Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GenelYenilmez II

Novak Djokovic bundan iki buçuk sene önce Wimbledon üçüncü turunda bir maç kaybetti ve başyapıtı orada sona erdi. 2018'de aynı yerde kaldırdığı kupa, devam filminin açılış sahnesi olacaktı...

Bu yazı ilk olarak Socrates’in Aralık 2018 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımızı bu adresten edinebilirsiniz.


82 galibiyet, sadece altı mağlubiyet, ilk 10’da yer alan rakiplere karşı 31 zafer, 11 turnuva şampiyonluğu, üç Grand Slam kupası, yüzde 93,2’lik bir kazanma oranı ve daha niceleri… Erkek tenis tarihine baktığınız zaman, Novak Djokovic’in 2015’inden daha tatmin edici bir yıl bulmanız pek olası değil. Rod Laver’ın 1969’u, Jimmy Connors’ın 1974’ü, Roger Federer’in 2006’sı ve birkaç meşhur sezon pek tabii ki adaylar arasına girebilir, seçenekler muhakkak çoğaltılabilir. Fakat şunu söylemek güç değil ki; Novak’ın karşısına almış olduğu rekabet seviyesi diğer hiçbirisi için geçerli değildi. Bu başarının boyutunu Sports Illustrated’ın en önemli yazarlarından Jon Wertheim’ın ağzından bizzat dinleme şansı bulduğumuzda da karşımıza benzer bir ana fikir çıkıyor: “Çift hanelerde Grand Slam kupası olan iki tenisçinin (Federer ve Nadal) daha olduğu bir dönemde, Ocak’tan Kasım ayına kadar kazanmayı sürdürdü. Nereden bakarsak bakalım, bunun erkek tenis tarihindeki en iyi sezon olmadığını söylemek zor olur.”

Zira Nole’nin yıl sonunda verdiği bir röportajda, 2015’i hayatının en güzel senesi olarak tanımlaması da birçok şeyi anlatıyordu. En önemli hedefi olan Roland Garros’u kazanamamasına rağmen seçtiği sözler, yaklaşmakta olanın farkına vardığı içindi. Artık, uzun süre boyunca gölgesinde kaldığı iki rakibi; Roger Federer ve Rafael Nadal’ın büyüklüklerine karşı bir iddia getirebilecek konumdaydı. Zaten son engeli aşıp Paris’te şampiyon olmak için de sadece altı ay kadar bekleyecekti. Şaşaalı günleri dinlemek için gazeteci Sasa Ozmo’ya telefonla ulaştığımda da bu minvalde şeyler duydum. Sırbistan’ın en büyük spor kanalı olan SportKlub’un bünyesinde tenis yorumculuğu yapan Ozmo, 2015’te başlayıp 2016’nın ortasına kadar devam eden süreci turnuva turnuva takip etmişti ve “Tenis tarihinin gördüğü en ciddi hegemonya” şeklinde yorumluyordu. Bunu gerçekleştiren kişinin, Sırbistan gibi mütevazı bir ülkeden gelmesi hayli şaşırtıcıydı. Zira bir tenis ülkesi olarak geçmişleri o kadar da eskilere dayanmıyordu.

GENLERDEKİ GÜÇ

Yugoslav Monica Seles, doksanların başında kadın tenisindeki en ciddi güç odaklarından biri oldu. Neredeyse çocuk yaşta aldığı sekiz Grand Slam, onu hızlı bir şekilde Steffi Graf’ın ‘nemesisi’ yapmış, Chris Evert-Martina Navratilova günleri sonrası için yeni bir çift başlı rekabetin temelleri atılmıştı. Fakat Seles’in, 1993’ün Nisan ayında Günther Parche adındaki obsesif bir Graf hayranı tarafından maç esnasında bıçaklanması tüm planları ve daha da önemlisi kariyerini altüst edecekti. Sırbistan topraklarının dünya tenisine ihraç ettiği ilk büyük yıldız, kortlara geri dönmesine rağmen hiçbir zaman eski seviyesine çıkamadı. Seles belki bir süre fırtına gibi esmeyi başarmıştı ancak talihsiz şekilde bölünen spor yaşamı ve sonrasında ABD vatandaşlığına geçme tercihiyle, kendi ülkesindeki sporcu adaylarına emsal teşkil etme noktasında yetersiz kalacaktı.

