“UEFA’daki cezamız ve ligde yaşadıklarımız nedeniyle eşit koşullarda yarışmıyoruz. Herkes 30’a, 40’a, 100’e kadar alırken siz satmadan alamıyorsunuz. Eskisi gibi değil artık, makas çok açıldı. ‘Her şey para değil’ gibi bir cümleyle üstesinden gelemiyorsunuz. Bu bir bahane değil; bir tespit, bir gerçek.”
Fatih Terim, 11 Aralık 2018’deki Galatasaray-Porto maçından 24 saat önce basının önüne geçtiğinde bu cümleleri sarf etmiş, ligde ve Avrupa’daki kötü gidişatın nedenlerini aydınlatmıştı. Galatasaray o gün ligde yedinci, Şampiyonlar Ligi grubunda üçüncü sırada yer alıyordu. Terim’in alışık olduğu tablo kuşkusuz bu değildi. Yanlış giden bir şeyler vardı ama çözümün yakınlarda olduğunu savunmak iyimserlik olurdu. Düzen, düzensizlikten nemalanıyor; sıradaki her maç bir çıkış yolunu simgeliyordu.
Galatasaray, sonraki gün Porto’ya evinde 3-2 mağlup oldu ve gruptaki diğer maçtan gelen haberle yoluna Avrupa Ligi’nde devam etti. Ne var ki 2000 hayalleri ile süslenen ve yine bir çıkış yolu olarak resmedilen bu macera da kısa sürdü. Benfica’ya iki maçta da diş geçiremeyen Sarı-Kırmızılılar, yavaş yavaş toparlanma emareleri gösterdiği lige konsantre olmaya başladı. Aslında bu yoldan geçen başka Türk takımları da vardı. Ligde bir türlü istikrar sağlayamayan Beşiktaş, Avrupa Ligi’nde kâbus bir performans ortaya koyuyor, karşı kıtada Fenerbahçe lig tarihinin en kötü senesini geçirirken üstüne uluslararası arenaya son 32 turunda veda ediyordu.
Türkiye’nin Avrupa kupalarında en çok puan toplayan üç takımı, sezona potansiyellerinin bir hayli altında başlamış; Avrupa kupalarında facia performanslara imza atmış ve teselliyi tekrar yurda dönüşte bulmuştu. İlk yarıdaki beklenmeyen senaryolardan sonra her üç takım da kendi normallerine dönme sinyallerini vermiş; ikinci yarıda yarattıkları ivmeyle kimisi şampiyonluğa, kimisi Şampiyonlar Ligi elemelerine katılmak için mücadele etmişti. Lige dönüşteki bu normalleşme, Avrupa kupalarındaki vasatlık tablosunu ‘talihsizlikle’ açıklayabilirdi. Ancak bu vasatlığın ardından öyle bir sene daha yaşandı ki tablo yalnızca sürprizden ibaret olamazdı. Bu eğilim, bir kalıplaşmayı işaret ediyordu.
Yeni sezonda kadrosunu yıldızlarla donatan Galatasaray Şampiyonlar Ligi’ndeki tek golünü Club Brugge ağlarına gönderiyor; tam iki gün sonra Beşiktaş, Sloven Bratislava maçında ilk kez mağlubiyet harici bir sonuç ile tanışıyordu. Daha kötüsü olamaz denilen bir sezonun ardından, çok daha kötü bir sezon Türk futbolunu gitgide aşağı çekiyordu. Fenerbahçe’nin yerini devralan Trabzonspor da genel trende ayak uydurmuştu. Altı maçın sonunda galibiyet yüzü görmeyen Bordo-Mavililer, uzun yıllar sonra tekrardan ayak bastığı Avrupa ile özlem gideremeden soluğu Karadeniz sahillerinde alıyordu.
