Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolGenelAile Babası

2019 yılının Ocak ayında, o sıralarda 10. Euroleague şampiyonluğunu arayan efsane koçla bir araya gelmiştik. Yani Zeljko Obradovic ile...

Bu röportaj ilk olarak Socrates’in Ocak 2019 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.


Bir şampiyonluk, iki final, toplamda dört Final Four… Zeljko Obradovic’i bir önceki ziyaretimizde Fenerbahçe bu yolculuğun henüz başlarındaydı. Viktor Khryapa o ribaundu almamış, Bogdan Bogdanovic OAKA’yı fethetmemiş, playoff turunda Real Madrid süpürülmemişti. Fenerbahçe, ilk Final Four tecrübesi olan Madrid 2015’te her iki maçta da ilk yarıdan 20’li farklarla geri düşmüş, elit seviyeye çıkmaya aday ama kendini kanıtlayamamış bir takımdı.

Koçla buz gibi bir Aralık gününde, çoğunlukla kişisel geçmişini, Cacak’tan biriktirdiklerini, Dejan Bodiroga’yı, Partizan’ı ve diğer kariyer duraklarını konuşmuştuk. Dragan Kicanovic, Dusan Ivkovic ve Aca Nikolic gibi isimlerden bahsederken gözleri parlıyordu. Toplamda iki saate yaklaşan, büyük bölümünde heyecandan yerinde duramadığım bir sohbetti bu.

Aradan geçen üç yılın ardından hâliyle aynı konuların üzerinden geçemezdik. Daha farklı bir konseptte olmalıydı röportaj. NBA’i daha çok konuşabilir, güncel konulara ağırlık vererek şansımı deneyebilirdim. En nihayetinde bu takım sezona sekiz deplasman maçının yedisini kazanarak girmiş; Pire, Vitoria, Atina ve Kaunas gibi fikstürün en çetrefilli duraklarından bazılarını aylıkla geride bırakmıştı.

Zeljko Obradovic ile CSKA maçının arifesinde ofisinde buluştuk. Elinde her zaman şakırdattığı anahtarlığı ve farkı renkteki defterleriyle bizi karşıladı. Şimdilik, sürpriz yoktu…

Koç, tam üç yıl önce Socrates’in onuncu sayısı için buluştuğumuzda Atina civarında bir sahil şeridinde bar açma hayalinizi dile getirmiştiniz. ‘Teenagers’ olacaktı adı. Röportaj sonunda, yine bu odada, tam koltuktan kalkmaya hazırlanırken, “Birkaç sene sonra bunu tekrar konuşalım, olur mu? Bana yine sor. Bakalım yaşlanmış mıyım?” deyişinizi anımsatmak isterim…

Evet. Hayat hâlâ çok güzel. Yaşamayı seviyorum ve elbette basketbol sahası dışında da farklı motivasyonlara ihtiyacım var. ‘Operasyon Teenagers’ kaldığı yerden devam edebilir yani. Enerjim yüksek, kendime iyi bakmaya çalışıyorum. Aralık 2015’ten bu yana da şöyle bir düşündüğümde… Fenerbahçe’de geçirdiğim günler bana iyi gelmiş. Mutlu olmuşum burada.

Buraya gelmeden önce, ilk röportajda konuştuklarımızdan ayrışıp geçmişe dair size ne sorabilirim diye düşünürken Belgrad’da sizi yakından tanıyan bir arkadaşıma danıştım. Eğer basketbola yönelmeseydiniz, kitap eleştirmeni olmayı planladığınızı söyledi. Doğru mu?

Çok eskidendi… O dönemki düşüncelerin bugün ne denli geçerliliği var, bilmiyorum. Ama sorunun cevabı evet, bilgi doğru. Küçüklüğümden beri kitap okumayı, üzerine konuşmayı çok seviyorum. Beni yatıştırıyor. Daha sakin biri yapıyor.

