Bu yazı ilk olarak Socrates’in Ekim 2019 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.
Mesut Özil, Diego, Johan Micoud, Andreas Herzog, Claudio Pizarro, Torsten Frings, Tim Borowski ve niceleri… Werder Bremen, 1990’lı yılların sonunda ve 2000’lerin başında öyle bir yola girmişti ki yeşil beyazlı formayı sevmeyenler bile onların maçlarını izlemek için kendine zaman ayırıyordu. Teknik direktör Thomas Schaaf’ın hiç değişmeyen, cesur ve hücuma yönelik 4-4-2’si ile hem ligde hem Avrupa’da sürekli adından söz ettiren Bremen, Bayern Münih’e deplasmanda beş gol atan, Avrupa Ligi’nde final oynayan bir takım hâline gelmişti. Ama yanlış kararlar, yapılan kötü transferler, gidenlerin yerinin dolmaması Bremen’i zirveye oynayan bir kulüpten küme düşmemeye çalışan bir ekibe dönüştürdü. Üst üste birçok sezonda düşmekten kıl payı kurtulan Bremen artık Avrupa’dan da, göze hoş gelen futboldan da uzak bir yapıya dönüşmüştü.
Max Kruse’nin Werder Bremen’i bırakıp, Fenerbahçe’ye gitmesiyle birlikte Bremen taraftarının Kruse’yi yoğun bir şekilde protesto etmesinin altında aslında bu hatıralar yatıyor. Eğer Bremen o buhrandan çıktıysa, tekrar Avrupa ve Bundesliga’da başarı hayali kurmaya başladıysa, Max Kruse bunu sağlayan baş aktörlerden biriydi. Altyapısında oynadığı Bremen’e 2016’nın ocak ayında geri döndüğünde kulüp küme düşme hattındaydı; kadrosu yetersiz, gelecek projeksiyonu karanlıktı. Kruse o günlerde iddialı açıklamalar yaptığında kamuoyunun bir kısmı tarafından karikatürize edilmişti, oysa oldukça ciddiydi ve üç yılda ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Bremen’de tamamen kaybolan özgüven, Kruse’nin saha içi ve saha dışı liderliği ile geri gelmişti. Uslu ve terbiyeli Bremen’in asi çocuğuydu biraz da; herkes mutluyken eleştiren, herkes mutsuzken yarına umutlu bakan bir figürdü. Kadro kalitesi biraz daha yüksek olsa Avrupa kupaları beklentisi belki de bu üç yıl içinde gerçekleşecekti ama hep son anda yaşanan düşüşler hedeflere ulaşmaya engel oldu. Tam da bu yüzden artık yeni rotalar çizmek zorundaydı kendine. Mutlu aile tablosu yeterli gelmiyordu artık; bir hedefin peşinde koşup o hedefe ulaşabileceği bir yapının içerisinde olmak istiyordu. Bu yüzden Bremen’den ayrılacağını söylemişti. “Avrupa kupalarında oynayan bir kulübe gideceğim” dediğinde, kamuoyu Kruse’nin Ada’nın veya Çizme’nin yolunu tutacağını düşünüyordu ancak o herkesi şaşırtıp Fenerbahçe’yi seçti.
Birazdan okuyacağınız röportajda da dediği gibi Kruse iyi hissedeceği bir ortamı seçti, kendini ve yaşantısını ifade edeceği bir iklime geldi. Sonuçta Alman oyuncu hiçbir zaman kolayı seçmemiş, belki de bazen bunun zararını görmüştü ama bugüne dek bir kere bile bulunduğu kulübe zarar vermemişti. Fenerbahçe’ye geldiği ilk gün yaptığı paylaşımda Cemil Turan’ı, Can Bartu’yu, Alex’i, Roberto Carlos’u, Diego Lugano’yu anımsatan Kruse, bir zamanlar sayesinde Mesut’u, Diego’yu, Micoud’u hatırlayan Bremen taraftarından sonra Fenerbahçeli taraftarlara da göz kırpmış oldu.
Sorumluluk kelimesi sizin için ne anlama geliyor?
Öne çıkmak ve aynı zamanda etrafındaki insanlara destek olmak. Ancak sorumluluk, bir çeşit mükemmellik anlamı taşımıyor.
Neyi kastediyorsunuz?
Kimse mükemmel değil. Önemli olan ise sahici kalmak ve kendinize karşı dürüst olmak. Bahsettiklerimin futboldaki karşılığına gelirsek, birinin kendi yollarıyla takımını daha ileri taşımaya çalışmasından bahsedebiliriz.
Şimdi Fenerbahçe’de oynuyorsunuz, kadroya birçok takviye yapıldı ve elde yeni bir ekip var. Sizin de takımla kaynaşmanız gerekiyor. Sorumluluk almak ve yeni bir yere uyum sağlamak… İkisi bir arada mümkün mü?
