Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolGündemGeneral Dusko

Avrupa basketbolunda 2000'lerin en başarılı koçlarından Dusko Ivanovic, bugünlerde Saski Baskonia'yla kazandığı ACB şampiyonluğunun keyfini sürüyor. Antrenman prensipleri ve otokrat yapısıyla, namı kendinden önde giden Yugoslav antrenör, 40 yıllık basketbol yaşantısını Socrates'e anlatmıştı...

Bu yazı, ilk olarak Socrates’in 45. sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten erişebilirsiniz.


Dört saat topsuz idman, kilometrelerce süren kros ve tırmanma çalışmaları, iptal olan izin günleri… Dusko Ivanovic bahsinin geçtiği bir sohbette, dinleyeceğiniz hikâyeler genellikle tek tiptir. Kariyeri boyunca akıl hocası Bozidar Maljkovic ve Jugoplastika kültüründen beslenen Ivanovic, ağır antrenman metotlarıyla oyuncularını bezdirmiş, askeri disiplin meraklısı biridir çoğu kişiye göre.

Öyle ki, askerlerini çölde eğiten bir çizgiroman kahramanı çavuş ‘Demir’ Flint’ten esinlenen Bask medyası, ona ‘Iron Sergeant’ lakabını vermeyi uygun görmüştür. Efes Pilsen’e transfer olmadan önce bir sezon TAU forması giyen Saulius Stombergas, kendi tecrübesini, “Orduda görev almakla bu adamın takımında basketbol oynamak arasındaki tek fark, iyi para kazanmanız” derken; kardeşinin düğününe gitmek isteyen Pat Burke, izin günü konusunda Ivanovic’le anlaşamayınca sezon başlamadan takımdan kesilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir…

Akatlar yolunda ilerlerken, Khimki ve Panathinaikos tecrübelerinin beklentinin altında kalışı, “Acaba onu yumuşatmış mıdır?” diye düşünüyordum. Ne de olsa, değişime ayak uyduramadığı için daha 50’li yaşlarının ortasına gelmeden modası geçen, yöntemleri geçerliliğini kaybeden Boza Maljkovic, en yakınındaki örnekti. Aito Garcia Reneses bu bariyere takılmadı. Keza Zeljko Obradovic de…

Eskinin devrimcisi, artık bir gelenekçi mi? Dusko Ivanovic, Beşiktaş performansıyla sanki biraz da bu sorunun cevabını verecek.

Antrenörlük kariyerinizin başlangıcında sizi İsviçre’ye iten ne oldu? 1992’deki bel sakatlığından sonra opsiyonlarınızın azaldığını biliyorum ama neden Fribourg?

1970’lerde Yugoslavya’dan İsviçre’ye göç eden bir arkadaşım var; Vladimir Karati, Fribourg’da uzun yıllar basketbol oynadı. 10 yıla yakın oyunculuğu sürmüştür, ardından da antrenörlük kariyeri başladı… İsviçre Ligi’ni tahmin edebilirsiniz, rekabetçi olmasına karşın fiziksel açıdan çok zorlayıcı bir lig değil. Ben Limoges üstü Girona yapmıştım, tabii bacaklarımın çok yavaşladığı dönemdi, böyle de bir fırsat çıkınca, “Tamam” dedim.

1993-94 sezonunun başlangıcıyla birlikte Vlado, Yugoslavya Ligi dışında basketbol oynadığı tek kulüp olan Fribourg’da antrenörlüğe başladı. Bana da, “Buraya geliyorsan sadece basketbol oynamaya gelme, teknik ekipte asistanım da ol” dedi. Sıcak baktım. Epey tuhaf bir sezondu, oyuncu-antrenör garip bir statüydü çünkü.

1994 yazında Girona’dan bir teklif daha geldi…

Evet. Yine aynı şekilde; oyuncu-antrenör göreviyle, Aito Garcia Reneses’in uzun yıllar yardımcılığını yapmış Joaquim Costa’nın yanına gittim. Eski NBA oyuncuları Michael Curry ile Tod Murphy vardı o takımda. Bir sezon kaldım, ardından temelli Fribourg’a döndüm. 1995’te başantrenörlük görevini arkadaşım Vladimir Karati’den devralsam da, basketbol oynamayı bırakmadım. Tam zamanlı antrenörlük kariyerim 1996 yazıyla başladı, yani o yüzden profesyonel basketbol yaşantım 39 yaşında bitti diyebilirim.