Bahsini geçirdiğimiz periyot seksenlerden önce, muhtemelen 1975, belki 1976. Yaşım 16, ne diyebilirim ki? O kadar küçükken her şeyi olmak isteyebilirsiniz. Doktor, astronot, avukat… Bir sabaha daha farklı başlarsınız, diğer güne uyandığınızda yakın arkadaşınızın yaptığı spor ilginizi çeker, her şeyi unutup oraya kayarsınız. Benim arkadaş grubum futbol oynuyordu mesela. Ne yapabilirdim? Dışlanmamak için taklit etmeli, daha doğrusu uyum sağlamalıydım. Oynadım işte futbolu. Epey kötüydüm… Bir hafta sürdü. Çok geçmeden, yine arkadaş çevremde masa tenisi akımı başladı. Futboldan oraya geçiş yaptım ama iyi bir deneyim olduğunu söyleyemeyeceğim. Pek beceremiyordum masa tenisini de. Sıra basketbola geldiğinde, rahatladım diyebilirim ama “Profesyonel olurum, bu işten para kazanırım” gibi bir düşüncem yoktu.

Ama Cacak’taki basketbol atmosferinde Radmilo Misovic ve Dragan Kicanovic gibi lokal efsanelerin varlığı sürece katkı vermiş olsa gerek…

Bakın. Eğer benim gibi bir babaya sahipseniz ve sporculuğun tam aksi yönde bir teşvikle karşı karşıya kalıyorsanız, bunu görmezden gelemezsiniz. Babam benim hayatımda çok önemliydi. Kendisi gibi mühendis olmamı istiyordu, basketbolcu değil.

Teknik liseye kayıt yaptırırken kitap eleştirmeni olma fikri tamamen aklınızdan çıkmış mıydı peki?

Kitap okumaya devam ediyordum ama basketbola kapılmıştım. Notlar alıyordum, biraz yazıp çiziyordum, o kadar… Mesela okuldan mühendisliğe dair pek bir şey hatırlamamakla birlikte, spor salonunun her metrekaresi aklımda. Mutlu hissettiğim tek yer orasıydı. Teknik okul, mühendislik… Bunlar beni tanımlayan şeyler değildi.

Daha önce birçok kez Dostoyevski sevginizi itiraf edişinize güvenerek konuyu açıyorum. Gigi Datome, Fenerbahçe’nin Prens Mışkin’i midir?

Ah, güzel benzetme. Olabilir. Şanslıyım ki zeki, iyi kalpli ve dürüst oyunculara sahibim. Birçok oyuncumla basketbol dışı sohbet etmeye; kültür, sanat, edebiyat konuşmaya gayret ederim. Gigi de onlardan biri. Bob Dylan şarkıları gibi, pek çok ortak zevkimiz var.

Dostoyevski konusuna gelirsek, bazen düşünüyorum ve diyorum kendi kendime: “Zeljko, sen kimsin ki bu konuda ahkâm keseceksin?” Öyle hakikaten. Kimim ki ben? Okuyup kendim için birkaç çıkarım yapmak haricinde, Dostoyevski’yi nasıl kritik edebilirim? Ya da çok sevdiğim Orhan Pamuk’u? Herkesin söyleyeceği bir şeyler olabilir. Mesele fikir sahibi olmak değil ki? Dostoyevski külliyatına özellikle bizim jenerasyon çok ilgi duyar.

Mutlaka, herkesin bir anısı, belirli çıkarımları vardır. Ben de ahkâm kesmeden, deneyimlerimi aktarmaya bakıyorum. Zamanında okuduklarımı, yaşadıklarımı, birinci elden tecrübe ettiğim her şeyi… Oyuncularımla bunları paylaşmaya gayret ediyor, ortak bir miras yaratmaya çalışıyorum.

Miras demişken, geçen aylarda Joffrey Lauvergne ile konuştuğumda eski takımı San Antonio Spurs ile Fenerbahçe’yi ‘ortak kültür’ ve ‘devamlılık’ konularında birbirine çok benzettiğini söyledi. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Gregg’in (Popovich) orada 22 senedir başardıklarıyla burayı ya da herhangi bir takımımı mukayese etmek kolay değil. Fazlasıyla iyimser bir benzetme bu. Benim Fenerbahçe’de daha altıncı sezonum. Belki bizim yapmak istediklerimiz ve bunu belirli bir kültür yaratarak ilerletmeye çalışmamız onlarla ortak kümede buluşabilir. Belki, o da. Şöyle detaylandırayım:

– Fenerbahçe nedir?
– Nasıl basketbol oynar? – Misyonu nedir?

