düşünecektir. Bu hikayeler, sportif ideallerine ulaşmak için büyük fedakarlıklar yapanlarla empati şansıdır aynı zamanda.
Gün gelir yazılır ancak Naomi Osaka’nın kitabı henüz kaleme alınmadı. Genç raket; Grand Slam şampiyonluklarına, dünya 1 numarası oluşuna, devasa sponsorluk anlaşmalarına ve gitgide büyüyen aurasına rağmen hayali kitabının orta sayfalarına belki yeni yeni ulaşmıştır. Onun yolculuğu da tıpkı Masha gibi kendine has çabalarla şekillenmeye devam ediyor. Ve onu da yakından tanımak için oynadığı tenisten fazlasına bakmak, kim olduğunu, hangi savaşları verdiğini anlamak gerek. Zaten hangi başarı göründüğü kadar basit ki…
*
Naomi Osaka hakkında kendi dilinde kaynak tararken gözüme Japonya’nın köklü tenis dergisi Smash Magazine’in web sitesi ilişti. Son yıllarda kapağa taşıdıkları figürlere bakarken de ağırlıklı olarak iki isme, Roger Federer ve Kei Nishikori’ye rastladım. Bir açıdan bunda şaşıracak fazla şey yoktu. Federer belki tüm zamanların en popüler tenisçiydi, Japonya da tıpkı dünyanın kalanı gibi ona büyük teveccüh sunuyordu. Ülkenin hazır giyim devi Uniqlo da İsviçreli’ye yılda 20 milyon dolarlık kontratla sponsor olmuştu. Kei Nishikori ise kalabalık ada ülkesindeki çoğu gencin spor kahramanıydı. Japonya’nın gelmiş geçmiş en başarılı erkek tenisçisi, Grand Slam finalisti, istikrarlı bir ilk 10 oyuncusuydu. Eğer Türkiye’de o kalibrede bir tenisçiye sahip olsak Socrates’te şimdiye dek iki ya da üç kez kendisini kapağa taşımış olurduk herhalde.
Ancak şaşırdığım bir nokta vardı. Geride kalan iki senenin slam’ler düzeyindeki en başarılı tenisçilerinden olan Osaka, bu süre zarfında sadece iki kez kapağa taşınmıştı. Kendi dünya çapındaki sporcularına karşı son derece yüceltici ve sahiplenici tavırlar gösteren Japon basınının tutumunu garipsemiştim. Tabii Osaka’ya karşı bazı önyargılar olduğunu biliyordum. Baba tarafından Haitili oluşu, ABD’de büyümesi ve akıcı Japonca konuşamaması gibi… Yine de Naomi’nin Japon tenis atmosferindeki yeri üzerine bir uzmanla sohbet etmek istedim, Smash yazarlarından Aki Uchida’ya ulaştım. ATP ve WTA’i son derece yakından takip eden Japon gazeteciye ilk sorum beni şaşırtan kapak mevzusu hakkındaydı.
“Buna cevap vermek kolay değil” sözleriyle lafa giren Uchida şöyle devam etti: “İlginçtir ki 1990’lar ve 2000’lerde kadın tenisi şimdikinden popülerdi. Kimiko Date, Martina Hingis, Steffi Graf gibi isimler de Smash’e daha sık kapak olurdu. Sanıyorum bu, ATP’nin şu anda WTA’den fazlaca popüler olmasıyla ilişkili. Kei Nishikori sayesinde birçok kanal erkekler tenisinin yayın haklarını aldı, kadın tenisini yeterince çok izleyemiyoruz.” Harika bir oyuncu olsa da, Nishikori’nin hâlâ neden Osaka’dan popüler olabildiğini anlamlandırmak zordu. Fakat Uchida’ya göre bunun izleri Japon kültüründe gizliydi: “Japonlar için Kei’yle bağlantı kurmak daha kolay. Oldukça bizden görünüyor çünkü uzun boylu değil, gücünden ziyade teknik becerileriyle başarılı oluyor. Biz Japonya’da ‘Davut-Golyat’ hikayelerini severiz.”