İsviçre Basketbol Federasyonu arşivinde bir maçta Fribourg’a alan savunması oynattığınızı gördüm. Sizi yakından tanıyanların “Kıyamet günü” diye adlandırabileceği bir gelişme…

Hakikaten öyle. Galiba Cenevre’yle oynuyorduk. Kadroda iki oyuncum sakattı; zaten yedi ya da bilemedin sekiz kişilik rotasyonlarla geçirmiştim sezonu.

Cenevre’ye karşı aynı beş oyuncu, 40 dakika, alan savunması yaptık. Çok da iyi oynayıp kazanmıştık. Ama alan savunmasına karşı bakışım bir maçla değişmez, prensip meselesi işte…

TAU Ceramica-Olimpiakos serisindeki (2001) geri dönüş buzları biraz olsun eritmedi mi?

Belki… Yani, alan savunmasından tiksinmiyorum elbette. Fakat felsefem gereği takımlarımın ana planı farklı olmalı. Bahsettiğin maç güzel bir örnek çünkü ilk yarı 20 sayıya yakın farklarla geri düşmüştük. Elmer Bennett ile Chris Corchiani zone’un tepesine geçti, epey baskı yaptık. Dino Radja’ya sürekli yardım getirdik. Bir alternatifti bizim için, işe de yaradı. TAU’da on yıl boyunca bazı lig maçlarında da 2-1-2 alan savunması denediğim oldu. Takımlarımın agresif bir oyunla sahada olmalarını isterim. Alan savunması bunu sağlamak için dönem dönem bir araç olabilir. Ama nihai amaç olamaz. Oyuncularımdan kendi adamlarını savunmalarını beklerim.

TAU’dan evvel Fribourg-Limoges geçişinize değinmek istiyorum. Akıl hocanız Bozidar Maljkovic (1993’te Limoges’u Avrupa şampiyonu yapmıştı) bu tercihte nasıl bir rol üstlendi?

Boza bir Limoges efsanesi. Bilhassa onun ve Didier Rose’un (Eski Limoges oyuncusu. Maljkovic’le Split yıllarından tanışıyor, Yugoslav antrenörün Barcelona’dan Limoges’a transferi esnasında ise anlaşmayı tamamlayan menajer rolünde) çok büyük katkısı vardı tabii. Limoges’un eğer o dönemini hatırlarsanız, 1990’da Alexander Gomelsky tercihiyle başlayan dönemde hep kariyerli koçları getirmeye çalıştılar. Bozidar Maljkovic, Zvi Sherf, Bogdan Tanjevic… Benim takıma gelişim onlardan daha geç. En nihayetinde o sıralar sadece İsviçre Ligi’nde koçluk tecrübem vardı, yeni yeni de İsviçre Milli Takımı’nı çalıştırmaya başlamıştım. Bahsi geçen isimlerin yanında bir hiçtim. Limoges büyük şanstı benim için.

Ama bir sezonda üç kupa kazandınız…

2000 olağanüstü bir yıldı. Biliyorsunuz, finansal kriz sebebiyle çok zor günler geçirdik o sezon. Ben yazın gelmiştim, takımın borç batağında olduğu haberleri ise Kasım ayında manşetlere çıktı. Soruşturmalar, mahkemeler, davalar… Oyuncular ve tüm teknik ekip maaşlarından yüzde 30 indirime gitmeyi kabul etmişti ama sezona kötü girmiştik. Yaklaşık üç haftalık sürede dört maç kaybedince, ABD’li Carl Thomas’ın yerine Marcus Brown’ı getirdik. Brown da gelmeden önceki sezonda sakatlık problemleri nedeniyle NBA’de pek oynayamamıştı, çok ama çok ucuz bir oyuncuydu o dönemlerde. Marcus Brown liderliğinde; Frederic Weis, Yann Bonato ve ‘ayakları yavaşladı’ diye İspanya Ligi’nden gönderilen Harper Williams takımın iskeletini oluşturdular.