Oyuncuların bu üç sorunun cevabını bir-iki sezonda vermesini bekleyemezsiniz. Kalıcı bir stil, kulüp kültürü yaratmak için dört-beş seneden fazlası gerekir. San Antonio, bunu çok dominant bir şekilde yaptı. Biz de iyi bir yoldayız. Bunu saklamıyorum. Kadroda en azından dördüncü sezonuna giren Kostas, Gigi, Jan, Melih, Bobby ve Kalina gibi oyuncular, bu yeni yeni filizlenen kültürü muhafaza edenler. Yaz döneminde Tyler Ennis geldiğinde veya Joffrey bize katıldığında, sözü onlar alıyor ve “Bakın beyler biz böyle oynuyoruz” diyor. Ben değil. Yani, tabii ki ben de bir şeyler diyorum ama…

Koç, en azından yüzde 80 galibiyet oranına sahip olup şampiyonluk kazanan 2002 ve 2007 Panathinaikos takımlarınızı da dahil ederek, herhâlde şunu söyleyebiliriz: Yeni yıldan önce hiçbiri bu sezonki Fenerbahçe kadar dominant değildi…

(Ahşap masaya iki kez vurarak) Madalyam yanında mı? Ne kazandık? Hiçbir şey. Yarın, yeni bir gün. Ben, oyuncularım, teknik ekip herkesin bugünden daha iyi olma şansı var. Doygunluk hissi nedir bilmem. Hiç tecrübe etmedim. Euroleague’deki bazı kalıplaşmış fikirlere de mesafeliyim. Mesela bakın, ev sahibi avantajıyla play-off’a başlamak iyi bir şey mi? Elbette öyle. Ama elzem mi? Yani, diyelim ki alamadınız ilk dördü, bu dünyanın sonu mu? Fenerbahçe’de hep birlikte gördük ki ev sahibi, deplasman takımı, normal sezonda bir numara beş numara altı numara, bunların pek önemi yok. Karar anlarında en iyi durumda olmak önemlidir. Takımın gidişatından tabii ki mutluyum ama oyuncularımın her gün daha iyiye gittiğini görmemle alakalı biraz bu… Daha çok çalışmak mümkün mü? Mümkün.

(Kahverengi bir defteri havaya kaldırıyor) Bakın bir defterim var. Antrenmanlar, rakip analizi yaparken çizilen setler, spesifik savunma ve hücum detayları… Her şey. Her şey burada. Son beş dakikasını berbat oynadığımız Milano maçında yaptığımız hatalar da bu defterde, antrenmanı durdurduğum 14 Aralık 2018 gününde söylediklerim de, 20 küsur sayı farkla kazandığımız Afyon maçında yaptığımız hatalar da… Hepsi, her biri bende.

Rakip analizi sürecini biraz daha detaylandırabilir misiniz?

Yardımcılarım Erdem Can, Berkay Oğuz ve Josep Maria Izquierdo aralıksız salondalar. Her şeyi hazırlıyorlar benim için. Standart bir maç haftasında, oynayacağımız rakibin son altı ila sekiz maçını seçerler ve ben de oradan dört maçı kendime alırım. Scouting raporu gelir, yine yardımcılarım tarafından hazırlanmıştır. Oyuncular içindir bu rapor; bireysel analizler içerir. Ben bakarım, ekleyeceğim ya da çıkaracağım bir şey yoksa kağıt oyunculara gider. Sonrasında video izleriz, detaylara ineriz. Biliyorsun, detaylar her şeydir…

Geçen yıllarda Bogdan Bogdanovic’le sohbet ederken, takımı test etmek için kafanızdan bazı setler uydurduğunuzdan bahsetmiş ve ‘Shoulder 1’ örneğini vermişti. Hatırlıyor musunuz?

Ah, hatırlıyorum tabii ki. Beşe sıfır yapıyorduk antrenmanda. Bir süredir çalışmadığımız oyunları gündeme getirmeyi severim. Oyuncular bazen şaşırmalı, benim söylediğim setin aslında var olup olmadığını kendi fark etmeli. Hata yapabilirler, bu normal ama konsantrasyonu artırabilmek için en ufak bir fırsatım varsa onu kullanmak isterim. “Hadi geçen seneden bir şey oynayalım” dediğimde hiç reaksiyon alamayacaksam o zaman yıllardır birlikte oynamanın ne anlamı var?