Günün sonunda Avrupa kupalarında oldukça etkisiz kalan temsilciler, ülkeye dönüş yaptıktan kısa bir süre sonra ivmelenerek normalleşme trendine başlıyor. Peki bu manzara bize neyi anlatıyor? Türk takımlarının Avrupa sahnesinde yetersiz kalan oyunu, Süper Lig’de ilk dörde girmeye, hatta şampiyon olmaya nasıl bu kadar yaklaşıyor? Premier Lig’de 100 puanı aşan şampiyonluk tavanı, Türkiye’de nasıl bir eğilim gösteriyor?
Birazdan okuyacağınız satırların temelinde yatan en büyük problemin ekonomik imkânsızlıklar olduğunun ve bu durumun tekli olgulardan keskin önermelere varmayı zorlaştırdığının bilincindeyim. Ama yine de alınan bazı kararların farklı yorumlanabileceğine inanıyorum. Bu kararların başarıyı getirip getirmeyeceğini bilmesem de farklı bir perspektiften bakmanın kötü bir fikir olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden haydi, biraz sesli düşünelim.
***
Liverpool’un artık şampiyon olup olmayacağı bir haber konusu değil. Şimdilerde gündemi yedikleri goller ya da kırdıkları rekorlar meşgul ediyor. Geçtiğimiz seneyi 97 puanla ‘ikinci’ bitirdikten sonra, Manchester City’nin 100 puanlık rekor sezonunu geçmeye hiç olmadıkları kadar yakınlar. Diğer yandan Pep Guardiola’nın öğrencileri talihsizlikler ve sakatlıklarla bu kadar boğuşmasaydı yeni bir ikincilik rekoruna dahi tanıklık edebilirdik. Uzun lafın kısası, Ada futbolunda rekabetin boyutu son üç senede öylesine katılaştı ki ikinci olmak sizin başarısızlığınızdan değil, rakibinizin mükemmelleşmiş oyunundan kaynaklanıyor. Lig artık sizden çok iyi olmanızı değil, kusursuzluğu talep ediyor. Minimum hatayı ikincilikle, hatasız takımları şampiyonlukla ödüllendiriyor. Peki tüm bunlar Türk futbolu için neyi ifade ediyor?
Ada’dan tek hamleyle Türk futboluna geçiş yapabilmemiz için tek bir lig ve kısa bir gözlem aralığından fazlasına ihtiyacımız var. Gazeteci Miguel Delaney, geçtiğimiz günlerde yaptığı araştırmada futbolun kapalılaşmaya başladığından bahsetmiş ve birkaç veriyi gözler önüne sermişti. Ben de bu verilere birkaç ekleme yaparak Türk futbolunun Avrupa ligleri ile ilişkisini inceledim.
Gördüğünüz tabloyu uzunca anlatmaya gerek yok. Beş majör ligde şampiyonluk, artık sizden çok daha fazla puan talep ediyor. Yine de burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var. Evet, Premier Lig’deki bu yükselen talep kusursuz rekabet artışından kaynaklanıyor fakat diğer liglerdeki artışın bize anlatmak istediği şeyler biraz daha farklı. Bundesliga, Serie A, Ligue 1 ve La Liga gibi farklı şampiyonlara daha kapalı liglerde görülen puan artışı, şampiyon takımların sürprize yer vermemesinden ve olabilecek maksimum puanı toplamalarından kaynaklanıyor. Bu liglerin ikincileri, Liverpool’un geçtiğimiz sene kırdığı rekora benzer hedeflerle ilgilenmiyor çünkü şampiyon olma ihtimalleri kendilerine kalmış bir şey değil. Onların derdi kusursuz rakiplerle yarışmaktan ziyade, minimum hatayla ikinci olmak.
Haliyle bu durum, bahsi geçen liglerde şampiyon olan takımları bir monotonluk döngüsüne sokuyor. Massimiliano Allegri, Niko Kovac ve Ernesto Valverde’nin görevlerine son verilmesinin, Thomas Tuchel’in ise her zaman istim üstünde olmasının arkasında aynı sebep yatıyor. Artık bu liglerin şampiyonları, yerel başarıdan ziyade Şampiyonlar Ligi ile ilgileniyor ve orta-uzun vade planlarını bu kupayı kazanmak üzerine kuruyor. Her yaz en büyük yıldızı takıma katma yarışları, oyuncu pazarındaki taban fiyatları yükseğe çıkarıyor ve büyüyen futbol ekonomisi daha da büyümeye, kapalılaşmaya başlayan saha içerisi de daha fazla kapanmaya devam ediyor. Tüm bu denklemlerden en zararlı çıkanlar ise Şampiyonlar Ligi’ne katılmakta hayli zorlanan Doğu Avrupa kulüpleri oluyor.
