Zaman makinenizi 70’lerin başına ayarlayın ve sıkı tutunun. Rinus Michels’in Johan Cruyff önderliğindeki Ajax’ını, günümüzün Şampiyonlar Ligi’ne ambargo koyarken göreceksiniz. 90’larda Bergkamp, De Boer kardeşler, Overmars gibi isimler bayrağı devralacak. Günümüzdeki başarının tesadüften çok ‘DNA işi’ olduğu karşımıza çıkacak. David Winner’ın dediği gibi zamanda yolculuk şimdilik imkânsız. Ancak yirmi yıl sonra da bir Ajax jenerasyonu parlayacak. Cruyff’un mirasını düşünüp çağa ayak uydurarak.
Gençliğimde, 1974 Dünya Kupası’nı izlerken Hollanda’nın herkesten farklı oynadığı gözüme ilişti. O dönemde üniversiteden bir arkadaşım vardı ve Hollanda futboluna olan ortak sevgimizin etkisiyle en yakın arkadaşlar olmuştuk. İkimiz de Hollanda’yı görmüştük ve sık sık “Neden bu konuya eğilmiyoruz” diye konuşurduk. Tabii ki derin analizlerimiz yoktu, henüz hiçbir Hollandalının görüşlerine başvurmamıştık ama fikir hep oradaydı. 1974 ve 1978’deki finallerin kaybedilmesi, 1976 Avrupa Şampiyonası’nda da işlerin istendiği gibi gitmemesi, o Hollanda takımının bitmemiş bir işi olduğu hissini vermişti. On yıl sonraysa yeni bir jenerasyon geldi. O dönemlerde holiganizmin de etkisiyle İngiliz futbolundan iyice uzaklaşmıştım. Van Basten, Rijkaard ve Koeman’lı ’88 takımı beni futbola döndürdü.
Harika Portakal aslında daha çok “İngilizler, Hollanda’dan ne öğrenebilir?” noktasına odaklanacaktı. Ancak 90’larda beliren yeni Hollanda jenerasyonu işi değiştirdi. Bergkamp önderliğindeki Ajax takımı çıkmıştı karşımıza. Haklarında hayli bilgi sahibi olduğum bir jenerasyondu bu. Hollanda’da bir futbol dergisine yazıyordum ve sık sık ülkeyi ziyaret ediyordum. Kuzenimin Hollandalı eşiyle, Johan Cruyff’un röportajlarından oluşan bir kitap çevirdik. Hazır onlar için çevirmen olarak çalışmışken Hollanda futbolu üzerine bir kitap yazma fikrimi açtım ve Harika Portakal doğdu.
Ajax-Tottenham ilk maçından sonra konuşmuştuk, röportaj talebinize karşılık “Bekleyelim. Umarım sevinç, üzüntüye dönmez” demiştim. Çünkü Hollandalılar için futbolda bir şeyler her zaman ters gider! İnsanlar onları bu yüzden seviyor. Güzel kaybederler. Eğer Romeo ve Juliet sonsuza kadar mutlu yaşasaydı ortada anlatacak bir hikâye olmazdı. Hollanda insanı, takımlarıyla romantik bir bağ kuruyor. Trajik şekilde başarısız olduklarında da kendilerini onlara daha yakın hissediyorlar. James Dean, Kurt Cobain, Jimi Hendrix’in hikâyeleri romantiktir. İngiliz Edebiyatı’nda da bu romantiklik vardır: Shelley, Lord Byron, genç Keats… Ya da Jim Morrison. John Lennon, Paul McCartney’den çok daha popülerdir mesela hayatını kaybettiği için.
Cruyff hem çok ilginç bir karakterdi hem de her şeyle çok ilgiliydi. Harika sorular sorar, kimsenin göremediği şeyleri fark ederdi. Belki herhangi bir akademik eğitim almamıştı ama her entelektüel gibi o da meraklıydı. Daima bir şeyler hakkında düşünürdü. Mesela dine çok farklı bir bakış açısı vardı. Dindar biri sayılmazdı ama 1974’te Barcelona’ya gittiğinde İspanyollar onu etkilemişti. Hristiyan İspanyol futbolcuların maçlardan önce haç çıkardığını fark etmiş ve “Eğer bu işe yarasaydı tüm maçlar berabere biterdi” demişti. Bu çok berrak bir düşünce. Neredeyse dünyaya bir çocuğun gözünden bakmak gibi. O basitlikte bir gözlem. Cruyff işte böyle şeyleri fark ediyordu.