Hafızaya dayalı antrenman testlerinizde fark yaratan bir oyuncunuz var mıydı? Dimitris Diamantidis?

Belki Dimitris, evet. Ama şunu netleştirmek isterim, bu oyuncularıma çok kızdığım bir konu değil. Yani bir şok etkisi gibi düşünün. Akıllarında daha çok yer etmesini sağlıyor uzun vadede. O an düşünemezlerse, çok sorun değil. Konsantrasyon düşüklüğü yaşamasınlar, yeterli. Ben mesela mola alırım antrenmanlar esnasında. Aynı maç gibi. Hücum ve savunmada ne istiyorum, takım spesifik olarak ne yapmalı, yazarım. Durdururum, söylerim, reaksiyon beklerim. Maç öncesi idmanında da kimin hazır olduğunu, rotasyonu nasıl belirlemem gerektiğini aşağı yukarı görürüm. Söyle bana, maçla idmanın ne farkı var? Bence yok. Oyun aynı, basketbol. Top aynı. Antrenmanda ciddi olmayan oyuncunun maçta başarı elde ettiğini hiç görmedim. Motivasyonu farklı olabilir, ama konsantrasyonu olamaz. Maçtaki konsantrasyon seviyesiyle idman eşitlenmelidir. Buna çok önem veriyorum.

Yine Bogdan’dan bir alıntı yapıp konuyu Marko Guduric’e getirmek istiyorum. “Eğer Zeljko Obradovic’in takımında onun ana dilini konuşan bir oyuncuysanız, sadece şunu söyleyebilirim: Geçmiş olsun. O kişi her kimse bir gün koçun stres topu olacak, diğer gün en yakın arkadaşı…”

Oyuncularım beni anlıyor mu, anlamıyor mu? Önemli olan bu. Yani onlara ulaşabiliyor muyum, samimiyetimin farkındalar mı… Önceki röportajda da konuşmuştuk, sahada yaptığım her şey onların iyiliği için.

Ben, onlar için varım. Aralarından biri motivasyon sıkıntısı mı çekiyor? Orada benim devreye girmem gerekir. Antrenman, video, maç derken zaten her gün oyuncularımla birlikteyiz. Hayatlarımız çok iç içe. “Bir aile gibiyiz” derken bunu öylesine söylemiyorum. Oyuncularım, benim en yakın arkadaşlarım. Salondan çıktığımızda, bambaşka bir iletişimimiz var. Bunun ayarlamasını yapmak onlar için zor olabilir, “Koç ya dün ne güzel gülüyorduk. Oldu mu şimdi?” diyebilirler salona geri döndüğümüzde. Benim burada yapmak istediğim çok net. Bambaşka iki hayat bu. Birincisinde, sadece işimizi yapacağız.

“Evet koç. Tamam koç” diyen oyunculardan, şakşakçılardan nefret ederim. Çevremde böyle insanların bulunmasını istemem.  Sürekli taklit ederek, size söyleneni yapmaya çalışarak fark yaratamazsınız. Bir benliğiniz, fikriniz olmalı. Çevreden ilham almak başka şey, üretememek bambaşka. Benim oyuncularım bana gelmeli, karşı çıkmalılar. Fikir sunmalılar.

Evet, bir önceki soruda Marko Guduric’i konuşamadığımızı fark ettim…

Marko bu sezona aslında çok talihsiz girdi. Yaz döneminde rehabilitasyondaydı, takımda herkes sıkı bir tempoyla çalışırken o, sakatlıktan dönme uğraşındaydı. Takımın temposuyla eşit seviyeye çok geç çıkabildi. Hazırlık maçlarında bu yüzden kötüydü, fiziksel olarak yetersizdi. Yoksa biz ona hep inandık. Ben ve Maurizio (Gherardini), geçen sene dokuz yabancı ile kadroyu tasarlarken bu yıl neden sekizde kaldık? Son transferi neden yapmadık? Marko için. Ona alan yaratmak, güven aşılamak istedik.

Afyon maçında ona karşı tepkinizin sebebi neydi?