Fatih Terim’in basın toplantısında kabaca bahsettiği makas örneğinin detaylı açıklaması buydu. Yaptığı tespit, Avrupa liglerinde şampiyon olmak için gerekli puanın arttığını kesinlikle özetliyor. Ekonomik açıdan büyüklerle yarışmakta zorlanan Türk, Portekiz, Çek, Ukrayna ve Hırvat kulüpleri eğer doğru bir planlama ve oyun yapısına sahip değilse Şampiyonlar Ligi’nde kesinlikle barınamıyor. Peki Türkiye’de şampiyon olmak için gerekli puanının azalmasında ve UEFA organizasyonlarında gerilemenin arkasında sadece ekonomik sebepler mi yatıyor?
***
UEFA organizasyonlarında ciddi sayılabilecek ölçüde rekabet ettiğimiz rakiplerin ülke ekonomisi ile Türkiye’deki ekonomik tablo herkesin malumu. Bir lira gelir elde ederken altı lira gider ödemek muhakkak ki işleri kolaylaştırmıyor (2018-19 sezonu ile birlikte yayın gelirlerinde sabit kurun 3,90 TL olarak belirlenmesi de kulüplerin en büyük gelir kalemlerinden birisinin artışını kısmı şekilde engelliyor). Üzerine Türk kulüplerinin — tabiri caizse — belalısı Finansal Fair Play (FFP) kuralları, kadrosunda değişikliğe gitmek isteyen takımlara oyuncu satmadan oyuncu alımını yasaklıyor. Bu yüzden de Türk kulüpleri soluğu ya kiralık ya da yaşı yüksek, geçmişi parlak yıldız oyuncularda alıyor. Bu iki opsiyon, kısa vadede olabilecek en mantıklı çözüm yolu olarak görülebilir. Ancak bu seçenekleri kullanan kulüplerin orta vadede bir çıkmaz döngüye girdiğini, uzun vadede ise ekonomik anlamda çok daha zor günler geçirdiğini gözlemlemek mümkün.
Sanıyorum bu hipotez için Beşiktaş yanlış bir örnek olmaz. Kısa vadede yakın tarihinin en başarılı günlerini geçirdikten sonra yaşanan sert düşüş, bugünlerde kulübün elini kolunu bağlamış durumda. Siyah-Beyazlılar, 2015/16 sezonunda FFP kurallarına tabi tutulmalarına rağmen optimum kadroyu kurmayı başarmış, Mario Gomez ve Jose Sosa önderliğinde son on senenin en dominant şampiyonluklarından birini elde etmişti. Ancak sene sonunda kiralık sözleşmesi sona eren Gomez’in ve takımdan ayrılmak isteyen Sosa’nın vedaları, yeni bir yapılanma sürecini işaret ediyordu. Takımın gol yükünün yarısından fazlasını çeken bu ikilinin yeri dolacak ve gelen isimlerin bonservis bedelleri yüksek olmayacaktı. Tam bu noktada Fikret Orman yönetiminin önünde iki farklı yol belirdi. Ve ilerleyen seneler gösterdi ki bu ayrım yalnızca Beşiktaş’ı ilgilendirmiyordu.