13 yaşında, JTA’in (Japonya Tenis Birliği) maddi desteğiyle Florida’daki Nick Bollettieri akademisine giden Nishikori’nin zihni tek şeye odaklıydı: Kimiko Date’nin doksanlar kadın tenisinde yaptıklarının benzerini erkeklerde gerçekleştirmek. Yani slam’lerde üst turlar görmek, sıralamada yukarı çıkmak, turnuvalar kazanmak… Fakat ona konulan gerçekçi hedef Shuzo Matsuoka’ydı. Eski dünya 46 numarası, Japonya’dan çıkmış bir erkek tenisçinin gördüğü en sıkı özgeçmişin sahibiydi. Bu nedenle Nishikori’ye federasyon içinde ‘Proje 45’ denmeye başlandı. 18’ine basmadan kazandığı ilk turnuvayla Kei’nin tavanının Matsuoka’dan epey yüksek olduğu hızlıca anlaşıldı. Novak Djokovic’i geçerek çıktığı ama Marin Cilic’e kaybettiği 2014 Amerika Açık finali de günümüze kadarki kariyer zirvesi oldu. O maçı, Osaka’nın iki slam kupasına rağmen Japon tenisinin mihenk taşı olarak değerlendiren Uchida’ya bunun nedenini soruyorum:
“Eğer Naomi, Kei’den önce kazansa muhtemelen aynı şeyleri onun için söylüyor olurduk. Tenisin Japonya’da yeteri kadar izlenmediği, medyanın ve televizyonların ilgisinin azalmaya başladığı bir dönemde Kei gündem olmayı başardı. O günden beri de tenisin popülaritesi yukarı çıkmaya devam ediyor. Dolayısıyla şu noktada Kei’nin daha şöhretli, kazandığı başarının daha belirleyici olduğunu söylemek durumundayım. Tabii ki Osaka’nın şampiyonlukları da devasa yankı uyandırdı ama aynı büyük sürpriz hissini yaşatmadı.”
**
Şunu anlıyoruz ki; 1.80’lik boyu, Serena Williams’a öykünerek modellenmiş tenisi ve doğal yıldız ışığıyla, Osaka ülkesinin alıştığı spor yıldızı profilinden hayli uzaktı. Japon kültürünün “underdog” karakteri yücelten yaklaşımına zıt düşüyordu. Yani, Uchida’nın az önce verdiği örnekteki Davut değil de Golyat’tı. Dışarıdan baktığımızda ise modern tenis oyuncusunun sahip olması gereken birçok şeyi aynı potada erittiğini görüyorduk. Özellikle de kadın tenisinde uzun senelerdir başarı getiren taktiğin güçlü ve atak oynamak olduğunu düşünürsek, Osaka bayrağı idolünden devralmak için biçilmiş kaftandı. Dolayısıyla ikilinin karşı karşıya geldiği 2018 Amerika Açık finali kıymeti harbiyesi yüksek bir maçtı. Birbirinden farklı iki Osaka’yla tanışmak için de paha biçilmez fırsat…
İlk olarak maç öncesine dönelim. Serena Williams, Wimbledon’da yapamadığını yapıp 24’üncü majör şampiyonluğuna ulaşmanın peşindeydi. 24, onu tüm zamanlarda Margaret Court’a eşitleyecek ve en çok Grand Slam kazanmış tenisçi yapacaktı. Ayrıca doğum sonrası gerçekleştirdiği geri dönüşü slam zaferi ile taçlandırarak, yine Court’a, Evone Goolagong’a ve Kim Clijsters’a katılacaktı. Attığı adım rekora dönüşen Serena için sıradan bir galibiyet olacağı hissi tüm tenis kamuoyuna sirayet etmişti. 1,5 ay önceki Wimbledon macerasından çok daha fit göründüğü altı maçlık serüven sonunda onu Naomi Osaka bekliyordu.
Yaş almış spor efsaneleri, kendilerine kahraman gözüyle bakan gençlerle karşılaşma işine alışmak durumunda kalıyorlar. Birkaç sene önce fotoğraf çektirdikleri sevimli çocuklara karşı acımasız olmak da işlerinin bir parçası. O günlerde 37 yaşına basmak üzere olan ABD’li korta adım attığı her turnuvada bunu yaşamaktaydı. Zira başarılarını izleyerek büyümüş yepyeni bir nesil turnuvalarda söz sahibi olmanın peşindeydi. Ancak çok nadir idol-hayran kapışmasında, Serena-Naomi eşleşmesi kadar stil benzerliği görebilirdik. Yetmezmiş gibi Osaka’nın koçluğunu Williams’ın eski antrenman partneri Sascha Bajin yapmaktaydı ki muhtemelen öğrencisiyle paranın satın alamayacağı bazı teknik sırlar da paylaşmıştı. Dördüncü turda Aryna Sabalenka’ya verdiği tek set hariç finale kusursuz gelen Osaka’nın kağıt üstünde kaybedeceği hiçbir şey yoktu.