Cruyff konuşur, sizi dinler ama kitap okumazdı. Yine de sözleri Hollanda’da birer deyiş hâline gelmişti. Bu açıdan bana Birleşik Amerikalı beyzbolcu Yogi Berra’yı hatırlatıyor. O da kırık İngilizcesiyle tesadüfen bir şeyler söyler ama söylediklerinde her zaman bir bilgelik olurdu. “Bittiğinde bile bitmemiştir” (It ain’t over till it’s over) gibi lafları vardı. Cruyff da bazen gizemli laflarıyla dikkat çekerdi. Daha düşük profilli bir futbolcu olsa kimsenin belki de fark etmeyeceği şeyler… “Her dezavantajın bir de avantajı vardır” gibi sözleri bir anda Hollanda dilinde yer etti. Şimdi baktığımızda felsefi sözler, değil mi…
2019 kadrosunun büyük kısmı Ajax’la büyümedi. Frenkie de Jong Willem’den, Hakim Ziyech de Twente’den kadroya katıldı. Tadic, Tagliafico, Onana, Schöne, Neres gibi isimler hep farklı ekiplerden transfer edildi. 11’in büyük kısmını zaten onlar oluşturuyor. Bunun yanı sıra Joel Veltman, Daley Blind, Donny van de Beek ve Matthijs de Ligt altyapıdan yetişenler. Cruyff tamamen altyapıdan gelen bir 11 planlıyordu. Bu, zamanında büyük tartışma yaratmıştı. Bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde izlediğimiz Ajax kesinlikle Cruyff tarzı bir takım. Ancak Cruyff’un ‘Kadife Devrim’i etkisinde kurulan bir takım değil. Ki bu devrim zaten kadifeden ziyade kanlı Ajax için. İşin içerisinde dalga dalga kaos ve bozulan arkadaşlıklar var.
Cruyff için ilk dalgada eski yönetim kurulundan kurtulmak vardı. Ajax, Cruyff destekçileri ile Van Gaal destekçileri olarak ikiye ayrıldı. Bu kavgayı Cruyff kazansa da tartışma onu destekleyenler arasında sıçradı. Ajax Akademisi’nin başında olan Wim Jonk bir taraftı. Jonk, atletizm geçmişi olan ama futbol hakkında çok şey bilmeyen fitness koçu Ruben Jongkind’i göreve getirdiğinde, eski takım arkadaşlarının da içerisinde bulunduğu bazı antrenörler istifa etti. Jonk’a karşı Van der Sar, Overmars ve Bergkamp’ın olduğu bir de cephe oluştu. Üstelik Jonk ve Bergkamp eskiden çok yakın arkadaşlardı ama birbirleriyle konuşmaz hâle geldiler. Sürecin devamında da Jonk takıma veda etti.
Bir başka tartışma da Frank de Boer’un yerine Peter Bosz’un teknik direktör olmasıyla alevlendi. Bergkamp ve Bosz birbirlerini pek sevmiyordu. Bosz’un Ajax’tan ayrılışı Bergkamp’la yaşadığı tartışmalar sonucunda oldu. Daha sonra takımı devralan Marcel Keizer, Bergkamp’ın adamıydı. Bu kez de Bergkamp ve Overmars arasında ‘en güçlü kim’ tartışması başladı. Keizer’in kaybettiği bir kupa maçı sonrasında Overmars fırsatı gördü ve yalnızca Keizer’i değil, onunla birlikte Bergkamp’ı da kovdu! Burada sadece dokuz ay öncesinden bahsediyorum! Ortalığa tamamen kaos hâkimdi. Bir tartışma diğerini izledi ama Cruyff’un mirasına dokunulmadı.
Cruyff’un en üst seviyede futbol oynamamış birinin yönetim konusuna da bulaşmaması gerektiği şeklinde uçuk bir fikri vardı. Futbolu bildiği için yönetim konusunda da bilgili olduğunu sanıyordu ama o ve ekibi amatördü. Kaos zaten bu yüzden çıktı. Van der Sar ve diğerleri basitçe s.çmıştı. Belki de yönetiminde hep eski futbolcularına yer veren Bayern Münih bu konuda Cruyff’u etkiledi. Ama Uli Hoeness de hapse girmemiş miydi? Mesela Abdelhak Nouri konusu… Durumu tam bilmiyorum. Belki sadece kötü bir doktor da olabilir ama Edwin van der Sar oyuncunun ailesi olayda Ajax’ı suçladı, takım ise suçlamalardan kaçtı. Bu, kabul edilemez.
Elbette bazı yıllar diğerlerinden verimsiz olacak ama Ajax felsefesini asla elden bırakmıyor. 1970’lerin sonunda Avrupa’da başarı yoktu ama takım o kadar da kötü değildi. Mesela Ruud Krol 1980’e kadar takımda kaldı. 1981’de ise Cruyff geri döndü. ABD’de oynamasına rağmen… Hikâyeyi tam olarak bilmiyorum ama birisi onu tüm parasını domuz çiftliği işine yatırmaya ikna etmişti ve bu yatırım Cruyff’a tüm birikimini kaybettirdi. Ajax’a dönen efsane, Euro 88 jenerasyonuyla aynı sahada yer alarak ilham yarattı. Rijkaard, Koeman, genç Van Basten gibi isimlerle ter döktü ve onları direkt olarak etkiledi. 1985’te Cruyff, Ajax’ın teknik direktörü olduğunda, Hollanda futbolunda yeni dalga yaratıldı. Oyuncuyken zaten aklında olan fikirleri takıma daha rahat sunabiliyordu. Ancak yönetimle yaşadığı sorunlar sonrasında tıpkı futbolculuk döneminde olduğu gibi yeniden Barcelona’ya geçti. Bu, Ajax tarihindeki en büyük felaketti! Cruyff, Barcelona’da bir ‘rüya takım’ kurdu ve La Masia’nın da temellerini attı.