İlk yol kiralık veya yaşı yüksek, geçmişi parlak isimlere yönelmek olacaktı. Şampiyonlar Ligi’ndeki rekabet seviyesi düşünüldüğünde kaliteli ayaklardan zarar gelmezdi, bu yüzden ilk opsiyon kısa vadede olabilecek en risksiz ve mantıklı senaryo gibi gözüküyordu. Diğer yol ise maliyeti uygun, genç ve uzun vadeli isimler aramaktı. Gelebilecek oyuncu grubu size en yüksek seviyede kaliteyi garanti etmese de yüksek enerji, maksimum yoğunluk ve sürekliliğin ilk adımlarını temin edebilirdi. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray yönetimi FFP’ye tabi oldukları süre zarflarında ilk yolu tercih etti ve bu dönemde Aboubakar, Pepe, Negredo, Vagner Love, Benzia, Ayew, Slimani, Seri, Falcao, Lemina ve Onyekuru gibi birkaçı kiralık birkaçı ise yaşlı ama tecrübeli isimlerle sözleşme imzaladı.
Sonraki senelerde kimi takım iyi kimi takım kötü gelişmeler yaşayarak aynı noktaya varsa da yazının sonu kimse için değişmemişti. İyi pencereden bakıldığında; gelen kiralık oyuncular üst düzey performanslar sergiliyor, lig ve Avrupa’daki başarılar yönetimlerin en yanlış yolu seçmediğini söylüyordu. Talisca, Aboubakar ve Adriano’nun gösterdiği olağanüstü performanslar, yakalanan başarıda büyük pay sahibiydi. Ne var ki neredeyse birebir yolu tercih eden Fenerbahçe’de işler hiç beklenildiği gibi ilerlememişti. Gol yükünü çekmesi beklenen Slimani, Ayew ve Benzia üçlüsü beklentilerin altında kalmış, sene sonunda takımlarına geri dönmüşlerdi. Peki tam tersi başarılı bir senaryoda — tıpkı Beşiktaş örneğinde olduğu gibi — Fenerbahçe kiralanan bu oyuncuların bonservisini alabilecek miydi? Muhtemelen hayır. (Örneğin, Onyekuru geldiği günden bu yana takımın kilit oyuncusu olmasına rağmen hâlen Sarı-Kırmızılıların bonservisli oyuncusu değil. Ek olarak Galatasaray; Lemina, Seri ve Saracchi’nin sene sonunda ayrılması durumunda Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın yaşadığı benzer sorunları yaşayabilir.)
Kiralık oyuncuların takımlarına geri dönmesi, her sene yeniden oyuncu arayışına girilmesi ve transfer edilen yaşlı oyuncularla yaş ortalamasının tavan sınıra yaklaşması, seçilen ilk yolun doğurduğu bir problemdi. Bu yöntem, kısa vadede başarılı olsanız dahi sonrasında sizi arayışa sokan; başarısız olduğunuzda ise büyük ekonomik sıkıntılarla boğuştuğunuz, ucu tamamen riske dayalı süreksiz bir yoldu. Yazının sonuç kısmı belirginleşmişti: Üç büyüklerin yürütmeye çalıştığı ‘yaşlı ve kiralık’ politika, kısa dönemde sizi başarıya götürebilirdi. Fakat bu senaryo, sonraki her sene kadro mühendisliğinde hummalı bir çalışma talep ediyor ve orta vadede takımınızı yaş ortalaması yüzünden kullanılmaz hale getiriyordu. Mühendisliğin temelinde sürekli yapılar inşa etmek yatarken, kadro mühendisliğini bu kadar fazla kurcalamak başlı başına tekniğin özüne tersti.
Yukarıdaki görsellerde inceleyebileceğiniz üzere FFP kurallarına tabi tutulan takımlarda kiralık ve yaşlı oyuncu sayısı ya süreklilik kazanıyor ya da daha önce hiç görülmemiş rakamlara yükseliyor. Avrupa’da yarıştığınız rakipler satın aldıkları oyuncuları en geç Temmuz ayında kampa götürürken sizin her sene ana mevkilerde as oyuncu arayışınızı Eylül ayına kadar devam ettirmeniz grup aşamalarındaki maçlarda haliye dezavantaj olarak hanenize yazılıyor.
