Bu yazı ilk olarak Socrates’in Haziran 2017 nüshasında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.
1990’larda Yugoslavya’da büyüyen bir çocuk olarak, hafızanda hangi anlar yer etti?
Küçük bir evde yaşıyorduk, Belgrad’ın 10-15 kilometre yakınlarında… Oturduğumuz yerin yakınlarında bir yere tüm pencerelerimizin camlarını indiren bir bomba düşmüştü. Onu hatırlıyorum sadece. Gerisi bulanık. Annem çok korkmuştu. Ailemin Karadağ kökenleri olduğu için, Belgrad’dan ayrılarak güneye daha güvenli bir yere gittik. Savaş bittikten sonra dokuz yaşında Zvezdari’de basketbola başladım ve kısa süre içinde yine Belgrad’daki bir kulübe, Zitko’ya geçtim.
Zitko’daki ilk antrenörün Dragan Jakovljevic’le konuştuğumda, “Bogdan her açıdan Sasha Djordjevic’e benziyordu. Oyun sıkıştığında, herkes bir adım geriye atardı ve sahnenin Bogdan’a ait olduğunu bilirdi. Altyapılarda bu statüyü kazanmak zordur” demişti. Djordjevic’le hiç bu konunun sohbetini ettiniz mi?
Bana aslında o zamanlar ‘Peja’ derlerdi. Zitko’da benim yaş grubumda, bilekten, başının üstünden şut atabilen başka biri yoktu. Yay gerisinde sürekli sabit kalıp arka arkaya üçlük sokabildiğim için de lakabımı Peja Stojakovic’ten almıştım. Bunu da sanırım ellerimin güçlü olmasına borçluyum. A Takım’a geçtiğimde şut mekaniğimi değiştirmeye ihtiyaç duymamam avantajdı. Stilim belki yıllar geçtikçe Sasha’yı andırmıştır. Peja’ya oranla daha çok benzediği kesin.
ALTYAPI DÖNEMLERİNDE LAKABIM PEJA’YDI. TOPU BAŞIMIN ÜSTÜNDE TUTUP, ŞUTU BİLEKTEN ÇIKARTTIĞIM İÇİN…
Altyapıdan sonra sana yapılan ilk teklifin Partizan’dan değil de Kızılyıldız’dan geldiğini savunanlar var. Doğru mu?
Hayır. Ben o dönem bir röportaj vermiştim ve orada “Svetislav Pesic’le çalışmayı çok isterim; her çocuk gibi benim de odam 2002 Indianapolis’te altın madalya alan Yugoslavya takımının posterleriyle dolu” gibi bir şey söylemiştim. Pesic de o aralar Kızılyıldız’ın başına geçti ve benim geçmiş röportajda söylediklerimi manşet yaptılar. Hatta 2005-2006’da gittiğim Kızılyıldız-Roma futbol maçının haberleri falan çıktı. Evet, Pesic’le telefonda görüşmüştüm; benim durumumu da sormuştu ama Kızılyıldız forması giyme ihtimalim hiçbir zaman ciddiyet kazanmadı. Çocukken tribününde olduğum takıma, Partizan’a gittim.
“ŞİŞKO JOKIC’İ TEBRİK EDİYORUM”
Sırbistan’da Belgrad ve Novi Sad, büyük şehirler kabul edilir. Bir nevi merkez diyebiliriz ikisi için de. Bu kentler haricindeki yerlerde yaşayanlar genellikle sağlıklı olur. Kola içmezler, McDonalds yemezler. Doğal yaşarlar ve günlük hayatta sebze- meyve, taze etle beslenirler.
Bunları anlatırken, şunu söylemeye çalışıyorum; Belgrad ve Novi Sad dışındaki bölgelerin çocukları sağlıklıdır. Okullara gidip bakabilirsiniz, hiç şişko çocuk yoktur o bölgelerde. Nikola (Jokic) çok özel bir oyuncu. Ama ayrıca Sırbistan’ın kuzeyinde, Sombor gibi bir yerde yetişip günde iki litre kola tükettiği için de özel. Taşrada büyüyüp öyle şişko olmak gerçekten büyük bir başarı. Tebrik ediyorum.