Cruyff sonrası birkaç menajerin ardından Louis van Gaal dönemi başladı. Ajax’ın Şampiyonlar Ligi’ni kazanan ikinci kuşağı onunla büyüdü. Ardından o takım da Bosman Kuralı etkisiyle dağıldı. 90’ların sonunda Morten Olsen’in elinde Babangida, Rommedahl, Babayaro gibi oyuncuların bulunduğu bir başka iyi kadro vardı. Bu iş dalgalar hâlinde ilerliyor. 2000’lerin ortasında da 2010’da Dünya Kupası’nda finale giden kadronun iskeleti Ajax’tandı. Van der Vaart, Sneijder, Nigel de Jong… Futbol değiştikçe Ajax altyapısı da buna adapte olmayı başardı. Sistemler farklı olabilir. Erik ten Hag’ın sistemi de öncüllerinden tabii ki farklı ama hepsi aynı DNA’yı taşıyor.
Van Gaal’in sisteminde sahadaki herkesin spesifik bir görevi olurdu. Cruyff ve onun yolundan giden Ten Hag ile Bosz gibi isimlerle beraber bu daha çok futbolculara bırakılmıştı. Ortada bir sistem vardı elbette ama futbolcular daha özgürdü. Cruyff’un düşüncesi “Yaratıcılık seviyesi yüksek olan oyuncular için topu kazan” şeklindeydi. Onun biraz daha agresif olduğunu da söyleyebilirim. Van Gaal’de ise topu kaptıktan sonra pas, pas ve daha fazla pas… Van Gaal taktiği orada son buldu. Cruyff’unki ise savunmayı unuttuğunda işe yaramaz hâle geldi. Ama sonuçta Cruyff ve Van Gaal aynı şeyin iki ayrı kanadı.
1995-96 takımı günümüz takımından daha iyiydi. 1995’te şampiyon olup ertesi yıl da final oynadılar. Aslında iki şampiyonlukları olmalı çünkü daha sonra 1996 şampiyonu Juventus oyuncularının dopingli olduklarını öğrendik. O Ajax uzun süre birlikte oynayarak büyümüştü. 1992 takımı Bergkamp ve Jonk ayrıldığında bir anlamda dağıldı. Bu ayrılıklardan sonra Frank Rijkaard, iki yıllığına Milan’dan geri geldi. Bu hamle Rinus Michels’in 70’lerde Velibor Vasovic’i takıma katmasına çok benzer. Genç oyunculara nasıl kazanılacağını ve sert olunacağını öğretecek biri lazımdı. Rijkaard saha içindeki öğretmendi.
Erik ten Hag da benzer bir şey yaptı. Tadic ve Blind bu sezon aynı rolü üstlendiler. Ancak bu kadro birlikte çok kısa süre oynayabildi. 2019 takımının gösterdiği gelişimin hızı ve sahada ortaya koydukları oyunun güzelliği 90’lardaki jenerasyona göre daha iyi. Ayrıca eski Ajax, kendisiyle benzer bütçeye sahip takımlarla karşılaşıyordu. Şimdi Ajax ile Real Madrid veya Juventus arasında büyük finansal uçurumlar var. Yani bazı yönlerden bu takımın daha görkemli olduğu da söylenebilir. Ama ne kadar daha birlikte kalacaklar? Ziyech duyduğum kadarıyla Dortmund gibi kulüplere gitmeyecek. Sadece dünyanın en iyileri için ayrılacak. Overmars’ın getirdiği yapılanma sayesinde oyuncuları takımda tutmak için daha büyük paralar ödeyebiliyorlar.
Son 25 yılda futbol değişti. Artık daha hızlı bir oyun var ve bu takım 90’lara kıyasla çok daha farklı kombinasyonu sahaya koyabiliyor. Van Gaal’in takımı sahanın tamamını kullanır, top çevirerek boşlukları arardı. Bu takım ise “Bu kalabalıkta asla ilerleyemezler” denen alanları bile geçerek, direkt hücum edebiliyor. Tiki-taka’nın daha iyisini oynuyorlar. Eski Ajax takımlarından evrilmiş bir sistem var. 70’li yıllara baktığınızda sahada çok fazla zaman ve boşluk olduğunu görürsünüz. Bir zaman makinesi icat etseniz muhtemelen bu takım Cruyff’un takımını yenerdi. Ancak bunu yapamayız çünkü zaman makinesi diye bir şey yok!
Röportajlar: Caner Eler & Emre Gürkaynak