Kadronuzda 30 yaş ve üstü oyuncu kullanmanızınsa elbette bir zararı yok. Ancak tecrübelilerin sayısı, elinizdeki gençliği götürüyorsa bu durumu hoş karşılamak mümkün değil. Bu sezonki Şampiyonlar Ligi verilerinden alınan tabloya göz gezdirdiğinizde Galatasaray’ın aşağıdaki kümede — Şampiyonlar Ligi’ne katılan 32 farklı takımı da aynı grafikte gösteremeyeceğimden dolayı farklı oyun ve yaş grubuna sahip olan ekipleri (topa sahip olan/topu bırakan, genç/yaşlı) bir kümede toplamaya çalıştım — topun peşinden en az koşan takım olduğunu görebilirsiniz. O zaman Sarı-Kırmızılıların topa çok fazla sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Pek sayılmaz.
Galatasaray, altı maçlık Avrupa serüveninde ne topa sahip olarak rakiplerini koşturdu — grubu zaten buna müsait değildi — ne de topun arkasına geçtiğinde mücadele dozunu arttırarak — Inter, Dortmund, Barcelona grubundaki Slavia Prag gibi — koşu mesafelerini yukarı çekebildi. Fatih Terim mantalitesindeki bir teknik adam için bunu kabul etmek mümkün değil fakat aşağıdaki kümede de gördüğünüz üzere kadro yapısının yaşlı oluşu, hocanın elini bu süreçte hiç güçlendirmedi. Hal böyleyken, tüm bahsi geçen unsurları dışarıda bıraktığınızda, kaideleri bozan bir istisna olabilmek çok zorlaşıyor.
***
Türkiye’de büyük takımların eskiye nazaran dominant olmamasının sebebini sesli düşünürken ligdeki şampiyonluk puanın değişimine bakmakta yarar var. Avrupa’daki diğer tüm liglerin şampiyonları daha fazla puanla — Premier Lig’in zirve rekabeti ve diğer liglerin tek kulüplük hegemonyasından dolayı — mutlu sona ulaşırken Süper Lig’de bu ortalamanın azalması ilginç bir durum. Özellikle son üç senede şampiyonluk puanının aşağı yönde ivmelenmesi ve aynı senelerde kulüplerin FFP kısıtlamaları ile karşılaşması sürpriz görünmüyor. Birisi alt ligde olmak üzere toplamda dört şampiyon çıkarmış bir organizasyonda şampiyonların geçirdiği değişimler, tüm ligin kaderini etkileyebiliyor. Bu yüzden Avrupa arenasında bahsi geçen senaryoların hemen hepsi Süper Lig için de ciddi önem taşıyor.
Süper Lig’deki şampiyon kulüplerin daha çekingen kaldığını kanıtlayan bir başka tablo ise yıllar içerisinde değişen birinci ve dördüncü arasındaki ortalama puan farkı. Avrupa’nın genelinde büyük takımların ligi tamamen domine ederek özerk bir oluşuma doğru ilerlemesi, birincilerin maksimum puanı toplamasını sağlarken geri kalan takımların yaşadığı puan kayıpları farkın açılmasını engelleyemiyor. Tüm bu değişimlere rağmen eğilimin Türkiye’de tam tersi olduğunu görmek mümkün. Dört Büyüklerin yirmi sene önceye nazaran azalan oyun gücü ve Anadolu takımlarının rekabete daha fazla ortak olması, Süper Lig’de bu farkın kapanmasına sebep oluyor.
Avrupa’ya giden takımların başarısız olduktan sonra ligde ritim bulması ise sürpriz değil. Elde kalan tek hedef olarak iyiden iyiye şampiyonluğa sarılan Dört Büyükler, Avrupa öncesi dar kadrolarında rotasyon zorunluluğundan kurtulup tüm konsantrasyonunu Denizli ya da Malatya deplasmanına verebiliyor. Fakat oluşan manzarayı bu sıradan sebebe bağlamak mantıklı olmayabilir. Türkiye’deki ekonomik tablodan dolayı transferlerin geç gelişi hemen her takımın malumu. Ek olarak büyük takımların FFP kısıtlaması, sıradan bir oyuncunun transferini bile Ağustos ayına sarkıtabiliyor (Falcao’nun 2 Eylül 2019’da transfer olduğunu, Galatasaray’ın ilk Şampiyonlar Ligi maçına 18 Eylül 2019’da çıktığını hatırlatmak durumun ciddiyeti anlatmak için yardımcı olabilir).
