Bu yazı ilk olarak Socrates’in Mayıs 2019 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza bu adresten erişebilirsiniz.
Aynasında kırmızı-beyaz otomobilin içindeki parlak sarı-yeşil kaskı gören Formula 1 pilotlarının çoğu, “O, geliyor. Bırakayım da geçsin” diye düşünerek, yarış deyimiyle ‘kapıyı açar’ ve kenara çekilirdi. O, F1 tarihinin en büyük pilotlarından birisi, Ayrton Senna da Silva idi. Sporda başardıkları ile 1980’lerin sonu ve 90’ların başına damgasını vuran Senna’nın hayatını kaybetmesinin üstünden tam çeyrek asır geçti. Ancak hatırası hâlâ çok canlı.
1984-1994 arasında katıldığı 161 Grand Prix yarışında 41 galibiyet, 65 pol pozisyonu ve 10 sezonda kazanılan üç şampiyonluk. Bu rakamlar muhteşem kariyerin özeti. Lakin Senna’nın Formula 1 pistlerinde zamanında kırdığı pek çok rekor bugün geçilmiş vaziyette. Tabii ki kariyerinin zirvesindeyken, sadece 34 yaşında aramızdan ayrılmasa bu sporun tarihi ve rekorları bambaşka bir şekilde yazılabilirdi. Ama Senna’nın ölümünden 25 sene sonra bugün bile konuşulmasının altında, sportif başarılarının ötesinde, çok başka şeyler var. Aslında Senna’yı sadece büyük bir sporcu olarak ele almak yanlış olur. O, yaşarken sporda yarattığı etki dışında ölümünden sonra yapılan çalışmalarla dünyadaki tüm otomobil yarışçılarına ve hatta bu yazıyı okuyan sizler de dahil olmak üzere günlük hayattaki milyarlarca otomobil sürücüsünün güvenliğine sağladığı dolaylı katkı dışında; adını taşıyan vakfın yaptığı ve milyonlarca fakir çocuğun geleceğini değiştirebilecek eğitim çalışmalarıyla âdeta ölümsüz bir kahramana dönüştü.
Gurbet Günleri
Her işte olduğu gibi F1’de de zirveye giden yol, uzun ve sıkıntılı bir süreçtir. Senna, 1970’lerin sonu, 80’lerin başında tam beş kez denemesine rağmen Dünya Karting Şampiyonluğu’na ulaşamamıştı. 1980’lerin başında Ayrton’un önünde iki seçenek vardı; aile şirketinin başına geçmek veya otomobil yarışçısı olmak için çabalamaya devam etmek. Senna, ailesi karşı gelse de ikincisini seçti ve çok az İngilizce bilmesine karşın otomobil sporlarının anavatanı sayılan İngiltere’ye taşındı. Ailesini, arkadaşlarını, doğup büyüdüğü Sao Paulo’yu, vatanını, anadilini, sıcakkanlı vatandaşlarını, Brezilya’nın güneşli günlerini geride bırakıp dilini pek de iyi bilmediği, asık suratlı insanlarla dolu, genelde yağmurlu İngiltere’ye yerleşmek, 20 yaşındaki bir genç için çok zor bir karardı.
İngiltere’de daha ilk yılında Formula Ford 1600, ikinci senesinde Formula Ford 2000, üçüncü yılında Britanya F3 şampiyonluklarını kazandı. Bu dönemde yarışmaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmemesi nedeniyle, çocukluk aşkıyla olan evliliği bir yıldan kısa bir sürede son buldu. 1981’in sonunda, ailesinin de baskısıyla yarışmayı bırakıp kısa bir süre için Brezilya’ya geri döndü. Ama içindeki yarış ateşini söndürememişti; sonunda ailesine rest çekti ve yeniden İngiltere’nin yolunu tuttu. F1 pilotu olmadan, eve dönmeye niyeti yoktu.
Profesyonel
Fakat önünde büyük bir sorun vardı; Brezilya’ya dönmeyince ailesi, kendisini cezalandırarak para yardımını kesmişti. Ayrton da Silva, bütçe bulabilmek için medyanın ve sponsorların aklında kalması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle önce daha kolay akılda kalması için, Brezilya’da daha sıradan bir soyadı olan da Silva’yı bırakıp, annesinin kızlık soyadı olan Senna’yı kullanmaya başladı.
Sponsor bulmaya ihtiyacı olan Senna, kısıtlı bütçesine rağmen kendisine bir fotoğrafçı tuttu. Her yarıştan sonra düzenli olarak elde ettiği sonuçları, fotoğraflarla beraber Brezilya ve İngiltere’deki otomobil dergilerine, ajanslara, potansiyel sponsorlara gönderiyordu. İnternetin ve cep telefonunun olmadığı bir çağda, çok zor olan böylesine bir iş, Senna’nın yarıştığı alt serilerde hiç görülmemiş bir profesyonelliğin başlangıcıydı âdeta. Şampiyon olmak için en iyi otomobile, en iyi otomobil için en yüksek bütçeye sahip olması gerektiğini çok önceden kavrayan Senna; bu bütçeleri yakalamak için pist dışında da işin gereğini yapıyordu.
O, yarış sürücülerinin çalışma etiği ve anlayışına yeni bir bakış açısı getiren sporcuların başında geliyordu. Biraz Niki Lauda’nın başlattığı, Alain Prost’un devam ettirdiği ‘detaylara önem veren, tam profesyonel sürücü’ portesini, tüm benliğini yüzde yüz spora ve kazanmaya adayarak, ikinciliği mutlak başarısızlık sayarak, fiziksel ve zihinsel olarak her alanda kendisini geliştirmeye çalışarak bir adım daha ileriye götüren bir sporcuydu. Bir bakıma, Michael Schumacher de bu ekolün en uç noktasıdır.
Düşman Kardeşler
Ailesini geride bırakıp İngiltere’ye taşınan 20 yaşındaki delikanlı, kendisini, dört sene içinde Formula 1’e taşımayı başarmıştı. 1984’te küçük bir takım olan Toleman ile daha ilk yarışlardan itibaren dikkat çekmeye başlayan Senna, 1985’te Lotus takımına geçti. Lotus ile üç yılda, toplam altı yarış kazanan Ayrton, 1987’de takımın artık kendisine yetmediğinin farkındaydı. Senna, 1988 için şampiyonluğu kovalayabileceği McLaren ile anlaştı ve iki kez dünya şampiyonu Alain Prost ile takım arkadaşı oldu.
Takımdaki ilk yılı olan 1988 sezonu Senna için muhteşem geçti. McLaren-Honda, açık farkla, sezonun en iyi otomobiline sahipti. Öyle ki Senna ve Prost, yarışları bazen üçüncüye tur bindirerek kazanıyorlardı ve takım 16 yarışta 15 zafer elde edecekti. Birbirlerinden başka rakipleri yoktu şampiyonluk için. Böylece F1 tarihinin en çok konuşulan takım içi rekabeti başlamış oldu.
Senna, aslında Prost’a çok saygı duyuyordu. Teknik konularda tam bir uzman olan Profesör lakaplı Alain Prost, Senna gelene kadar takımın lideri ve şampiyon pilotuydu. Fakat Senna’nın ‘en iyi olmaya takıntılı’ zihninde, Prost yenilmesi gereken ilk rakip ve en büyük düşmandı. Ancak onu yenebilirse, en iyi olduğunu kendisine ve dünyaya kanıtlayabilirdi. Neticede Senna, 1988’de Prost’un yedi zaferine karşılık elde ettiği sekiz galibiyetle ilk dünya şampiyonluğunu kazandı. 1989’da deyim yerindeyse, McLaren’de kıyamet koptu. İki dev ismin yine birbirlerinden başka rakipleri yoktu. Prost ve Senna, starttan sonraki ilk virajda birbirlerini zorlamayacakları konusunda bir centilmenlik anlaşması yapmışlardı. San Marino’da Prost’un iddiasına göre Senna; Senna’ya göre Prost anlaşmayı bozdu ve bu olay, sporun en büyük iki ismi arasındaki savaşın da başlangıcı oldu. İki şampiyon, sezon sonuna kadar birbirleriyle tek kelime konuşmadılar. Japonya’da şikanda Senna liderlik için Prost’a atak yaptı ve iki pilot çarpıştı. Prost yarışı bırakırken Senna devam etti ve kazandı. Ancak yarışın sonunda diskalifiye edildi ve Prost üçüncü dünya şampiyonluğunu kazandı. Bu gerilime daha fazla dayanamayan Prost, ezeli rakip Ferrari’nin yolunu tuttu.
1990’da da iki pilot arasındaki savaş devam etti. Sondan bir önceki yarış Japonya’da Senna liderdi ve Prost’un ümitlerini son yarış Avustralya’ya taşıyabilmesi için kazanması gerekiyordu. İki pilot bu kez ilk virajda, yaklaşık 200 km/sa süratle çarpıştılar ve ikisi de yarış dışı kaldı. Prost, Senna’yı centilmenlik dışı davranarak kendisine kasten çarptığı için suçlarken; Senna bunun bir yarış kazası olduğunu savundu. Senna, starttan önce Prost’un hiçbir şekilde ilk virajı onun önünde dönemeyeceğini söylemişti. Öyle de oldu ve 1990 şampiyonluğu Senna’ya gitti. Japonya’da Prost’a arkadan çarpması, Senna’nın kariyerinde yaptığı en karanlık hareketlerden biriydi aslında. Bazen şampiyonlar, kazanmak için oyunun ve kuralların sınırlarını zorlayarak karanlığa doğru adım atarlar ya; 1990’daki kaza, işte böyle bir şeydi. Yıllar sonra Senna, 1990 kazasının 1989’da yaşananların bir sonucu olduğunu söyleyerek bir bakıma ‘Prost’a kasten çarptığını’ ima edecekti.
Sıkıntılı Dönem
Senna, 1991’de üçüncü ve son dünya şampiyonluğunu kazandı. Brezilya’da kollarına ve ayaklarına giren kramplara, acıdan bağırmasına ve beşinci viteste takılan otomobiline rağmen kendi ülkesindeki ilk galibiyetini kazanan Senna, podyuma çıktığında kupayı kaldıramıyor ve gözyaşlarını tutamıyordu.
1992 ve 1993’te güçsüz McLaren’i ile, Williams’tan Mansell ve Prost’un aldığı şampiyonlukları çaresizce izleyen Brezilyalı, yeniden şampiyonluk yaşamak istiyordu. Kendi deyimiyle ‘Kazanmak için tasarlanmış’ bir adam olan Senna, 1994 için altı senedir yarıştığı McLaren’den ayrılarak Williams’ın koltuğuna oturmayı başardı. Ne yazık ki iki yıldır peşinde koştuğu o koltukta, bir yarış bile kazanamadan, hayata veda edecekti!
Karmaşık Karakter
Zaman zaman anlaşılması güç olan düşünce yapısı içinde, kazanmaktan başka bir yol ve seçenek yoktu Senna için. Kazanmanın âdeta bir uyuşturucu gibi bağımlılık yaptığını, dünyadaki başka hiçbir hissin birinci gelmenin verdiği tatminle karşılaştırılamayacağını söylüyordu. Dolayısıyla kazanmak için, pist üstünde sportif anlamda; pist dışında yarıştığı takımın yönetilmesi adına ne gerekiyorsa yapmaya hatta kazayı bile göze almaya hazırdı. Bazı noktalarda aşırıya kaçan bu takıntısı, sporun tüm dallarındaki büyük şampiyonlar gibi, Senna’nın sevenleri kadar ondan nefret eden insanların da oluşmasına yol açtı.
1988 Monako’nun sıralama turlarında takım arkadaşı Prost’a 1.4, üçüncü Ferrari sürücüsü Berger’e 2.6 sn fark attığı turun sonunda sanki farklı bir boyuta geçtiğini, otomobili bilinçsiz şekilde âdeta içgüdüleri ile kullandığını, sanki tüm pistin kendisinin de içinde olduğu bir tünele dönüştüğünü, insan olarak limitinin çok üstüne çıkmasına rağmen duramadığını ve devam ettiğini söyleyen Senna, pite döndükten sonra kendisinden korkarak o gün bir daha piste çıkmamıştı.
Çok dindar bir adam olan Senna’nın dinî inançları, özellikle rakipleri tarafından ‘ölümsüz olduğuna ve Tanrı tarafından korunduğuna inandığına’ dair eleştirilmesine neden olmuştu. Senna’nın karmaşık karakteri içinde, acımasız bir sporcu ile insan sevgisi dolu bir adam aynı anda yaşıyordu.
Pistte kazanmak için rahatlıkla kaza yapmaya zorlayabileceği rakiplerinden birisi ciddi bir kaza yaptığında; onların yanına ilk koşan adam da Senna idi. 1992 Belçika GP’sinin sıralama turlarında pistin en hızlı virajında büyük bir kaza yapan Eric Comas’ı görünce, otomobilini durdurmuş, hâlâ otomobillerin turladığı pistte koşarak Comas’ın otomobilinin yanına gelmiş, elektrik şalterini kapatmış ve doktorlar olay yerine varana kadar Comas’ın başını dik tutarak, dilini yutmasını engellemişti. Fransız Comas, bugün hayatını Senna’ya borçlu olduğunu söylüyor, hâlâ.
Milyonların Gözü Önünde…
Senna’nın kariyerinin önemli bir kısmı, Formula 1’in 1990’larda gelişen televizyon yayıncılığı ile beraber, küresel bir spor ve endüstriye, bir pazarlama mecrasına dönüştüğü döneme denk gelir. Artık sıralama turları ve yarışlar tüm dünyada canlı yayımlanıyor ve milyonlarca insana ulaşıyordu. Artık pistler, milyon dolarların harcandığı profesyonel arenalara dönüşmüştü.
Kısacası tıpkı Michael Jordan’ın 1990’larda NBA ile beraber büyümeye başlaması ve NBA’i de büyütmesi gibi Senna da F1 ile birlikte büyüdü ve devleşti. Özellikle 1988-1993 arasında, korakor şekilde yaşanan ve belgesellere konu olan Senna-Prost rekabeti, bugün bile otomobil sporları tarihinin en büyük takım içi savaşı olarak anılıyor.
1994 sezonu, yeni kurallarla kullanımı zorlaşan otomobiller nedeniyle büyük kazalarla başlamıştı. Sezonun üçüncü yarışı olan San Marino GP’sinin sıralama turlarında Avusturyalı çaylak pilot Roland Ratzenberger, yaptığı kazanın ardından hayatını kaybetti. Bu, Grand Prix yarışlarında, 12 yıl sonra yaşanan ilk ölümlü kazaydı. Pazar günkü yarışın altıncı turundaysa Senna, 304 km hızla Tamburello virajını dönerken hâlâ belirlenemeyen bir sebepten dolayı otomobilinin kontrolünü kaybetti ve 210 km hızla beton duvara çarptı. Ve Formula 1 dünyası, Senna’sız kaldı.
Bu, gerçekten tüm dünyayı şoke eden, çok dramatik bir olaydı. F1’in gelmiş geçmiş en büyük pilotlarından birisi, evlerinin salonunda yarışı izleyen yaklaşık 100 milyona yakın izleyicilerin gözü önünde, hayatını kaybediyordu. Senna o kadar başarılıydı ki kimse onun bir kaza nedeniyle öleceğini düşünemezdi. Tulumunun içinden, yarışı kazanırsa bir gün önce hayatını kaybeden Ratzenberger’i anmak için sallayacağı bir Avusturya bayrağı çıkacaktı. Senna’nın ölümü üzerine, Brezilya’da üç günlük ulusal yas ilan edildi.
Tamburello, normalde sorunsuz bir otomobille tam gaz dönülebilen bir virajdı. Kazanın tam olarak neden olduğu hiçbir zaman belirlenemedi. Senna, otomobilinin kontrolünü kaybedince, kendisi gibi büyük bir pilotun yapacağı gibi 0.3 saniye içinde reaksiyon göstererek frene basmış ve vites küçülterek otomobili yavaşlatmaya çalışmıştı. Direksiyon çubuğu mu kırılmıştı? Daha önceki başka bir kaza sonucunda pistte kalan bir parça, süspansiyona hasar mı vermişti? Hidrolik direksiyon mu arızalanmıştı? Güvenlik aracının ardında atılan turlarda düşen lastik basıncı nedeniyle otomobil yere sürtmüş ve yere basma gücünü mü kaybetmişti? Virajlarda konsantrasyon için nefesini tutan Senna, bir anlığına da olsa bilincini mi yitirmişti? Bambaşka bir sebep mi vardı? En muhtemel sebep, direksiyon çubuğunun kırılması gibi dursa da bu sorular, sonsuza kadar cevapsız kalacak ve gerçek sebebi hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Senna kazadan dört sene önce, takım arkadaşı Berger ile bir test sırasında yürüyerek Tamburello’ya gitmiş ve “Bu duvara bir şeyler yapmamız gerekiyor. Yoksa burada birisini kaybedeceğiz” demişti. Devamında, kazadan sadece iki ay önce, Senna’nın eline, belki de kendi hayatını kurtarma şansı da geçmişti. Imola pistinin direktörü Giorgio Poggi ile birlikte Tamburello virajını incelemişlerdi. Poggi, Senna’yı çok severdi ve söyleyeceği her şeyi ânında yapmak isterdi. Senna, sadece Tamburello’da testlerde kendisine sorun çıkartan bir tümseğin düzeltilmesini istemişti. O gün Senna, Poggi’den Tamburello’daki duvarın önüne sadece üç sıra lastik koymasını isteseydi; belki de bugün hâlâ aramızda olacaktı.
Değişim Zamanı
Senna’nın ve öncesinde Ratzenberger’in birer gün arayla ölmesinin yarattığı şok dalgası, F1 ile beraber tüm motor sporları dünyasını, güvenlik konusunda büyük bir arayışın içine soktu. F1 pilotları birlik olarak, Uluslararası Otomobil Federasyonu (FIA) ile birlikte yarışlarda güvenlik önlemlerinin arttırılması için yoğun bir çalışma içine girdi. 1994 yarışlarında bazı pistlerdeki virajlar geçici önlemlerle yavaşlatıldı ve 1995 sezonu için hem otomobillerde hem de pistlerde çok daha sıkı ve köklü güvenlik önlemleri alındı. Bu önlemler zamanla daha da katılaştı ve diğer yarış serileri ile beraber tabana yayıldı. Bir süre sonra FIA, ağırlıklı olarak güvenlik konusunda akademik çalışmalar yapmak üzere bir vakıf kurdu. Senna’nın ölümünün ardından çok büyük oranda arttırılan güvenlik önlemleri sayesinde, 25 yılda dünya çapındaki yarışlarda yaşanan binlerce kazada genç pilotlar, burunları bile kanamadan otomobilden inebiliyor.
Dediğimiz gibi Senna’nın ölümü öylesine büyük bir şok dalgası yarattı ki; karayollarının güvenliği ile de ilgilenen FIA, yol otomobillerindeki güvenlik önlemleri ve trafik kanunları ile ilgili, 1974’ten beri aslında kayda değer hiçbir çalışma yapılmadığı konusunda uyandı. Zamanın FIA Başkanı Max Mosley “Senna’nın ölümü karayollarında ve kullandığımız otomobillerdeki güvenlik önlemlerinin arttırılması için bir katalizör etkisi yarattı” diyecekti. Kısa süre içinde Avrupa Komisyonu’nda bu konuda yasal düzenlemeler yapıldı ve 1997’de artık hepimizin aşina olduğu Avrupa Yeni Otomobil Değerlendirme Programı ‘EuroNCAP’ devreye alındı. Böylece kullandığımız yol otomobillerinin güvenlikleri sorgulanır ve denetlenir hâle gelirken, Avrupa Birliği bu konudaki gereksinimleri her geçen gün biraz daha arttırdı. Dolayısıyla aradan geçen 22 sene içinde, hepimiz karayollarında daha güvenli otomobiller kullanmaya başladık. Senna’nın ölümü, belki de yüz binlerce sürücü ve yolcunun hayatını kurtaracak yeni bir uyanışın başlaması için bir vesile oldu. Mosley, “Senna ölmese, böyle bir düzenleme o yıllarda kesinlikle yapılamazdı” diyordu.
Halk Kahramanı
1980’lerde hiper enflasyon, yolsuzluk, yoksulluk ve şiddet gibi büyük sorunları olan Brezilya halkı için Senna, ölmeden önce de bir kahramandı, bir umuttu, bir idol
ve tünelin sonundaki ışıktı âdeta. Senna, Brezilyalıların futbol dışında bir arenada dünya çapında başarılı olabileceğini gösteren belki de tek kişiydi o yıllarda.
Sportif başarıları ile beraber artan ünü ve serveti, bir süre sonra Senna’yı farklı arayışlara itti. Ününü, servetini, Brezilya halkı üstündeki etkisini, pazarlama anlamındaki değerini, ülkedeki sorunların bir nebze olsun çözülebilmesi için kullanabileceğini düşünmeye başladı. Ölmeden önce, adını taşıyan Ayrton Senna Vakfı ve Enstitüsü’nü kurma hazırlıklarında son aşamaya gelmişti.
Senna, özellikle yoksul çocuklara hayatta bir şans verebilmeyi çok istiyordu. Nitekim bugüne kadar 2 binin üzerinde belediye ile işbirliğine giderek eğittiği 220 binden fazla eğitmen vasıtasıyla, toplamda 23 milyonu aşkın çocuğun eğitimine katkıda bulunan ve ablası Vivian tarafından işletilen Ayrton Senna Enstitüsü, âdeta onun vasiyetini yerine getiriyor. Brezilya’da taksiciden garsonlara kadar kime sorarsanız sorun, size Senna ile ilgili bir şeyler söylüyor ve onu anıyor. Yani o, büyük bir sporcunun çok ötesinde, sanki koca ulusa mal olmuş bir halk kahramanı.
F1 pistlerinin gördüğü en hızlı, en yetenekli, en cesur sürücülerinden birinin; ömrünü, benliğini ve ruhunu adadığı yarış pistlerinde hayatını kaybetmesi, belki de kaderin bir cilvesiydi. Belki onun sonu, yarışan binlerce sporcu, eğitim gören milyonlarca Brezilyalı çocuk ve otomobil kullanan yüz milyonlarca sürücü için hayat kurtaran yeni bir başlangıçtı. Kim bilir, belki de böyle olması gerekiyordu.
1990’lara damgasını vuran bu büyük trajedinin üstünden 25 sene geçti. Senna’nın ardından, F1 pistlerinde hep bir şeyler eksik kaldı. O günden bugüne dünya değişti ama yarış dünyasının ona olan sevgisi ve saygısı hiç değişmedi; hatta her geçen gün daha da derinleşti. Yaşarken büyük bir sporcu olan bir adam, öldükten sonra bile hayatlara dokunabilen bir kahramana; o kahraman, her geçen sene büyüyen bir efsaneye dönüştü. Böylesine trajik bir son, işte böyle iyiliklerle dolu bir hikâyenin de başlangıcı oldu.