İlk oyunlardan başlayarak sandalye hakemi Carlos Ramos’la yaşadığı tartışmalar, kaybedecek şeyi fazla olan tarafı gösterir cinstendi. Serena adeta ‘acımasız olmak’ işini farklı anlamıştı. Japon raket tam tersi bir sükunetle yapılması gerekeni yapıyordu. Eğer iki oyuncuyu tanımayan birisine kimin ilk büyük finalini oynadığını sorsak cevabı kuvvetle muhtemel Williams olurdu. Kupa töreninde “Harika oynadı, kazanmayı sonuna kadar hak etti” sözleriyle rakibini yüceltse de, Serena spot ışıklarını hiç istemeyeceği şekilde üstüne çekmişti. Osaka o anlarda sanki kazanarak suç işlemiş kadar üzgün ve mahcuptu. Az önceki devasa servisleri atan, ürkütücü vuruşları yapan agresif tenisçinin o olduğuna inanmak zordu. Sanki karşımızda utangaç, küçük bir çocuk vardı. Bakışlarıyla kahramanından sanki özür diliyordu.
***
Evet, o talihsiz günde Arthur Ashe Stadyumu’nda yaşananlar en hafif tabirle gereksizdi. Haklılığını veya haksızlığını burada tartışmanın yersiz olduğu Serena Williams da hatasını anlayacak kadar erdemli. Nitekim efsanevi raket Harper’s Bazaar’a bir makale kaleme alarak Osaka’dan özür diledi. Yazısının en vurucu noktası şu bölümdü: “Asla bir başka kadın sporcunun, özellikle de siyahi kadın sporcunun ışığını çalmayı istemedim. Seni gelecekte büyük hayranın olarak izlemeye devam edeceğim” Williams’ın yaptığı “siyahi kadın sporcu” vurgusu, uzun kariyeri boyunca savaştığı ayrımcılığın kalp kırıcı tezahürüydü. İşin kötüsü, Pasifik’in karşı kıyısında Osaka da ten rengi ve etnik kökeni nedeniyle zaman zaman benzer muameleye maruz kalmaktaydı. Ne de olsa ırkçılık dünyanın her yerine yayılmış kötü huylu bir tümördü.
George Floyd’un boğazına basan polis memuru tarafından katledilmesinin ardından sesini yükselten ünlüler arasında Osaka’yı da gördük. Hem vahim olayın gerçekleştiği Minneapolis’te hem de kendi yaşadığı Los Angeles’ta eylemlere katılan genç sporcu o günden beri sosyal mecralardaki gücünü sonuna dek kullanıyor. Hatta Floyd’un vefatı sonrası tekrar hatırlanan Colin Kaepernick’in diz çökme jestini de Reuters için, “Bu mesajı 2016’dan beri vermekteydi. Herkesin onu yeterince duyması için pandemi, ekonomik kriz ve kameralar önünde işlenmiş korkunç cinayetin aynı ana denk gelmesi gerekti” sözleriyle yorumladı. Osaka, tenis kortlarındaki başarısı kadar sağlam sosyal refleksleriyle de ‘büyük sporcu’ imajı çizmeye devam ediyordu. (*Osaka şampiyonluğa ulaştığı 2020 Amerika Açık boyunca her maça farklı bir polis şiddeti ve ırkçılık kurbanının adını taşıyan koruyucu maskeyle çıktı.)
22 yaşındaki tenisçi her ne kadar yavaş yavaş sözünü dinleten, saygın bir figüre dönüşüyorsa da içine kapanık mizacı hâlâ tam anlamıyla değişmiş değil. Çocukken onunla tanışan ve sonraları sık sık birlikte zaman geçirme fırsatı bulan Aki Uchida’ya bu kez Naomi Osaka’nın karakteri hakkında izlenimlerini soruyorum: “Dürüst olmak gerekirse ilk intibam epey utangaç olduğuydu. 16 yaşındayken yaptığımız uzun röportajda onun başka yönlerini görme şansına eriştim. Oldukça şakacı bir kızdı.” Pandemi süresinceki Instagram ve Youtube’da yayınlarında Osaka’nın esprili yönü geniş kitlelerle buluştu. Stefanos Tsitsipas, Gael Monfils gibi meslektaşlarıyla yaptığı sohbetlerde burnu büyük görünmeyen, kendiyle dalga geçebilen, son derece renkli bir profil çiziyordu.