Transferlerin kampa yetişmemesi her ne kadar yönetici ve taraftar grupları tarafından çok fazla önemsenmese de teknik ekipler, bu konu üzerinde hassasiyetlerini belirtmekten hiçbir zaman çekinmiyor. Beşiktaş’ın Şenol Güneş döneminde transferlerin geç geldiği ve şampiyon olamadığı son iki senede de ikinci yarı daha fazla puan toplaması, Galatasaray’ın — Fatih Terim’in bu sene ısrarla belirttiği üzere — Ocak ayı sonrası iyiden iyiye toparlanmaya başlaması yöneticilerden ziyade teknik ekiplerin haklılığını kanıtlıyor.
İvmelenmekteki bir diğer husus ise yine yaş ortalamaları. Avrupa’da Galatasaray’ın üç farklı argümanda sınıfta kalması ve yaş ortalamasının hiçbir donede elini güçlendirmemesi, bu sene alınan malum sonuçların sebeplerinden birisiydi. Ancak Süper Lig’in 10 ve daha fazla takımlı ligler arasında en yaşlı organizasyon oluşu, Galatasaray’ın bu sefer yüzünü güldürebiliyor. Ligdeki hemen her takımın ilk 11’inde yaşlı oyunculara yer vermesi, aradaki fiziksel farkın ortadan kalkmasına ve topa sahip olan takımların daha da avantajlı konuma geçmesine sebep oluyor.
Yazı boyunca birkaç veri ve ekonomik sonuç üzerinden ilerlerken, dışarıda kalan paydaşları bir araya getirmek, böylesine derin bir konuda kesin bir sonuca varmayı katbekat zorlaştırıyor. Bu yüzden mutlak bir düzlüğe varmaktan ziyade, geçilen yolların ne kadar doğru opsiyon olduğunu incelemeye ve yeni rotalar oluşturmaya gayret gösterdim. Yazıda kullanılmayan ya da yukarıda yer alan faktörler tüm bu kısır döngüyü açıklasın ya da açıklamasın, yıllar içerisinde ortaya çıkan ve kabul etmemiz gereken bir gerçek var. Türk takımları yaşlanıyor, ekonomik olarak her geçen gün zayıflıyor, uzun vadeli hiçbir plan yapmıyor ve bu döngüden çıkmak için farklı bir sapağa girmekten imtina ediyor.
***
“Beşiktaş’ın ekonomisi ile beklentileri arasında bir çelişki olduğu gerçektir. Bu çelişkiler düzelmezse daha büyük facialar olacaktır.” Şenol Güneş, çalkantılarla geride bıraktığı kulüpteki son senesinde takımın düzlüğe çıkması için gerekli reçeteyi kamuoyuna bu sözlerle sunmuştu. Aslında verdiği formül yalnızca Beşiktaş’ı değil, ligde geri kalan 17 takımı da yakından ilgilendiriyordu. Cümlenin başını ister Fenerbahçe ister Galatasaray ile değiştirin, Türkiye’deki hemen her takımın karşılaştığı en büyük problemin ekonomik gücün beklentilerin altında kalması olduğunu görebilirsiniz.
Koşu mesafeleri, yaş ortalamaları ve topa sahip olma oranları bu yazıda üstüne düşüldüğü kadar önemli gözükmeyebilir ama yine de vardığımız durağa nasıl geldiğimize ve bu bataktan çıkmak için ne yapmamız gerektiğine dair birkaç ipucu veriyor. Bu ipuçlarını takip ederek başarıya ulaşmaksa elbette şart değil, ne de olsa futbolda başarıya giden birçok farklı yol mevcut. Ama ilk adım için uzun vadede başarılı olamayanların gittikleri yolu listeden çıkarmak ve belki de beklentilerimizi düşürmek iyi bir başlangıç noktası olabilir.