Bilhassa Unicaja’ya karşı oynadığımız Koraç Finali benim için çok özeldi. Tesadüftür ya, kariyerimdeki ilk Avrupa Kupası finalinde rakibim de hocam Bozidar Maljkovic’di. Fransa’da lig finalini ASVEL’e, kupa finalini de PSG Racing’e karşı kazanmıştık. Sonra da kulüp iflasını açıkladı zaten…

2000 Koraç Finali’ndeki ilk maçtan sonra, Beaublanc çıkışında Bozidar Maljkovic’in ‘karakola götürüldüğü’ efsanesi gerçek mi? Sebebi doksanlarda yönetimle bağlantısı olduğu iddia edilen paravan şirket Fincogest miydi?

Polislerin maç çıkışına geldiği doğru ama benim bildiğim Boza’nın sadece ifadesi alındı. Limoges’un finansal krizde olduğu döneme dair ondan bilgi talep ettiler. Malum, yerine getirilmeyen mali yükümlülüklerin geçmişi doksanların ilk yarısına kadar uzanıyor. Boza da yardımcı oldu. Hepsi bu.

Sergio Scariolo, Herb Brown, Julio Lamas ve hatta Jugoplastika’nın üçüncü şampiyonluğunda takımın başında olan Zeljko Pavlicevic… Baskonia başkanlığını 1980’lerin sonunda devralan Jose Antonio Querejeta, daha ilk yıllarında birlikte çalıştığı antrenörler için kolay bir partner olmadığını göstermişti. Sizinle ilişkisini tarif ederken ise, “Neredeyse telepatik. Ruh ikiziyiz” dediğini hatırlıyorum. Vitoria yıllarını nasıl anlatırsınız?

Bir kere TAU’da çok şanslı olduğumu itiraf etmeliyim. Basketbolu odak noktası yapmış bir şehirde; toplam 10 sene boyunca muhteşem oyuncularla çalıştım. Tribünler hep doluydu, tesisler mükemmeldi.

Benim ilk yılım, yani 2000-01 sezonu aynı zamanda kulüp tarihinin Euroleague’deki ikinci sezonuydu. Daha önce sadece 1998- 99’da Kupa 1’e katılım gösterebilmişler ve ilk gruplarda elenmişlerdi. Alfredo Salazar, TAU’daki oyuncu gözlem ağının başındaki kişiydi. TAU’nun scouting transferlerinin tamamı ona aittir. Luis Scola, Pablo Prigioni, Fabricio Oberto, Andres Nocioni, Walter Herrmann ve Marcelo Nicola… Arjantin’in altın jenerasyonundan sadece Manu Ginobili’yle çalışmadım sanırım. “Şanslıyım” dedim ya, dünyada belki de çalışma stilleriyle eski Yugoslav oyunculara en çok benzeyen ekol olan Arjantinlilerle kendi çalışma metotlarımı rahatlıkla uygulayabildim. Karakterleri güçlü, temel oyun bilgileri iyi ve teknik açıdan da gelişim kaydetmeye çok açık bir yapıdalardı. Yugoslav oyuncuların ‘kırılmaz’ yapısı modern dönemde Arjantinlilerin varlığıyla temsil edildi bir nevi.

‘Kırılmaz’ demişken, Cabeza de Manzenada ve Sierra Nevada’daki sezon öncesi kamplarınızda aslında kırılan, göz yaşı döken birçok oyuncu vardı. Elmer Bennett hariç, ABD’li oyuncuların çalışma metotlarınıza adapte olmakta zorlandığını düşünüyor musunuz?

Ben pasaporta bakmıyorum. Sezon başında dağa çıkıp saatlerce kros yapıp açık havada koşuyorsak bu, takımın iyiliği için. Kişisel egomu tatmin etmiyorum dört saat idman yaptırarak. Kurallarım belli. Yapılması gerekenler belli. Elmer Bennett’ten bahsettin, TAU’daki ilk sezonumda bir diğer ABD’li de Victor Alexander’dı mesela. (Real Madrid’le oynanacak playoff serisi öncesi Ivanovic’ten izin almadan Detroit’e gidince takımla ilişiği kesilmişti…) Euroleague’de daha ilk sezonda finale çıkmış, tüm zamanların en iyi takımlarından biri olan Ettore Messina’nın Kinder Bologna’sına karşı beş maçlık seride şampiyonluğu kaybetmiştik. O takımı hatırlamaya çalışın, Nisan-Mayıs’ta bile acayip bir enerjiyle oynuyordu. Sezon öncesi kampını 3500 metrede, çok iyi şekilde geçirince böyle fark yaratıyorsunuz işte.