Milano maçında olağanüstü oynamıştı. Kalitesini herkese gösterdi. Afyon maçındaki o dağınıklığının, savruk aksiyonlarının sonrasında, “Maç seçen bir oyuncu mu olmak istiyorsun, Marko?” dedim ona. Sahip olduğu özellikler her maçta aynı yoğunluğu ortaya koyabilmesi için fazlasıyla yeterli. Buna uygun davranmalı. Oyuncular maç seçemez. Böyle bir lüksleri yok.

Koç, Maccabi maçının ikinci çeyreğindeki molada Kostas Sloukas’a söyledikleriniz ABD medyasında dahi ilgi gördü. Sizin için ekstra bir anlam ifade etmediğini biliyorum ama maçtan sonra kendinizi izlediniz mi?

Evet. İzledim.

Ne düşündünüz?

Bir kere şunu söylemeliyim. Ben uzun süre insanların hangi moladan bahsettiğini anlamadım. Yakın arkadaşlarım beni arayıp, “Zeljko ya molada ne yapmışsın öyle? Bağırmış çağırmışsın” diye bana takılırken “Mola? Hangi mola?” diye cevap verdim. Benim beş, rakip antrenörün beş molası var. TV molaları vesaire derken, ben nereden bileyim hangi molada ne olduğunu? Kamerayı mı takip edeceğim? Sirk mi burası? Kostas, bu takımın liderlerinden biri olduğunu biliyor. Ona göre davranmalı.

Tel Aviv deplasmanındaki o mola, benim için diğerlerinden farksızdı. Maçtan önce gidip seyirciler beğensin diye molalara hazırlık yapmıyorum maalesef. İnsanların ne düşündüğü, gazetecilerin ne yazdığı umurumda değil. Bu konuşma, benimle oyuncum arasında. Yılda yüzlerce kez oluyor… Bu sefer, yanımızda kamera ve mikrofon vardı. Dediklerimi duyabildiniz. Ama şunu bilin ki, siz mutlu olun diye mola almıyorum. Molalar kısa. Bir dakika ve sadece oyuncularım için.

Molalar ve bench’teki oturma düzeniyle alakalı Nicolo Melli de komik bir hikâye anlatmış; telaffuzunuz sebebiyle Melih-Melli arasında hiçbir ayrım kalmadığını ve böyle seslenmenizden ötürü sürekli kafasının karıştığını söylemişti. Melih’le bench’te yan yana oturmalarının da ‘çok parlak’ bir fikir olmadığını itiraf ederek… Haberdar mısınız bu durumdan?

Hayır değildim ama öğrendiğim iyi oldu. Aynı şekilde devam edeceğiz. Demek ki her ikisinin de konsantrasyon seviyesi bu telaffuzum yüzünden yukarı çıkıyor. Beni pürdikkat dinlemek zorundalar, yoksa kime ne dediğimi anlamaları mümkün değil. Harika. Yani uğraşmış olsam böyle bir sonuç alamayabilirdim. Hatta dur, ben bunu Maurizio’ya da söyleyeyim. Önümüzdeki dönemde Melli/Melih isim kombinasyonuna uyum sağlayabilecek bir transfer yaparız. Molada üç oyuncu birden kazanmış olurum.

Erdem Can’la şut yarışmanızı gördüğümde aklıma Larry Bird’ün, “Başkanlık, GM’lik ya da antrenörlük… Oyunculuk dönemimi zaten saymıyorum, takım elbiseliyken bile hiç şut yarışması kaybetmedim” açıklaması gelmişti. Siz de bu kadar iddialı mısınız?

Yani bu biraz bisiklete binmeyi hiç unutmamaya benziyor. Basketbol topunu da her yaşta çembere atabiliyorsunuz. Erdem’le çok spontane gelişen bir etkinlikti o. Kimse bana kameraya alındığımın bilgisini vermedi. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Şaşırmıştım.

Oyuncularınızla yarışıyor musunuz?

Onları hayal kırıklığına uğratmak istemem.

Bu iddialı cevapla birlikte, bir diğer ana konu başlığına, Sarunas Jasikevicius ve Zalgiris’e geçmek istiyorum… Kendinizden bir şeyler görüyor musunuz orada?