Peki acaba Naomi’nin Japonya’da bu denli utangaç görünmesinin nedeni dil bariyeri olabilir miydi? Uchida, “Eğer akıcı Japonca konuşamıyorsanız burada kendinizi güvensiz hissedebilirsiniz. O da sözlerinin yanlış anlaşılabileceğini düşündüğü için fazlasıyla sessiz” diyerek beni doğruladı, genç oyuncunun önemli bir konuda hakkını vermekten de geri durmadı. Uchida’ya göre Naomi, global dünyayla sıkı iletişim içindeki Japon gençliğinin kahramanlarından. Kendini en doğru şekilde ifade etme çabasının altında bu sorumluluğun da payı var.
****
Şüphe yok ki, Naomi Osaka ve kortlarda bayrağını dalgalandırdığı Japonya’nın ilişkisi oldukça ikircikli. Kei Nishikori’nin gölgesinde kalışı, bazen karşılaştığı ırkçı imalar, Japoncayla verdiği çetin mücadele gibi hususlar da onun için işin tatsız kısımları. Fakat her biri alanında devleşmiş Japon üreticiler nezdinde dünyaya açılan kapı olarak görülmek ya da en büyük global markaların Asya’daki yüzü olma şansı fazlasıyla kârlı. Öyle kârlı ki, Osaka 37.4 milyon dolarla geçtiğimiz 12 ayın en çok kazanan kadın sporcusu oldu. Dahası mı? Sadece 22 yaşında, 12 aylık periyotta en çok para kazanmış kadın sporcu olarak rekor kırdı. Öncülleri Serena Williams ve Maria Sharapova’nın dahi çıkamadığı seviyelere çıkışında, deyim yerindeyse pazarlama dünyasının ‘bug’ını bulmasının payı var. Tıpkı geçmişte Çinli Li Na’nın, şimdilerde Nishikori’nin en çok kazananlar listesine girmelerine benzer ama aslında daha farklı. Osaka, sporunda 1 numara oluşu ve doğal karizmasıyla Asya’nın en pazarlanabilir atleti olma mefhumuna seviye atlattı.
Her ne kadar kazanç bakımından rekorlar kırsa da 2019 sezonu genç yıldız için harikulade değildi. İkinci slam kupasını kaldırdığı Avustralya Açık’ın ardından, kısa sürede görmeye alıştığımız motivasyon seviyesinden beklenmeyecek bir duraksamaya girdi. Şaşırtıcı şekilde, “Başarılı olmak için mutluluğumdan fergat etme fikrini sevmiyorum. Eğer belli insanların yanında mutlu değilsem kendime eziyet etmeyeceğim” diyerek; Sascha Bajin’e 2018 WTA Yılın Koçu, kendisine de iki slam getiren ortaklığı sona erdirdi. Ağustos ayında, “Avustralya’dan beri tenis oynamaktan keyif almıyorum” açıklamasıyla dikkat çekti. 1 numara olmanın ve sıralama puanı korumanın getirdiği baskıdan birkaç farklı mecrada bahsetti. Osaka için hayatın çehresi öyle hızlı değişmişti ki bu durgun döneme hazım veya fabrika ayarlarına dönme molası diyebilirdik. Sonbaharda Asya’da kazandığı iki üst düzey turnuva, Singapur’daki WTA finallerinden sakatlığı nedeniyle çekilişi ve 2020’ye yaptığı tutuk başlangıç Osaka için tenis oynanabilen son günlerin hızlı özetiydi.
Her şey yeniden başlayınca neyin neye benzeyeceğini tahayyül etmenin imkânsız olduğu günlerden geçiyoruz. Dolayısıyla tenisin ve tenisçilerin buna nasıl reaksiyon vereceğini yorumlamak fazlasıyla zor. Ama ben Osaka’nın motivasyon üretme yolunda yaşadığı problemleri aştığını, tekrar korta çıkmayı çok özlediğini tahmin ediyorum. Kendi sözleriyle, yemek yapma konusunda fazlaca geliştiği pandemi arası bittiğinde önünde yepyeni bir sayfa duruyor olacak. Becerileri konusunda kimsenin şüphesi yok fakat işler yolunda giderse; kazanmanın, zirvede olmanın, kârlı sponsorların yarattığı baskıyla senelerce cebelleşmesi gerecek. Gücünü kaybettiği anlarda kahramanı Serena’nın, taraftarı olmasa da aldığı ilhamı gizlemediği Sharapova’nın öykülerine dönebilir. Tıpkı gelecekte birilerinin de onun öyküsüne döneceği gibi…
*Bu yazı Socrates’in 2020 Temmuz tarihli 64’üncü sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.