Bir süre önce bisikletle Tourmalet’ye tırmanan Pau Ribas’ın, “Uzun süredir bisiklet kullanmıyordum ama Dusko Ivanovic’le bir sezon geçirmiştim” ya da Andres Nocioni’nin “O kadar çok para cezası ödedim ki benden aldıkları paralarla Vitoria’ya yeni antrenman salonu inşa ettiler” gibi açıklamaları gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?

Gülümsüyorum tabii… Giriş miktarını şu an hatırlamıyorum ama gittikçe katlanan bir para cezası sistemimiz vardı. Antrenmana geç kalan oyuncu cezayı ödüyor mu? Problem yok. Dilediği kadar geç gelebilir. Hatırlıyorum, o sene salonu yenilemenin yanı sıra oyunculara Montblanc saat almış ve birer de mini- bilgisayar hediye etmiştim. Andres’ten alınan para, tekrar Andres’e ve paylaşımcı biri olduğu için tüm takım arkadaşlarına dağıtıldı yani.

O zamanlar da söylemiştim, benim işim oyuncularla kanka olmak değil. Hiçbir oyuncunun daha az çalışmanın yollarını aramasını kabul edemem. Ben oyunculuğumda bir kere bile Boza Maljkovic’in yanına gidip, “Koç biraz abartmadın mı?” demedim. Herkesin yaklaşımı elbette aynı olamaz ama kulübün para ödediği bir oyuncunun sürekli işlerin gidişatını sorgulaması hoş değil. Bunu kabul etmem. Sürekli şikâyet eden biriyle uzun vadeli çalışamam.

Peki, bir hikâyeyi daha merak ediyorum. Takıma hâlihazırda bir günlük izin vermeyi düşünüyorken Luis Scola’nın tesadüfen yanınıza gelip, “Koç, biraz yorgunum. Yarın dinlensem olur mu?” dediği ve sizin de sadece onun iznini iptal edip takımın geri kalanına “Siz serbestsiniz. Luis ise çift idman yapacak” mesajını ilettiğiniz doğru mu?

Evet ama bu sadece Luis’e özgü bir yaptırım değildi. Oyuncularım mental bariyerler gerçekmiş gibi hissetmemeliler. ‘Ceza idmanı’ denilen kavramın yarattığı tahribata, sırf ‘ceza olsun’ diye yapılan antrenmana karşıyım. İnsanlar bunu anlamıyor. Ben, oyuncularımın benden korktuğu ya da yöntemlerimden çekindikleri için çalışmalarını istemiyorum. Çalışmalılar, kendilerine karşı dürüst olmalılar; çünkü ancak bu şekilde kazanabilirler.

Her antrenörün antrenman saati kendine aittir. Günümüz basketbolunda idmanları eskisi gibi uzatmak mümkün olmayabilir, çünkü maç adedi geçmişe göre çok arttı ama bu antrenman yoğunlundan taviz vereceğim anlamına gelmiyor. 90 dakikayla başlarız, oyuncu işini yaparsa herkesin yüzü güler. Luis, idman temposunu yukarı taşıyan bir oyuncuydu. İşten asla kaçmazdı ama bazı tuhaf yanları da vardı.