Bu arada, oyuncularla yarışma kısmı tabii ki espriydi. Oyuncularımla şut yarışına girmem. Saras’la da yapmazdık mesela… Gerçi yapmış olsaydık, neyse.

Saras hayatta en yakın olduğum insanlardan biri. Yazın yine bir dönem birlikte tatil yaptık. “Oyuncularım bana gelip fikirlerini söylemeli, gerekirse tartışmalı” demiştim ya, Panathinaikos’ta her gün başka bir konu bulurduk. Daha basketbolu bırakmasına çok zaman varken, “Saras, yarın istersen koç olabilirsin. Hazırsın” demiştim ona. Oyunu kimsenin anlamadığı gibi anlıyor, kimsenin görmediği gibi görüyor. O kadar zeki ki basketbolu bıraktıktan sonra çok rahat bir şekilde başantrenörlük yapabilecekken Zalgiris’te asistanlığı seçti. “Saras, sen oyuncu değilsin, yıldız değilsin artık. Antrenörsün” fikrini böyle benimseyebildi. İnanın bana, jenerasyonunun en iyi oyuncularından birinin bunu kendi kendine anlayabilmesi öyle kolay bir iş değil. Daha antrenörlük kariyerinin başlarında ama şimdiden çok çok iyi bir koç. Bugünkü Zalgiris’e baktığımda, baştan aşağı antrenör dokunuşunu hissedebiliyorsunuz. Bu da onun eseri.

Litvanyalı gazeteci Jonas Miklovas, The Athletic’in bir video serisinde Boston Celtics koçu Brad Stevens’ın oyuncusu Gordon Hayward’a Sarunas Jasikevicius’un Zalgiris’teki bir hücum setini gösterdiğini ortaya çıkardı. NBA ile Euroleague’in birbirinden beslenmesine artık alışkınız ama sanırım bu konudaki ilk itiraf da Gregg Popovich’in, “Zeljko ve Duda Ivkovic’ten çaldığım bazı setler oldu” açıklamasıydı…

Personeline uygun seti seçmek, birinden aldığın kenar oyununu kusursuza yakın oynatmak da büyük meziyet. Eskiden herkes kliniklere giderdi, buna mesai harcardı ama artık her şey tek tık ötede. Burada yaşlı bir amca gibi gözükmek değil niyetim, gerçekten öyle. Her şey, her yerde.

Ama şunu da düşünün. Golden State’e karşı 3-1’den geri dönen Cleveland Cavaliers’ı izliyorsunuz, oyun planlarını çok beğendiniz. Spacing, şutörler, akıcı hücum. Peki LeBron? Onu nasıl kopyalayacaksınız? James, Jordan, Magic… Benim sıralamam hep böyle olmuştur. Magic Johnson, 2.05 boyunda, oyunu temelden değiştiren sayılı oyuncudan biri ve bazı hareketlerini tekrarlayabilirdiniz. Ama mesela tarihin en iyisi, Michael Jordan, nasıl kopyalanabilir? Nasıl yapabilirsiniz bunu? Anca Kobe Bryant olmanız lazım. Beni hayatta en çok hayrete düşüren şeylerden biridir, Kobe ile MJ’in hareketlerinin karşılaştırıldığı video. Arada sanki ayna varmış gibi… Düşünebiliyor musunuz, Kobe o hareketleri mükemmelleştirmek için kaç saat, kaç gün, kaç haftasını harcadı? Kobe, yine tarihin en iyilerinden biri, bunu yapabiliyor. Ama o kadar işte. Benzer bir konu koçlar için de geçerli. Kapım sonuna kadar açık. Ben de NBA’den yararlanıyorum. Okyanus ötesinden buraya gelip de antrenmanımı izlemek isteyen ya da Avrupa’dan beni görmek için gelen hiçbir meslektaşımı geri çevirmedim. Hiçbir kompleksim yok bu konuda.

Peki bu yılki Zalgiris-Khimki maçının sonunda Arturas Milaknis’in sol forvetten şutu kaçırdığı kenar oyununun ardından Saras’a dönüp, “İyi denemeydi” bile demediniz mi?