O esnalarda hem Partizan hem de Sırbistan U18 Milli Takımı’nın koçu olan Vlada Jovanovic’in seni 2009’da Fransa’daki Avrupa Şampiyonası’nda kadroya dâhil etmemesi bile kararını etkilemedi yani? Dusko Vujosevic gelene kadar Partizan’da fazla süre bulamayacağını tahmin etmiş miydin?
Henüz 17 yaşındaydım ve Vlada beni Fransa’daki Avrupa Şampiyonası kadrosuna dâhil etmeyip takımdan keserken “Seni, burada bir yaş büyüklerle oynaman ve aday kadronun beş günlük kampını tecrübe etmen için çağırdım. Fazlasını umma” demişti. Bu, 2009 yazında oldu. Bir yıl sonra, 2010’da Litvanya, Vilnius’ta bir turnuva oynadık. Bu kez yaşıtlarım vardı. Alessandro Gentile, Jonas Valanciunas, Davis Bertans falan… Biz dördüncü olmuştuk ve koç Jovanovic birkaç ay sonra Partizan’a giderken bana, “Önünde çok fazla tecrübeli oyuncu olacak. Bekleyeceksin. Zamanın gelecek. Partizan’da bir hiyerarşi vardır” demişti. Onu hatırlıyorum. Antrenmanda çok çalışarak aklını çelebilirim diye düşünmüştüm. Olmadı.
Partizan’daki ilk iki yılımda ortalama 7-8 dakika oynadım. Maç koptuktan sonra oyuna giriyordum. Jovanovic’in ilk ciddi antrenörlük tecrübesiydi. Neden oynamadığımı anlayamıyordum ama koçun bürokratik açıdan birçok probleminin olduğunun da farkındaydım. Şimdi düşündüğümde, belki o iki yıl hiç oynayamamak, daha çok hırslanmamı ve karakterimin oluşmasını sağladı. Dusko Vujosevic takıma geldiğinde kızgındım, ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. “Seni oynatacağım” demişti.
Vladimir Lucic, Joffrey Lauvergne, Dragan Milosavljevic, Davis Bertans gibi pozisyonları için uzun sayılabilecek ve genellikle topu domine etmeyen oyunculardan kurulu bir takımda Dusko Vujosevic sana oyunu yönlendirme sorumluluğunu verdi. Hatta sezon ortasında Leo Westermann sakatlanınca 1 numaraya geçtiğini hatırlıyorum…
Partizan özelinde, demin bahsettiğim hiyerarşinin oluşmasını sağlayan belki de en önemli kişidir Dusko Vujosevic. Bu hiyerarşide, evet, zamanının gelmesini beklemek vardır ama çok çalışanlar her zaman ödüllendirilir. Ben, Dule’nin takımında ilk olarak, Dragan Milosavljevic’in ardında, yedek iki numaraydım. Sezon içinde Moskova’da 40 küsur sayı farkla kaybettiğimiz çok kötü bir CSKA maçı oynamıştık, Westermann o maçta sakatlanmıştı. Bir ya da iki ay sonra Belgrad’da rövanşı alırken oyun kurucu pozisyonundaydım ve ikinci yarısında 19 sayı attığım maç, o döneme kadarki en iyi performanslarımdan biriydi. O esnalarda Dule’nin bana karşı duyduğu güveni hissediyordum. Partizan kariyerimin başlarındaki gibi, hata yapmaktan korkmuyordum.
VUJOSEVIC’İN YANINDA HAYATTA KALABİLİRSENİZ, ORADAN SAĞ ÇIKARSANIZ, HER ŞEYİ YAPABİLİRSİNİZ.
Peki yine aynı sezondaki FMP maçında, koç Vujosevic’in sahanın ortasına kadar gelip seni boğazlamaya çalışması gibi durumlarla nasıl baş ettin? Dule’nin uzun süredir devam eden şeker hastalığı nedeniyle böbrek problemlerinin arttığı ve o yıl normalden daha sinirli olduğu söyleniyordu…
Bilmiyorum. Bahsettiğin o maçtan sonra eve gidip bir daha da geri dönmemek istedim. Takıma sezonun ikinci yarısında katılan Sasha (Pavlovic) benim sakinleşmeme yardımcı olmuştu. Etraflıca düşünmüştüm. Bu olayın herkesin gözü önünde, maç oynanırken meydana gelmesiydi beni en çok üzen. Yoksa Dule, bu ve benzeri reaksiyonları antrenmanlarda defalarca yaptı. Nasıl demeliyim; babalık içgüdüsü onu kontrol ediyor. Merdiven çıkma cezası, sprintler, başka oyunculara karşı yaptığı benzer hareketler… Onlar tabii ki görülmüyor. Maçta TV kameraları var. Vujosevic, daha güçlü bir karakter olmak için böyle taktiklere başvuruyor. Onun okulundan çıkan sayısız oyuncu var. Karakter olarak çok güçlüler ve çok çalışkanlar. Vujosevic’in yanında hayatta kalabilirseniz, oradan sağ çıkarsanız, her şeyi yapabilirsiniz.
Saso Filipovski’yle konuştuğumda, CSKA’da Vujosevic’in yardımcılığını üstlendiği dönemlerde en zorlu görevinin Dule’nin Sırpça atasözlerini, şiirsel kelimelerini Trajan Langdon, JR Holden gibi oyunculara çevirmek olduğundan bahsetmişti… Senin aklında kalanlar neler?
Güvercinli bir şey vardı. Beyaz bir güvercin. Antrenmanlarda sürekli ondan bahsederdi. Bir filozofun ve sıradan bir adamın güvercine bakışıyla alakalı. İşte ne bileyim, bir filozof “Bakın bu şöyle bir kuş. Kanatları var, kanatlarında delikler var. Uçması için böyle bir aerodinamik lazım” diyor. Sıradan, sokaktan adam da “Bu bir kuş. Bembeyaz. Uçuyor işte” diye cevap veriyor. Bakış açısı, durum analizleriyle alakalı bir özlü söz. Onu hatırlıyorum. Komikti.
Partizan’dan ayrılış sürecine dair pek çok şey yazıldı, çizildi. Bir sezon daha kalmaya söz verdiğin hâlde gittiğini söyleyenler oldu. Fenerbahçe transferini nasıl anlatırsın?
Partizan’da her iki senede bir takımın yarısı değişir. Benim ayrıldığım sezon da öyle bir yıldı. Bertans, Milosavljevic, Westermann, Musli, ben… Herkes satıldı. Partizan, yapı itibarıyla Fenerbahçe, Barcelona, Real Madrid gibi kulüplerden çok daha farklı. Yönetimler farklı işliyor. Öncelikler başka. Ben de bir geçiş dönemine denk gelip çıkış şansı yakaladım. Her ne kadar Partizan’da yaşadığım bazı şeyler için “Keşke öyle olmasaydı” desem de bunun çok da üzerinde durmak istemiyorum. Dule’nin bende emeği çok. Onla çalıştığım için şanslıydım. Ardından karşıma Zeljko Obradovic çıktığı için daha da şanslıyım.
ZELJKO’NUN BANA TAKIMIN GERİ KALANINDAN BİRAZ DAHA FAZLA BAĞIRDIĞI DOĞRU. “BUGÜN SON ŞANSIN” GİBİ ŞEYLER SÖYLER ÇOĞU KEZ.
Vujosevic’in ağır yaptırımlarından bahsettik. Her ne kadar o ayarda olmasa da aynı basketbol okulundan çıkmış Zeljko Obradovic’in de altını çizdiği, “Eğer bir oyuncuya bağırmıyorsam burada bir sorun vardır. Ben onu, kendi iyiliği için azarlıyorum” felsefesi, bazen nefessiz bırakmıyor mu? Nasıl düşmeden, kırılmadan, motive kalabiliyorsun?
Amaç belli. Provoke etmek. Oyuncunun kırılmamasını sağlamak. Elbette kolay değil ama bir eşik var, orayı geçtikten sonra insan her şeyi daha iyi anlıyor. Koç, Obradovic, neden benim kötülüğümü istesin ki? Tek yaptığı; beni, hatta tüm takımı kışkırtmaya çalışmak. Bunun da amacı, en kötü durumdayken bile herkesin içindeki pozitif enerjiyi bulabilmesini sağlamak. Oyuncuları her daim hazır tutmak. Euroleague, lig ya da kupa maçı fark etmez onun için. Bu yüzden hep sinirli.
“AY CANIM!”
En sevdiğim hitap şekli. Nemanja’dan (Bjelica) kalan mirası devam ettiriyorum. Bizim takımın malzemecilerinden
Kazım Demirci çok komiktir. Bu akımı başlatan kişi o. Bizi her gördüğünde,“Ay canıııııım, ay canıııııım” diyor. Nemanja’nın ağzına takılmıştı.
Maçları izlerken salonda dikkat etmeye çalışıyorum; bilhassa kenarda otururken en çok yanına geldiği, en çok bağırdığı oyuncu belki de sensin. Yapılan hatadan bağımsız, koç o anlarda ne söylüyor? Çünkü sahada bir hata varsa, yapan kişi başkası. Bench’te oturan oyuncuya bağıra çağıra ne diyor olabilir ki?
Provoke etmeye devam ediyor. Çünkü birazdan kenarda konuştuğu o kişi, ben ya da başkası, oyuna girecek. Maçı değiştirebilir. Koçun sahada memnun olmadığı bir şeyin düzelmesini sağlayabilir. “Bugün son şansınız” tarzı şeyler söyler oralarda. Amaç motive etmek, oyuncunun iyiliğini istemek. Başka hiçbir şey değil. Ve evet, bana diğer oyunculardan biraz daha fazla bağırdığı doğru. Rotasyonda fazla süre alan oyuncular arasında, takımın en genci hâlâ benim. Ayrıca, ikimiz de Sırpça konuşuyoruz.
Gigi Datome geçenlerde koçla senin aranda geçen ‘Shoulder 1’ şakasını anlatmıştı. Gigi’nin söylediğine göre Obradovic, size “Şimdi şu oyunu oynuyoruz” diyor ve sen de hemen ardından, “Yalnız koç, bizim öyle bir oyunumuz yok” cevabını verip aferini kapıyorsun. Çok sık yaşanıyor mu böyle durumlar?
Daima… Her zaman. Koç sahanın ortasına gelir ve mesela, “Evet beyler. Şimdi ‘Shoes 5’ oynuyoruz” der. Takım arasında fısıldayarak sohbet başlar.
—Kostas, Kostas… Bu set hangisiydi?
—?????????
—!!!!!!!!!!!!!
Ünlemli kısım elbette koça ait. Eğer orada “Koç, bizim Shoes 5 diye bir setimiz yok” demezsen, bittin. “Siz neden böylesiniz? Neden setlere çalışmıyorsunuz? Böyle iş olur mu?” vesaire… Gigi’nin anlattığı hikâyede öne çıkan bendim. Pekâlâ başkası da olabilirdi. Koç; antrenmanlarda kollarla, bacaklarla değil, aklımızla oynuyor. Bizim, bir şekilde, ne düşündüğümüzü biliyor ve bizi o noktadan yönlendirmeye çalışıyor.
Perdenin nerede duracağı, yardımın nereden geleceği. Her detay var. Tak, çabuk bir soru:
—Yardıma neden geç kaldın?
—Koç, burada yardıma gelmemem gerekiyordu.
—Bravo Bogdan.
Böyle. Hep böyle. Şaşırtmacalarla herkesin motive kalmasını sağlıyor. Beni en çok hayrete düşüren, koçun zaman kavramı. Onunla çalışmaya başladığım ilk günlerde bana bir şeyler gösteriyordu. Üzerine çalıştım. Yapabildiğimi görünce, hepsini anladığımı ve bitirdiğimi sanmıştım. Meğer hareketin devamı varmış ve koç bunu bir ay boyunca hiç gündeme getirmemiş. Bir ay sonra beni, “Bogdan, sana bir şey göstereceğim. Geçen haftalarda çalıştığımız bir şey vardı ya…” diye yanıma çağırdığında, kalan kısmı gösterdi. “Vay be!” demiştim.
ŞUT MEKANİĞİMİN OTURMASINDA KOBE BRYANT’I FAZLACA İZLEMEMİN PAYI VAR.
Koç Obradovic, 100’den fazla hücum setinizin olduğunu itiraf etmişti. Ezberlemek ne kadar zor?
3’e 0 ya da 5’e 0’larla setlerin çok fazla üstünde duruyor Zejko. O şekilde sürekli tekrar edip ezberliyoruz. Birçok set, zaten diğerinin devamı. Bazen üç-dört ay boyunca hiç görmediğimiz setleri koçun antrenmanda tekrar önümüze getirdiği oluyor. “Hadi, şunu oynayın” diyor ama en az birimiz elbet unutmuş oluyoruz. Kostas ve Bobby’yle aramızda konuşmamıza rağmen bir seti beş farklı beyin oynadığından, bu durum hep başımıza geliyor. En az bir fire veriyoruz. Ben aklımda tutmaya çalışıyorum. Bazen bireysel antrenmanlarda, “Bu seti çok kullanıyoruz, şuradan çıkıp attığım şutları daha sıklaştırayım” dediğim oluyor.
“ZELJKO’YA ISRAR ETTİM”
Sezonun ilk yarısında sakatlandığımda beklenenden daha uzun süre takımdan ayrı kalmıştım. O iki aylık dönem çok zordu. Bir kez daha sakatlandığımda, artık maç kaçırmak istemiyordum. Ağrı kesicilerle, serumla oynamaya hazırdım. Anadolu Efes maçından önce Zeljko’ya baskı yaptım. Israr ettim. “Belki ilk beş başlatmayacaksın ama oynamak istiyorum, lütfen bana süre ver” dedim. Meğer böyle söylemem hoşuna gitmiş.
Sasha Djordjevic, 1992 Euroleague Finali’nde şampiyonluğu getiren basketin antrenmanlarda bilinçli olarak çalıştığı ‘dengesiz’ şutların ürünü olduğunu söyler. Sende durum nasıl? Türkiye Kupası’nı kazandıran basketten, Türk Telekom ve Giresun maçlarındaki son saniyelere kadar; dengesiz gözüktüğün anlarda, hep bir şekilde dengeyi kurdun. Djordjevic, milli takım antrenmanlarında seni teşvik ediyor olmalı…
Sasha hep “Yana kayarak şut at. Pozisyonları kendin için zorlaştır” diye söylüyor ama bu tür basketler bence biraz da vücudun elverişli olup olmayışıyla alakalı. İki metreden uzun bir oyuncu çalışarak aşama kaydetse bile, o şutları Djordjevic kadar yüksek yüzdeyle kullanabilir mi? Bence hayır. Çoğu oyuncu bahsi geçen şutları denemez bile. Dengeli gözükmeyeceğini bilirler. Ben mesela Partizan’da ağırlıklı olarak şut idmanı yapıyordum. Fenerbahçe’ye geldiğimde Zeljko bana savunmayı okumayı öğretti ve geriye çekilerek kullandığım atışlarda bile birden fazla opsiyonumun olabileceğini anlattı. Sezgilerim artık daha kuvvetli.
Peki, Kobe Bryant’ı idol bellerken bir yandan da oyununun ondan izler taşıması için çaba sarf ettin mi? Kobe’nin orta mesafe ya da sırtı dönük oyunda Jordan’dan kopya çekmesi gibi…
Belki, çok küçükken. Bu bahsettiğim şut mekaniğinin oturmasında Kobe’yi fazla izlememin payı var. Onun haricinde, taklit etmeye çalıştığımı söyleyemem. Sadece izliyorum. Mesela yakın zamanda oynadığı bir Toronto maçı. 2013 olması lazım. Her birinde çok zor pozisyonlarda olsa da üst üste üç üçlük isabeti bularak maçı uzatmaya taşımıştı. Lakers’ın sürekli geriden geldiği bir maçtı. Kobe’nin klasik performansları sorulduğunda akla ilk gelenlerden biri olmaz ama benim için özeldi.
PAO SERİSİNDEN ÖNCE SPARTACUS İZLİYORDUM. OAKA’DA MAÇA ÇIKINCA İSTER İSTEMEZ BİR GLADYATÖR HAVASI GELİYOR İNSANA.
Onun iyi oynadığı anlarda çenesini çıkarıp dişlerini göstermesiyle, senin kafanı ileri-geri sallaman, belki? Bu bağlantıyı kurabiliriz sanırım.
Bak bu olabilir. Doğru.
Panathinaikos serisinin büyük bölümünü kafa sallayarak geçirdin…
PAO serisinden önce Spartacus izliyordum. Bir yandan OAKA’yı düşünüyordum… “Acaba atmosfer nasıl olacak?” diye soruyordum kendime. Isınmaya çıktım. Nefreti hissettim. Haftalardır da Spartacus izlediğim için, insana ister istemez bir gladyatör havası geliyor. OAKA da belki ayaklanmanın, savaşın başladığı yer. “Kazansam da kaybetsem de benden nefret edecekler” dedim içimden. Garip bir duyguydu, tam tarif edemiyorum. Çok motiveydim ve salondaki atmosfer öyle olmasa performansım kesinlikle yüzde 30-40 oranında düşerdi.
Öte yandan, bana biraz Partizan formasıyla oynadığım Kızılyıldız maçlarını hatırlatmıştı. Kulüpteki son senemde, 30 küsur sayı ortalama tutturduğum final serisine, koç Vujosevic’in “Bogdan hadi ama! Bütün sezon belki bir Kızılyıldız maçında doğru dürüst oynadın. Diğer hepsinde yattın” konuşmasıyla hazırlanmıştım. Haklıydı, o sezon derbilerde felakettim. Motive olmam gerekti. Ayrıca, PAO serisinden önce Zeljko’nun yanıma gelip “Bogdan… Benim için şu salonda maça çıkmak ne kadar zor tahmin bile edemezsin. Aynı senin Partizan’a karşı, Belgrad’da oynaman gibi” demişti. Onun da etkisi oldu. Isınmaya çıktığımda şöyle bir etrafıma baktım. Hazırdım.
Xavi Pascual’in ikinci maçta ekrana yansıyan sinirli bir görüntüsü var. Senin üçlük isabetinden sonra, “Beş kişi, bir adamı tutamadınız” dercesine, iki elini dizlerine vurarak sırtını dönüp bench’ten uzaklaşmıştı. PAO üçüncü maçta senin savunmanda tuzaklar, farklı şemalar denese de ilk iki maçta oluşan boşluk hiç kapanmadı. Türk takımlarının tarihte 25 maç oynayıp sadece bir kez kazandığı OAKA’da bu üstünlüğü nasıl sağladınız?
Atina’da ilk gün bir mesaj maçı oynamak istiyorduk. Plan buydu. Biz ritim bulup iyi savunma yaptığımızda her rakibi kilitleyebiliyoruz. Ayrıca, dürüst olmak gerekirse, seride durum 1-0’a gelince koç Obradovic’in söylediği, “Eğer ikinci maçı da alırsanız iki gün dinlenme süresi var. Biliyorsunuz, değil mi?” cümlesi heyecan yarattı. Yalan yok. O yüzden, Ülker Arena’ya iki değil de bir maç bıraktığımız için Fenerbahçe taraftarından özür diliyorum.
Berlin’de geçen yıl çok gergin gözükmüştün. Peki ya Fenerbahçe’nin kendi evinde oynayacağı Final Four öncesi hissiyatın nasıldı? PAO serisi öncesi Spartacus izlediğini söyledin, burada ne yaptın? Motivasyon için CSKA maçını tekrar izledin mi mesela?
Defalarca izledim.. “Şurada daha agresif olabilirdim. Daha doğru karar verebilirim” dediğim onlarca an var. Kendi maçımın tekrarını izlemenin çok öğretici olduğuna inanan biriyim; benzer durumlarda aynı hatayı yapmamak için, özellikle de kaybettiğimiz maçların tekrarını çok dikkatli izliyorum. CSKA maçını hem bu açıdan hem de motivasyon için kullandım.
Real Madrid ve Olimpiakos maçları beklenenden kolay mı geçti sence?
Zeljko için öyle olabilir. Sonuçta dokuzuncu kez kazandı. Kendi adıma, skorlardan gözüktüğü kadar kolay geçmediğini söyleyebilirim. Olimpiakos maçı, Pero’nun (Antic) üçlüğüne kadar ortadaydı. Real Madrid’e karşı zaten hep dengede gittik; Jaycee Carroll ve Sergio Llull maçı hiç bırakmadılar. Gergin değildik ama güle oynaya şampiyon olduk demek de yanlış olur.
SPANOULIS ÇABUK YÖN DEĞİŞTİREN, GÖRÜNENDEN HIZLI BİR OYUNCU. ONUN SAVUNMASINDA EKPE ÇOK SORUMLULUK ALDI.
Finalde 2/12’yle sadece 9 sayıda kalan Vassilis Spanoulis’in savunmasında nasıl bir hazırlık süreci söz konusuydu? CSKA maçında +9 metreden yana çekilerek isabete çevirdiği imza üçlüğünden sonra çıkan “Olimpiakos’un 2012-2013 ruhu geri döndü. Spanoulis’in eşi yine hamile” haberlerine, final maçındaki savunmayla pek de itibar etmediğinizi gösterdiniz…
Perdenin ters tarafına gidiyor, yön değiştirme konusunda çok iyi. Görünenden çok daha hızlı. Özellikle ilk adımı belki de tahmin edilmesi en güç oyuncu. Spanoulis’in savunması için maç öncesinde üç kez bir araya geldik. Bir sürü klip izledik. Ekpe çok sorumluluk aldı. Bize karşı tüm maç rahatsız hissetmesini sağladık. Takım işiydi.
Olimpiakos maçının son bölümünde, sanırım fark 19’ken koç Zeljko Obradovic’in çok kızdığı bir an var…
Evet, orada seti çok yavaş oynamıştık. Koçun en nefret ettiği şey budur. “Set devam ederken tembellik yapmayın” diye bağırmıştı.
Sacramento Kings GM’i Vlade Div…
Ne güzel konuşuyorduk…
Onun da Final Four’u yerinde izleyen seyircilerden biri olduğundan bahsedecektim. Ayrıca… “Sezon bitince Fenerbahçe’yle ve Sacramento’yla oturup konuşacağız” demiştin. Euroleague şampiyonluğunu kazanmış olmak, hedefe ulaşmak, kararında yer eder mi?
Hayır, hayır… Sezon sonunda karar vereceğim. Vlade bana hiçbir zaman baskı yapmadı. Bunun için ona minnettarım. Durumumu çok iyi biliyor. “Bogdan, seni burada istiyoruz. Ama pozisyonunu anlıyorum, sen işini yap. Zamanı gelince, ben yanında olacağım. Merak etme sana baskı yapmayacağım” demişti. Ona güveniyorum.
DIVAC BANA HİÇ BASKI YAPMADI. BUNUN İÇİN ONA MİNNETTARIM. GELECEĞİMİN NASIL ŞEKİLLENECEĞİNİ BİLMİYORUM AMA DİKKATLİ OLMAM GEREKİYOR.
Dejan Bodiroga’nın, “Burada kalıp Avrupa’nın kralı olmayı seçtim” görüşüne sempatin var mı? Kısa süreli de olsa NBA’i deneyen ama esas mesaisini Avrupa’da harcayan Predrag Danilovic, Aleksandar Djordjevic veya okyanus ötesine hiç gitmeyen Bodiroga… Bu kıtada ‘süper yıldız’ statüsüne ulaşmak, bu oyuncularla anılmak, senin için yeterli olur mu?
Buna sempatim var. Bir kötü seçim, kariyerinizi hiç istemediğiniz bir yönde etkileyebilir. Ben şu anda hâlimden çok memnunum. Geleceğin nasıl olacağını bilmiyorum ama dikkatli olmalıyım. Her sezon sonunda seçeneklerimi değerlendireceğim. Oturup bakacağız.
“LOSE YOURSELF”
Favori Eminem şarkılarımdan biri. Beş yıl önce Instagram profilime sözlerini yazdım, şimdi de şans getirmesi için orada tutuyorum. Instagram insanı değilim, orada günde üç-dört saat geçirmiyorum. Yazdım ve kaldı. Umarım şans getirmeye devam eder.
Peki bu duruma Zeljko Obradovic ne diyor? Euroleague şampiyonluğu sonrası sana mutlaka bir şeyler söylemiş olmalı…
“Umarım birlikte yaşadığımız son Avrupa şampiyonluğu değildir” dedi.
Sen ne cevap verdin?
“Umarım…” dedim.