Alberto Herreros’un son saniye üçlüğüyle biten 2005 finalinde gösterdiği gibi…

Bir saniye, kağıt kalem alıyorum. Her anı hafızamda. Bak şimdi. Seride durum 2-2, beşinci maç. Kazanan şampiyon oluyor. Son 50 saniyeye 69-61 önde girmişiz. Savunmada katiyen eşleşemiyoruz, Mickael Gelabale sağ dipte boş kalıyor. Üçlük, 69-64. Kalan süre 40 saniyeden daha az. Macijauskas penetre ediyor, boş durumdaki Luis Scola’ya çıkarıyor topu. Luis’in beklemesi yeterli çünkü Real Madrid faul yapmak zorunda. Luis buna karşın ters turnikeye gidiyor, kaçırıyor. Yine sayı yiyoruz, bu kez 20 saniyeden daha az süre kalmış. Skor 69-66 ve… Top kaybı. Faul yapıyoruz, ikide bir. 15 saniye civarı süre kalmış ve pota altından Tiago Splitter topu oyuna sokacak… Evet, bir top kaybı daha. 10 saniye kala hâlâ öndeyiz ama bu kez de yay gerisini savunamıyoruz, beş faulle kenarda olan Louis Bullock’un yerine oyuna giren Alberto Herreros da bizi cezalandırıyor. Kendi salonumuzda, şampiyonluk kutlaması için hazırlanan taraftarımız öyle kalakalmış. Tarifsiz bir trajedi…

TAU’daki ilk beş sezonumda iki kez Euroleague’de final oynadık, ACB’de şampiyon olduk. Querejeta’ya daha sezon bitmeden, “Kontratımın beşinci ve son yılı. Bu sezondan sonra ben yokum. Artık İspanya dışında çalışmak istiyorum” diye söylemiştim.

İspanya dışına gitmeye niyetliyken neden Barcelona’nın teklifini kabul ettiniz?

Biraz menajerimle alakalı bir konu. “Dusko, bu teklifi kesinlikle kabul etmeliyiz. Barcelona sana gelmiş. Lütfen düşün” diye baskı yapınca beni de ikna etti. Düşüncem İtalya Ligi’ne gitmekti ama oradan da uygun bir teklif çıkmadı. Öyle geçtim Barcelona’ya.

Barcelona yıllarınızda bilhassa genel menajer Zoran Savic ve Juan Carlos Navarro’yla aranızda sorunlar olduğuna dair basına yansıyanlar dedikodudan mı ibaretti, yoksa gerçeklik payı var mıydı?

Barcelona’da neden başarılı olamadığımı biliyorum ama bu konuya girmeyeceğim.

Peki, Vitoria’daki ikinci döneminizin sonuyla Barcelona kariyeriniz arasında benzerlik olduğunu düşünüyor musunuz? Aslında iki zıt karakter, Joan Laporta ile Jose Antonio Querejeta’yı birbiriyle karşılaştırmak istemezdim ama…

Barcelona’da basketbol operasyonunu başkan Laporta’nın delege ettiği Zoran Savic yürütüyordu, Vitoria’da ise öyle bir pozisyon yok. Aşağı yukarı her şey antrenörün ya da birinci elden başkanın sorumluluğunda. Bu temel bir ayrım. Öte yandan, Querejeta’yla ikinci dönemin sonuna dair hayal kırıklığım büyük. 10 yıl birlikte çalıştığım birinin; maç biter bitmez soyunma odasında, “Dusko, tamam. Gidiyorsun” demesini değil de ertesi gün öğle yemeğinde birer kadeh şarap içerken aklındakileri anlatmasını dilerdim. Buna çok üzülmüştüm. Böyle olmamalıydı.

Sonrasında ilişkiniz normale döndü mü?

Evet, evet… Zaten çok iyi anlaşıyoruz. İkimizin de kafasının orta bölümü boş, saçlar yanda. Gören bizi kardeş sanıyor. Böyle iki insanın uzun süre küs kalması mümkün mü?

Koç, Khimki ve Panathinaikos döneminizde oyuncuların yaklaşımlarının değiştiğini ve geçmiş metotlarınızı uygulamakta zorluk çektiğinizi hissettiniz mi? Jacob Pullen sizin için, “Birlikte çalıştığım en kötü koç Dusko Ivanovic. Sadece Alexey Shved’i mutlu edebiliyor” demişti…

12 oyuncunun her birini mutlu etmek mümkün değil. Bir kere bunu kabullenmek gerek. Önemli olan, mutsuzluğunu dile getiren oyuncunun karakteri. Takım içinde çok baskın mı? Örgütleme yeteneğine sahip mi? Kötü niyetli mi? Bunlar önemli sorular. Yalan söylemeyi, kaçak dövüşmeyi asla tolere etmem. 10 sene önce neyse, benim için şu anda da aynı. Değişen bir şey yok.