Hayır, şakalaşmadık bile. Beşiktaş final serisinde, Bogdan’ın basketi attığı kenar oyununu diyorsun. Ben onu yıllar önce de kullandım. Hatta bak daha yeni, Afyon’a karşı da aynısını yaptık. Altı saniye kala Melli soktu şutu. Burada ben şöyle düşünüyorum: Bir kenar oyunu var. Kullanılıyor ve şimdilik işe yarıyor. Ama demode olması an meselesi. Sırada ne var? Nasıl bir kez daha fark yaratabiliriz?

Sezon başındaki Baskonia-Zalgiris maçından önce Pedro Martinez’in, “Zalgiris gizlice idmanımızı kaydetti” suçlamasına karşılık Sarunas Jasikevicius, “Avrupa’da bunu yapan birçok koç var ama ben bunlardan biri değilim” demişti. Saras’ın söylediklerini referans alarak, siz hiç böyle bir duruma şahit oldunuz mu? Antrenmanınız kaydedildi mi?

İlk olarak şunu söyleyeyim, Saras asla böyle bir şey yapmaz. Bundan yüzde 100 eminim. Biz de kendi aramızda konuştuk, zaten Zalgiris’in suçlu bulunduğu bir eylem de yok ortada. Fakat, Avrupa’da bazı koçların bu taktiğe başvurduğu doğru. Kariyerlerinde başarısız olmuş, hiçbir şey kazanamamış bazı koçlar, Avrupa maçları öncesinde deplasmana gelen takımın antrenmanlarını kayıt altına alıyor. Bu bir tahmin değil, bunu kesin olarak biliyorum. Eminim. Ben hayatım boyunca böyle bir taktiğe ihtiyaç duyulmasını anlamlandıramadım, asla kullanmadım ve onaylamadım. Kimler olduklarını da gayet iyi biliyorum aslında.

Yani söylemeyeceğinizi tahmin ediyorum ama bir yandan şansımı da denemek istiyorum…

Karşıma çıktıklarında hepsinin yüzüne söylerim. Ama basına isimlerini vermem. Doğru olmaz. Gülünç olduklarını bilmeliler; çünkü maç başladığında, daha önce size karşı hiç reaksiyon verememiş bir koçun savunma planını baştan aşağı değiştirip sizin antrenmanınıza göre tasarlaması komik. Maç başladığında anlıyorsunuz son akşam idmanınız kaydedilmiş mi, kaydedilmemiş mi diye… Utanç verici.

Boston Celtics koçu Brad Stevens’ın, “Basketbolda artık geleneksel pozisyon tanımlamalarını rafa kaldırmanın zamanı geldi. Bugünkü oyunda beş değil, üç pozisyon var. Ya topa yön veren oyuncusunuz, ya kanatsınız ya da pivot” açıklamasına dair yorumunuz ne olur?

Kesinlikle. Bence de artık üç pozisyon var. Topa yön veren oyuncular, şutör perimetre oyuncuları ve birebir oynayabilen, sahayı hızlıca kat edebilen uzunlar. NBA’i, Euroleague’i bu gözle izlemek o kadar güzel ki… Bak mesela bu yıl Milwaukee Bucks koçu Mike Budenholzer sıfırdan bir düzen inşa etti. Bucks’ta yıllardır işlemeyen hücum düzenini, Giannis Antetokoumpo’ya özel bir şekilde kurgulayarak ona alan yaratmayı öncelik belirledi. Giannis gibi sürekli penetre eden bir oyuncuyu Brook Lopez’le destekledi. Lopez, kariyerinde hiç denemediği kadar üçlük deniyor ve neredeyse 2.15 boyundaki bir adamdan kimse bu ritmi beklemiyordu. Giannis de kariyerinin en iyi sezonunu geçiriyor çünkü çok alan buluyor ve çevresi harika parçalarla dolu.