Seles, talihsiz kariyeri ve ABD vatandaşlığı tercihiyle, kendi ülkesinin sporcu adaylarına güçlü bir emsal olamadı.

Genellikle bu denli özel bir oyuncu çıkartan ülkeler, onun adımlarını takip eden gençlerin varlığıyla yeni jenerasyonlar yakalama ve bir gelenek oluşturma fırsatı bulur. Örneğin Roger Federer sık sık Martina Hingis’in İsviçre tenisi için yaptıklarının kendisi ve diğerlerine nasıl bir ilham kaynağı olduğundan bahseder. Son dönemin süper yıldız adayı Aryna Sabalenka’nın, başarılı yurttaşı Viktoria Azarenka’yı kerteriz alarak zirveye ilerleyişi de bu konuya verilebilecek güncel örnekler arasındadır. Tabii Seles’in bir ‘rol modeli’ olma hususunda üstüne düşeni yeterince yapamayışını farklı açılardan okumak da mümkün. Yugoslavya’nın o senelerde içinde bulunduğu savaş atmosferi, beraberinde huzursuz bir ortam ve ekonomik darboğazı getiriyordu. Tenis ise maliyeti son derece yüksek bir uğraştı. Ayrıca ülkenin daha çok basketbol, voleybol ve sutopu gibi takım sporlarında başarılı olmak üzerine kurulu bir kültürü vardı. Sporcu olmak amacıyla yola çıkan çocuklar tercihlerini genelde bir takımın parçası olmaktan yana kullanıyordu.

2003’te Yugoslavya’nın dağılmasından sonra işler biraz değişti ve ardıl ülkeler bireysel sporlarda daha hatırı sayılır sonuçlar almaya başladı. Sırbistan’ın tenis kortunda yaptıkları bu gelişimin belki en spesifik örneğiydi. Kendisi de eski bir tenisçi olan Slobodan Zivojinovic’in federasyon başkanlığına gelişi, Sırpların kendilerine ait bir ekol oluşturma çabasını iyice belirginleştirdi. Üstelik süreç meyvelerini hızlıca verecek; Nenad Zimonjic, Ana Ivanovic, Jelena Jankovic ve Djokovic gibi isimlerin her biri dünya sıralamasının zirvesine çıkacaktı.

Çiftlerde toplam sekiz Grand Slam şampiyonluğu yaşayan Nenad Zimonjic’e nasıl bu kadar hızlı yükseldiklerini sorduğumda cevabı net oluyor: “Genetik olarak spora çok yatkınız ve o genlerde kazanma isteği taşıyoruz. Küçük bir ülke olmamıza rağmen de kenetlenmeyi ve birbirimizi yukarı itmeyi başarıyoruz.” Zaten Zimonjic’in bahsettiği ulusça kenetlenme hâli kendisini erkek tenisinin en büyük takım organizasyonu olan Davis Kupası’nda da göstermiş ve Sırbistan 2010’da bu turnuvanın galibi olurken, artık tam anlamıyla bir tenis ülkesi olduğunu cümle aleme duyurmuştu. Takımın bir numaralı oyuncusu olan Djokovic ise o zaferden kısa süre sonra dünyanın en iyi tenisçisine dönüşmüştü. Ta ki Temmuz 2016’ya kadar…

ÖZGÜVEN KAYBI

Novak Djokovic kaybettiği üç Fransa Açık finalinin ardından, dördüncü denemesinde Silahşörler Kupası’nı kaldırdı. O noktada oynanan son altı Grand Slam’in beşine sahipti ve hâkimiyetine devam etmek için de kuvvetli sinyaller vermekteydi. 2015’i muazzamdı ama 2016’nın ilk yarısında da ışıltısından hiçbir şey kaybetmemişti. Artık sorulan soru; Wimbledon ve Amerika Açık’ı da alarak, Rod Laver’dan sonra takvim slam’i yapan ilk erkek oyuncu olup olmayacağıydı. Dolayısıyla son iki yılın şampiyonu olduğu Wimbledon’a büyük favori olarak geldi. Bu noktada hiç kimse üçüncü turda olacakları tahmin edemezdi. Evet o maçtaki rakibi, Sam Querrey iyi bir servisçiydi ve Londra’nın çiminde erken turlarda karşılaşmak için ideal kişi değildi. Fakat Sırp yıldız son senelerde öyle zorlu testlerden geçmişti ki çim kortta güçlü bir servisçiyle oynamak bunların yanında ufak bir detaydan ibaret kalmalıydı. Fakat kalmadı; Querrey’nin dört sette kazandığı maç, tarihe en büyük sürprizlerden birisi olarak geçecekti. Bu kayıp aynı zamanda Nole’nin tenis hayatı için de bir kırılma noktası oldu.

Wimbledon’da kaybedilen Sam Querrey maçı, Nole’nin tenis hayatı içi bir kırılma noktası oldu.

Bu ani düşüşün nedenini ararken fikrine danışmak için ulaştığım tenis antrenörü Mert Ertunga, sürprizin de ötesinde bir ifade kullanarak söze giriyor: “Sürpriz yenilgiler ve şok yenilgiler vardır. Bu, şok olandı. Sam Querrey’nin en büyük destekçileri bile bunu beklemiyordu muhtemelen.” Tabii Ertunga’yı şok eden şey kaybedilen maçtan ibaret değildi. Djokovic’in o ana gelene kadar gösterdiği hâkimiyet de bir başka şaşkınlık unsuruydu: “Örneğin Federer’in domine ettiği periyoda bakalım. Kusursuza yakındı ama toprak kortta Nadal’ı yenememe gibi bir handikabı vardı. Novak o 18 aylık periyot süresince her zeminde herkesi mağlup etti ve neredeyse her şeyi kazandı.”

Peki ne olmuştu da makine bir anda çalışmayı durdurmuştu? Muhtemelen burada en büyük rolü oynayan şey zihinsel yorgunluktu. Bir süre sonra bu yorgunluk hâli fiziksel durumuna da sirayet edecek, Nole’nin raket kolunda problemler ortaya çıkacaktı. Altın madalyayı çok istediği 2016 Rio Olimpiyat Oyunları’nda bilek, arkasından gelen Amerika Açık’ta da dirsek sakatlıkları kendisini gösterdi. Ertunga, Sırp yıldızın o esnada sahip olduğu özgüveni sarsabilecek en önemli etkenin sakatlık sorunları olduğunu düşünenlerden. “Fiziksel ağrıları olan birinin ilk kaybettiği şey kendine güvendir” sözleriyle anlattığı süreç, Djokovic’in turnuvalar üstü hâle gelen formunu dahi alaşağı edebilmişti. Şans eseri tam üç rakibinin çekilmesi ile pek fazla terlemeden çıktığı 2016 Amerika Açık Finali, spot ışıkları altındaki son dansıydı. Stan Wawrinka’ya dört sette mağlup olduktan sonrası ise uzun bir sessizlik.

KIVILCIMIN PEŞİNDE

Sırp gazeteci Sasa Ozmo, Novak Djokovic’in sadece zaferlerinin değil, tenisin zirvesinden uzak geçen zamanının da yakın bir takipçisiydi. Örneğin o periyotta yakınlaştığı, tenis antrenörlüğü ile guruluğu aynı potada eritmeye çalışan enteresan karakter Pepe Imaz ile olan ilişkisini şöyle anlatıyor:

“Imaz meselesi medyanın speküle etmeyi sevdiği bir şeydi. Çünkü ortada gizemli ve ne yaptığı bilinmeyen bir adam var. Aslında Imaz’ın varlığı Novak için öyle göründüğü kadar önemli değildi. Belki kişisel etkisi vardır, onu bilemem ama korta, tenisine baktığımızda sadece bir detaydı. Ara sıra onun akademisinde antrenman yapmaya gidiyor hepsi bu. Ben yaşananların suçlusu olarak Imaz’ı veya herhangi birini göstermenin mantıklı olmadığını düşünüyorum.”

Bu serbest düşüş günlerinde Djokovic’in çevresinde, Pepe Imaz’la geliştirdiği ilişkinin haricinde de değişiklikler oldu. İlk olarak üç harika yıl boyuna çalıştığı ve ‘süper koç’ kavramının en nadide örneklerinden birisini veren Alman efsane Boris Becker ile yollar ayrıldı. Karşılıklı bir saygı çerçevesinde verildiği söylenen kararın ardından, Novak’ın değişiklik yapmaya olan ihtiyacı henüz bitmemişti. Mayıs 2017’de 11 senelik koçu Marjan Vajda, yakın arkadaşı fizyoterapist Miljan Amanovic ve fitness antrenörü Gebhard Phil-Gritsch’e de veda etti. Bu değişimin temelinde yatan şeyi “Korttaki kazanma kıvılcımını tekrar bulmak” olarak açıklıyordu, bu yolda yeni yüzlerin kapısını çalmaktan da çekinmeyecekti.

Novak bu değişim arayışı esnasında, 11 yılık koçu Marjan Vajda ve hatta tüm takımıyla yollarını ayırdı.

Herhalde tenis dünyasında düşmeyi ve tekrar ayağa kalkıp devam etmeyi Andre Agassi’den daha iyi bilen az kişi vardır. Doksanlı yılların ortasında kişisel sorunları sebebiyle, hiçbir zaman pek sevmediği tenisle olan ilişkisini tamamen kaybetmeye kadar yaklaşan ABD’li, Novak’ın aradığı -veya aradığını sandığıestekçiydi. Fakat bu birliktelik de uzun ömürlü olmayacak ve başarı getirmeyecekti. Eski dünya 1 numarası, Telegraph’a verdiği röportajda Djokovic’le çalıştığı kısa dönemi buruk hatırlarken, “Üzüldüğüm tek şey Novak’la fiziksel olarak daha sağlıklı olduğu bir dönemde çalışmamamız” diyor ve ekliyordu;

“O günler boyunca tenis oynamaktan ziyade acılarını dindirmekle meşguldü.” Agassi de şunun farkındaydı ki teknik olarak ciddi benzerlikler içeren oyunları, şansları yaver gitse muazzam bir ortaklığın kapısını açabilirdi. Ne de olsa tarihin en iyi iki servis karşılayıcısından bahsediyorduk…

HEP DAHA İLERİ

Return, yani servis karşılama meziyeti, Djokovic’in her zaman en kuvvetli yanı oldu. Üstelik bunu, fiziksel olarak büyüyüp güçlenen rakiplere ve raket/tel teknolojisinin gelişimine bağlı olarak artan servis hızlarına rağmen yapıyordu. 1970’lerden beri tenisin evrimini gözlemleyen Mert Ertunga, bu vuruşun önemini nasıl arttırdığını şöyle anlatıyor: “Artık servisler aşırı hızlı. Geçmişte Roscoe Tanner’ınkine çok iyi denilirdi; şimdi olsa ilk 10’a bile giremez. Kevin Anderson, John Isner, Milos Raonic gibileri yoktu o zamanlar. Pete Sampras ve Goran Ivanisevic servis olayını aşırı bir silaha çeviren ilk isimlerdi. Önceden salt servis atarak maç kazanan tenisçi bulmak zordu.” Oynadığı zaman diliminin Novak’ı gelmiş geçmiş en iyi return oyuncusu yapıp yapmadığını sorduğumda ise, “70’lerden beri gördüklerimin en iyisi” şeklinde cevaplıyor deneyimli antrenör.

Tıpkı diğer tüm büyük oyuncular gibi, Djokovic’in tenisi de yıllar içide yepyeni güçler kazandı.

Djokovic, ilk Grand Slam kupasını 2008 Avustralya Açık’ta kaldırdığında henüz 20 yaşındaydı ve oyunu şimdikine nazaran son derece hamdı. Yani komple bir oyuncu olmakla uzaktan yakından alakası yoktu. Ayak çabukluğu, backhand’i ve return kapasitesi Melbourne’deki zaferi mümkün kılmıştı ancak tenisinde gelişmesi gereken çok fazla şey vardı. Ertunga’ya göre özellikle de servisini iyileştirmesi kritikti: “Maç başına sekiz-dokuz tane ace atan bir oyuncu değildi. Fazla çift hata yapıyordu, hatta servisinin zayıflığıyla biliniyordu. Bu, omzunda taşıması gereken bir yük gibiydi. 2011’e geldiğimizde ise hâlâ bir güç unsuruna dönüşmemiş olsa bile, en azından oyun başlatan güvenilir bir vuruş hâline gelmişti. Bunda dirseğini daha kısa tutarak değiştirdiği hareketinin payı vardı. Bu onun daha iyi bir oyuncu olmasını sağladı.”

Zaten tıpkı diğer tüm büyük oyuncular gibi, Nole’nin tenisi de yıllar içerisinde yepyeni güçler kazandı. Etkili yanlarını daha keskin kılarken, zayıflık addedilebilecek şeyleri de bir bir yok etti. Ertunga’nın altını çizdiği şey gittikçe artan oyunu çeşitlendirebilme yeteneğiydi: “Servisinden bahsettik ama voleleri ve backhand slice’larını da epey ilerletmişti. Bu detayları tamı tamına yapabilmek için güvenin zirvede olması lazımdır.” Bu sözler, Novak’ın güvenini kaybettiği dönemde oyununun neden gerilediğine dair ciddi ipuçları içeriyordu. 2018 ise kayıp parçanın hem de kaybedildiği yerde tekrar bulunacağı sene oldu…

AİT OLDUĞU YER

Kısa süre önce geride bıraktığımız tenis sezonu, Djokovic için bir diriliş anlamı taşıyordu ancak yaşanacakları ilk aylarda tahmin etmek pek kolay değildi. Altı kez kazandığı Avustralya’da Hyeon Chung’a kaybettiği dördüncü tur maçı ve devamında gelen Indian Wells-Miami ilk tur hezimetleri, kendi sözleriyle tenis kortu üzerinde en kötü hissettiği anlardı. Sasa Ozmo bu sekansı, “Novak’ın oyununun yavaş yavaş kendine geldiğini hissediyordum. Bence Ağustos sonunda Amerika Açık için New York’a gidildiğinde yeniden bir slam’in şampiyonluk favorisi olabilecekti” şeklinde anımsıyor. Ozmo’nun kestiremediği şey, vatandaşının devreye daha erken girme ihtimaliydi. Fransa Açık oynanırken eski koçu Marjan Vajda ile yeniden buluştular. Paris’te belki sadece çeyrek final görmüştü ama devamı için iyi sinyaller vermişti. “Benim için bir koçtan fazlası, ailemin bir parçası” şeklinde anlattığı Vajda’nın dönüşü, yıldız tenisçi üzerinde gözle görülür bir pozitif etki yaratmıştı. Artık ihtiyacı olan şey, o kayıp parçadan fazlası değildi.

Zverev, “Seneye Novak’ı kim durdurur?” sorusuna yanıt ararken senaryo üretmek için kullanılabilecek bir isim.

Kyle Edmund, Karen Khachanov ve Kei Nishikori gibi kaliteli oyuncuları mağlup ederek çıktığı Wimbledon yarı final maçında karşısında dünya 1 numarası Rafael Nadal’ı buldu. Onlarca klasikleşmiş maç oynadığı Rafa, mevcut formu sebebiyle bu eşleşmenin az farkla da olsa favorisiydi. Ancak iki güne yayılan ve final seti 10-8’lik skorla biten maçın galibi Nole oldu. Arkasından Kevin Anderson’ı da mağlup edip Wimbledon şampiyonluğuna ulaştı ve iki yıllık hasreti sona erdirdi. Kendisi “Geri dönebileceğime inanıyordum” dese de ondan şüphe edenler vardı. Nole altın sarısı kupayla gülümserken, ona inanmayanlar ise oldukça pişmandı.

Peki kırılma noktası neydi? Mert Ertunga’ya göre Novak’ın eski statüsüne dönüşünü tamamlayan şey, beş setlik Rafa mücadelesi ve hatta o maçın gidişatı oldu: “Wimbledon bir ‘bonus’ gibiydi. Novak, Londra’ya geldiğinde henüz 2018’in ilk yarısı modundaydı, yani yavaş yavaş kendini buluyordu. Nadal’ı yenişi ve sonrasında kolayca kazandığı kupa onun üçüncü vitesten bir anda beşinci vitese geçmesini sağladı.”

Novak Djokovic’in ikinci bölümü rüya gibi geçen 2018’i, Paris Masters finalinde Karen Khachanov’a ve ATP Finalleri’ndeki kupa maçını Alexander Zverev’e kaybederek sonlandı. Genç neslin önemli isimlerine karşı aldığı mağlubiyetler, “Seneye Novak’ı Federer ve Nadal hariç kim durdurur?” sorusuna yanıt ararken senaryo üretmekte kullanılabilir. Ancak şimdilik, dünya 22 numarasına kadar gerilediği sezonu birinci basamakta bitirerek bir ilke imza atan ve iki yıllık Grand Slam suskunluğunu iki kupayla bozan Nole’nin kutlama vakti. Filmin kalanı 2019’da.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Hayal Kuran Herkese

Hayal Kuran Herkese

3 sene önce
Neno

Neno

3 sene önce
Sözlü

Sözlü

3 sene önce