Akıl hocanız Maljkovic, az önce konuştuğumuz Alberto Herreros’un son saniye basketiyle gelen ACB şampiyonluğundan itibaren hiçbir şey kazanamadı. Avrupa basketbolundaki kültürün biraz daha NBA’e yaklaşmasıyla ve otokrat koçların oyunculara eskisi kadar etki edememesiyle açıklanamaz mı bu durum?

Bilmem. Bunu Boza’ya sormalısın.

Bu bağlamda Joe Alexander’la aranızda geçenleri merak ediyorum…

Joe’nun bana karşı gelip fiziksel müdahalede bulunduğu iddiaları gülünç. Böyle bir şey yaşanmadı. Ben ciddi bir insanım. Burada ciddi bir iş yapmaya, takım olmaya çalışıyoruz. Kurallara uymayanlar, nerede ne söyleyeceğini bilmeyenler cezalandırılır.

Beşiktaş’ta ne başarmak istiyorsunuz?

Sürdürülebilir bir yapı kurmak istiyorum. Agresif basketbol oynamalı, özellikle FIBA Şampiyonlar Ligi’nde iyi bir sezon geçirmeliyiz. Orada sonuna kadar gidebileceğimizi düşünüyorum. Umut vadeden yerli oyuncularımız var. Sezonun ikinci ayıyla birlikte yabancı rotasyonumuz da iyice oturmuş vaziyette. Türkiye’de ve diğer organizasyonlarda aldığımız sonuçlarla pek çok kişiyi şaşırtacağımızdan eminim. Oyuncularıma güveniyorum.

Koç, yakın dönemde Duci Simonovic’le yazıştım. Felsefenizi oluştururken etkilendiğiniz kişilerden biri olduğunu biliyorum. Jugoplastika’dan Beşiktaş’a uzanan kariyerinizde; Maljkovic, Simonovic ve hatta Aca Nikolic gibi büyük figürlerin hangi öğütlerini başucunda tutuyorsunuz?

Biz bir süredir konuşmadık Duci’yle. Sporcu psikolojisi üzerine yazdığı makaleyi okumuştum en son. Yeni jenerasyon pek bilmez ama yetmişlerde Yugoslavya’nın önemli basketbolcularından biriydi Ljubodrag Simonovic. Basketbol kariyerine devam ederken bir yandan da hukuk fakültesinde diploma peşinden koşardı. 1970’de Kresimir Cosic’le birlikte Yugoslavya’yı Dünya Şampiyonluğu’na taşıdı. Benim ilk basketbolcu idolüm diyebilirim. Kızılyıldız forması giydiği dönemde kariyerinin zirvesindeydi, çok zarif bir oyuncuydu. Basketbolu bıraktıktan sonra felsfeyle ilgilendi. Kitaplar yazdı, konferanslar düzenledi.

Bozidar Maljkovic benim mentorum. Ama tabii, onun kaynağına inersek Jugoplastika döneminde Aca Nikolic’in katkısını es geçemem. Aynı Zeljko Obradovic’e 1992 Partizan şampiyonluğunda yardımcı olduğu gibi, Boza’nın da Jugoplastika’daki danışmanıydı. Her ayın 10 gününü Split’te, bizimle geçirirdi. Oyuncuların hatalarını idmanı defalarca durdurup değiştirirdi. Kusurların o an düzeltilmezse, bir alışkanlık hâline döneceğini bilirdi. Fiziksel/zihinsel açıdan çok talepkârlardı. Oyunu düşünerek oynamayı bu iki insandan öğrendim.

Herkes gibi, yıllar geçtikçe benim de fikirlerim olgunlaştı. Özellikle TAU yıllarında ortaya belirli bir stil koyduğuma inanıyorum. Birçok kişi, “Ivanovic idmanda çok çalıştırırdı” diyerek o yılları anlatma gayretinde. Evet, saatlerce antrenman yaptığımız oldu.

Doğru, kaybettiğimiz bazı maçlardan sonra havalimanından direkt Vitoria’da gece idmanına çıktık. Bunları biliyorum.

Ama ben gerçekten inanıyorum ki fiziksel yorgunluk diye bir şey yok. İnsan, mental açıdan yoruluyor. Benim görevim de bu mental yorgunluğun yaşanmamasını sağlamak.

Yoksa, bacaklar yorulmaz. Yok öyle bir şey.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce