Bu yazı ilk olarak Socrates’in Kasım 2016 nüshasında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.
Michael Jordan’ı ilk izlediğim zamanları hatırlıyorum da… Uçuyordu. Ben çok küçüktüm; Mike kusursuzdu ve üzerine konuşulacak fazla bir şey yoktu. Altı şampiyonluk, sayısız MVP ödülü, 1986 Boston Garden’daki maç veya Flu Game’in benim unutamadığım anlar arasında olmaması bu yüzden. Onu 40 yaşında, Washington Wizards forması giyerken izlediğim anlar ise benim için gerçekten özel.
Jordan, o zamanlar yaşlı ve incinmiş bir adamdı. Topu her eline aldığında, potaya her gittiğinde acı çektiğini görebiliyordum. Atlayıp zıpladığı, istediği her şeyi yapabildiği anlardan daha ilgi çekici hâle gelmişti. Ulaşılabilirdi. Hâlâ çok iyiydi ama daha savunmasızdı. Yıllar sonra, ESPN için yazdığım ʻMichael Jordan Has Not Left the Buildingʻ başlıklı makalenin hazırlık sürecinde de bunu daha iyi gördüm. Jordan’la birlikte neredeyse üç tam gün geçirdim ve onun korunmasız, kolay incinir yanlarını gözlemleme şansına eriştim. Charlotte’a gittiğim ilk gün, 12-14 saat civarı birlikteydik. Ertesi gün Charlotte ve Washington’daki ofisleri ve evleri arasında mekik dokurken yine onunlaydım. Son gün ise hepsinden daha unutulmazdı. Oraya daha sonra geleceğim…
ATLAYIP ZIPLADIĞI, İSTEDİĞİ HER ŞEYİ YAPABİLDİĞİ ANLARDAN DAHA İLGİ ÇEKİCİ HÂLE GELMİŞTİ. ULAŞILABİLİRDİ.
Michael Jordan’la, bu makaleyi yazmaya gitmeden önce hiç tanışmamıştım. Onun ne kadar takıntılı biri olduğunu, rekabetçiliğini ve tutkularını tabii ki biliyordum ama örneğin, iPad’de Bejeweled oynayıp yüzüncü seviyeye ulaşma yolunda çabalayarak Bejeweled Demigod unvanını almayı kafasına takan biri olduğunu hayal etmemiştim. Her şeyi -ama gerçekten her şeyi- kazanmak için hastalık derecesinde mücadele etmesine yakından tanıklık etmek tuhaftı. Onun bu denli sevilip aynı oranda nefret edilmesinde yatan doğallığı da Bejeweled oynadığı sırada anladım. Basketbolcu değil, yerleri silen bir adam olsaydı da yine böyle olurdu. O yüzden hikâyemi oluştururken klasik soru-cevap formatı üzerinden ilerlemek yerine onu konuşmaya teşvik ettim. Oturdum, bekledim ve izledim.
En çok şaşırdığım yönlerinden biri, kişisel farkındalığıydı. Kendi isminin, Michael- Jordan olmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. “Bu kadar meşhur olana kadar beni herkes Mike diye çağırırdı, kimse Michael demez ya da tam adımı kullanmazdı” demişti konuşmamızın başlarında. Sadeliğin, sıradanlığın artık mümkün olmadığını ve Michael Jordan isminin, Mike’ı öldürdüğünü kabullenmişti. Geçmişe özlem duyuyordu ve ona çocukluğunu hatırlatan her detaya sıkı sıkı sarılmıştı. Sonuçta, en yakın arkadaşı George Koehler ile bugün geçirdiği zamanlarda bile 20 yıl öncesini hatırlamaya gayret edip babasının hatırasını yaşatmaya çalışıyordu. Hayatı boyunca yaşadığı en büyük trajediyi, babasının katledilişini hâlâ aşamamıştı.
Bu yüzden, 1993’te bırakmasının başka sebeplerle alakası olduğunu düşünmüyorum. Bahsi geçen kumar problemleri bence etkili olmadı. Jordan, 1993 yılında artık daha fazla basketbol oynayamayacak duruma gelmişti çünkü artık babasıyla telepati kuramıyordu. Sırf cebinde ona ait iki NBA şampiyonluk yüzüğü taşıdığı için öldürülüşünü kabullenememişti. Tek dileği, onunla tekrar bağlantıya geçebilmekti. Babasının çok sevdiği beyzbolu oynayarak bunu denedi. Birlikte izledikleri kovboy filmlerini defalarca yeniden seyretti. Yaşlandıkça yumuşadı.
Ben Jordan’ı böyle bir döneminde ziyaret ettim. Duygusaldı, hem de ondan beklemediğim kadar. Yanına gitmeden önce kafamda belirlediğim konu başlıklarının ve soruların daha ilk ziyaretimde rafa kalkmasını sağlayacak kadar nostaljikti. Hatta öyle ki Charlotte’taki ofisinde geçirdiğim ilk gün tüm sorularım bitmişti. Beş ya da altı saat birlikteydik ve ben soracağım her şeyi sormuştum. Sonra George yanımıza geldi ve Jordan onunla konuşmaya başladı. Bambaşka konulara gittik. Burada size karşı dürüst olmam lazım; ben aslında Jordan’la konuşma şansı elde edemesem de onun 50. yaş gününde ESPN’e bir profil yazacaktım. Şanslıyım ki Charlotte’ta onunla karşı karşıya oturabildim. Bana beş saatini ayırmıştı. Gün bittiğinde, önüme beyaz bir sayfa açıp yazmaya başlamak için elimde yeterli malzeme vardı. Ama sonra Washington’da buluştuk ve hemen ardından da beni evine davet etti. Şanslıydım; röportaja başlamadan önce yaptığımız puro sohbetini sevmişti. Fakat onunla birlikte, hem de onun evinde maç izlemek? Bunu beklemiyordum.
BUGÜN BİLE ÇIKIP ÇOK İYİ BİR NBA MAÇI OYNAYABİLİR. ONDAN SONRA BİR HAFTA YÜRÜYEMEZ AMA O MAÇI OYNAR.
Birlikte geçirdiğimiz son gün evindeydik ve ekranda Celtics-Bobcats maçı açıktı. Jordan’ın koltuğunda puro içip biftek yiyordum. Saatler böyle geçti. Kovboy filmlerini konuştuk, basketbol tartıştık. Artık not almıyordum çünkü karşımdaki adamın kim olduğu aklımdan çıkmıştı. Bu noktada, arkadaşlarına “Hey, geçen gün Mike’la maç izliyorduk. Pardon seni geri aramayı unuttum!” diyen adam olmak istemem. Jordan’la öyle bir yakınlığım yok; ama o gece, böyle bir geceydi. Bugün hâlâ, “Eğer üçüncü günü yaşamasaydık, bu nasıl bir yazı olurdu?” diye düşünüyorum. O geceden sonra eve gidip yazmaya başladığımda hiç zorlanmamıştım. Yanlış hatırlamıyorsam sadece dört günde tüm yazı bitmişti ve elimdekini editörlere teslim ettiğimde çok az düzeltme yaptık. Sadece… Yazıyı yayımlandıktan sonra tekrar okuduğumda -ki bunu hiç yapmam- gözüme beş kelime çarptı. ESPN’deki editör arkadaşlarıma, bu beş kelimeyi yok etmelerini söyledim ama ikna olmadılar, hâlâ da olmuyorlar. Bana inanın; o beş kelimeyi bir gün ortadan kaldıracağım ve yazım harika olacak.
Büyük sporcuların büyüklüklerine, daima en büyük zayıflıklarının kaynaklık ettiğini düşünmüşümdür. Jordan’la tanıştıktan sonra artık iyice emin oldum. Onun en büyük zayıflığı babasıydı ve bu sayede bazen sert, bazen de hiç beklemediğiniz derecede yumuşak birine dönüşüyordu. Her geçen gün, basketbol oynamadığı her dakika yumuşak tarafı daha da belirginleşiyor. Gerçi… Durun, bir dakika. Hall of Fame konuşmasını hatırlayın. Bugün bile çıkıp çok iyi bir NBA maçı oynayabilir. Ondan sonra bir hafta yürüyemez ama o maçı oynar.
Çünkü o en iyisi ve bir daha asla onun gibisi gelmeyecek.
Yazı: Wright Thompson