Milwaukee’yi her izlediğimde bir koçun takıma yapabileceği etkiyi tekrar tekrar görüyorum. Maç başına yedi üçlük deniyor Brook Lopez. Yedi. Öte yandan, 1-5 arasında her pozisyonu takımının savunmasını sağlamak tüm antrenörlerin rüyasıdır. NBA’de bu yöndeki trend belli, Golden State ve adam değişme savunmasının üzerinden tekrar tekrar geçmeye gerek yok. Euroleague de bu akıma ayak uydurdu. NBA’de şu anki sorun; herkes üçlük temelli ve savunmada switch yaparak oynamak isterken elit oyuncu havuzu bilhassa hücumları verimli kılabilecek kadar şutör barındırıyor mu? Yoksa sırf üçlük atma uğruna, verimlilik göz ardı mı ediliyor? Dostum Gregg, seneler önce izolasyon temelli ligde farklı bir şey yapmaya çalıştı ve hücumun bana göre en önemli iki elementini, yani alan yerleşimiyle zamanlamayı ön plana koydu. Bu da farklı bir öğretiydi. Rakip savunmayı oku, iyi yerleş, mükemmel şutu ara. Hiç fena değil.

Luka Doncic’in NBA başlangıcı sizi ne kadar şaşırtmadı? Pozisyonların belirginliğinin kayboluşunu konuştuk. Rick Carlisle’ın onu kullandığı rol hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Tam beklediğim gibi. Luka yaz dönemindeki küstahça yaklaşımlara cevabını çok erkenden verdi. “Kimmiş ya bu Euroleague MVP’si?” diyenler şimdi onu James Harden’la karşılaştırıyor. “Ne acayip step-back’i varmış” diyorlar. Luka’nın bugün NBA’de gösterdiklerini biz son yıllarda birinci elden tecrübe ettik. Oradaki en iyi organizasyonlardan birinde olması, Rick Carlisle’la çalışması hep avantajına oldu. Yüzü dönük, post-up… Her şeyi oynuyor. Pozisyonu yok. Az önce konuştuğumuz gibi, top dominant oyuncu klasmanında Luka.

Peki Nikola Jokic’e inanıyor muydunuz?

Kim bilebilirdi ki? Ben tahmin etmiyordum kesinlikle. Prag’daki 2013 Dünya Gençler Şampiyonası’nda onu izlediğimi hatırlıyorum. Vasilije Micic, Nikola Milutinov ve Nikola Jokic vardı Sırbistan’da. Altın madalya için Birleşik Devletler’le oynuyorduk ve o takımın yıldızı şimdi Orlando Magic’te oynayan Aaron Gordon’dı. Takımın koçu da Billy Donovan olması lazım. O dönem Oklahoma’ya gitmemişti tabii, Florida’daydı…

Tuzaklar, ikili sıkıştırmalar ve tam sahadan başlayan baskılı savunmayla maçı çözmüşlerdi. Jokic, bırakın şu anki üçlük menzilini, üç metreden topu potaya atabilecek bir oyuncu gibi bile durmuyordu. Atletik oyunculara karşı çok pasitfi. Üçlük çizgisinin yakınına gelmiyordu. Bugün baktığınızda, ligin en çok üçlük kullanan pivotlarından biri Jokic. Şu an limiti, tavanı, gidebileceği en üst nokta ne, onu da bilmiyoruz. Geleceği bir yere kadar tahmin edebilirsiniz.

Koç, gelecekle alakalı sorulara temkinli yanıtlar verdiğinizi biliyorum ama uzun zamandır sormak istiyordum. Bir gün Partizan’a başkan olur musunuz?

Hayır, olmam.

Neden?

Benim için yolun sonu antrenörlük. Koçluk kariyerimi tamamladıktan sonra, eşimle daha sık iskambil oynayacağım. Gezip, dolaşacağım. Partizan’da ya da başka yerde yönetimde görev alarak geçirmeyeceğim son yıllarımı. Zaten çok değil, iki üç sene içinde, “Ne diyor yine bu yaşlı Zeljko?” demeye başlar insanlar. Eh, haklı da olurlar.

Bu yaştan sonra başka bir meslekte uzmanlaşmaya gücüm yok. Gençlerin önünü açmaya niyetliyim. Ne Partizan başkanlığı, ne de başka bir şey. Ailem, arkadaşlarım, ben ve bir kart destesi. Bittiğinde… Gerçekten bitsin istiyorum. Yazlıkta TV izlerken diyeyim ki…

“Ya bu Erdem Can… Ne deli adammış. Molalarda amma sinirli. ”

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Hayal Kuran Herkese

Hayal Kuran Herkese

3 sene önce
Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Neno

Neno

3 sene önce