Bana kalırsa mümkün. Bir takımda yeni olsam bile sorumluluk üstlenebilecek tecrübeye sahibim. Evet, yeni bir ülkedeyim; evet, futbol burada daha farklı oynanıyor. Eninde sonunda oynadığımız oyunun adı hâlâ futbol, hâlâ on bire on bir. Takımıma gerçekten çabuk alıştım ve bu sayede hem sorumluluklarıma odaklanabiliyor hem de benden istenen performansı verebiliyorum.
Kariyeriniz boyunca bambaşka hedeflere sahip takımlarda birbirinden çok farklı meydan okumalarınız oldu. St. Pauli, Freiburg, Borussia Mönchengladbach, Wolfsburg, Werder Bremen ve şimdi de Fenerbahçe… Saydığım kulüpleri kıyaslamak gerçekten zor. Bilinmeyenin cazibesine kapıldığınızı söyleyebilir miyiz?
Dürüst olmam gerekirse bir kulüp seçerken dikkat ettiğim sabit kriterlerim yok. Edindiğim ilk izlenim bana uygun olmalı, daha doğrusu sunulan şartların tümü bana uygun olmalı. Seçtiğim yolun benim için en doğrusu olduğunu hissetmem gerekli. Bilinmeyen beni kesinlikle cezbeder diyemem ama elbette her zaman ufkumu genişletmekten yanayım.
Bahsettiğiniz doğru yolda olma hissi nasıl oluşuyor?
İnsanlarla konuşurken içimden “Vay be, istediğim şey tam olarak buymuş” demem gerekir. Fenerbahçe’de de hissettiğim buydu, tıpkı kariyerimdeki diğer takımlarda olduğu gibi…
Bundesliga’yı ve konfor alanınızı terk etmek bilinçli bir karar mıydı?
Evet, kararı tamamen bilinçli bir şekilde verdim ama yine de bir konfor alanından söz etmemiz doğru olmaz. Yıllar boyu Almanya’da oynadım, yaşadım ve gerçekten çok güzel zaman geçirdim. Fakat dürüst olmam gerekirse Bundesliga beni artık heyecanlandırmıyordu. Günün birinde yurt dışı tecrübesi kazanmayı uzun zamandır düşünüyordum.
Filmi geri saralım. Fenerbahçe sizinle ilgilenmeye başlıyor, menajerinizle iletişime geçiyor ve o da size bu ilgiden bahsediyor. Tam o andaki ilk tepkiniz ne oldu?
“Vay, İstanbul! Böyle bir şehirde yaşamak harika olur.”
Süreç nasıl devam etti?
Werder Bremen’de birlikte oynadığım Nuri Şahin’e durumdan bahsettim. Onunla Türkiye’de futbol oynamak üzerine sohbet ettik. Temsilcilerimden biri de yarı Alman yarı Türk’tü, onunla konuştuk. Sportif direktör Damien Comolli de sürece dâhil oldu. Son olarak, bir süredir Fenerbahçe’de oynayan Mehmet Ekici’yle temasa geçtim. Her birinden şehir, kulüp, kültür ve lig hakkında bilgiler aldım.
Türkiye’de kazandığınızdan çok daha fazlasına imza atabileceğiniz futbol ülkeleri var. Sizin için Süper Lig’i ön plana çıkaran şey, fena sayılmayacak bir ücret kazanmanızın yanında karşılaşacağınız sportif meydan okuma mıydı?
Tabii, insan bu faktörlerin hepsini düşünüyor. Eğer oynadığınız takımdan ayrılıp yeni bir maceraya atılma kararı aldıysanız masada duran tekliflerin hepsine kafa yoruyorsunuz. Ama şunu söyleyebilirim, bazı kulüpler ne kadar para veriyor olsalar da benim için bir seçenek olamadılar. Türkiye -özellikle İstanbul’daysanız- oldukça Avrupalı ve farklı kültürlerin kaynaştığı bir coğrafya. Elbette böylesi taraftarlara sahip bir kulüpten gelen teklif beni cezbetti.
Her maç dolu bir stadyum, olağanüstü atmosfer… Bunlar bir takımı öne çıkarmak için gerekli motivasyonu sağlayan şeyler. Zaten tüm bunların dışında Türkiye’deki futbolun da dünya genelinde fazla hafife alındığını düşünüyorum. Süper Lig, Alman medyasının ifade ettiğinden çok daha iyi. Fiziksel açıdan oldukça zorlayıcı bir lig ve 25 milyon taraftarı olan bir kulüp için oynarken hissettiğiniz baskı çok büyük.
Oscar Wilde’ın bir sözü var: “Gençken, paranın hayattaki en önemli şey olduğunu düşünürdüm; şimdi yaşlıyım ve öyle olduğunu biliyorum.” Sizin için paranın hayattaki karşılığı nedir?
Para kesinlikle önemli çünkü hayatı sizin için kolaylaştırır, birçok konuda daha az endişelenmenizi sağlar. Ama paranın hayattaki en önemli şey olduğunu söyleyemem, bu çok fazla olur.
Başka bir ünlü deyişe kulak verelim: “Yaşamdaki en güzel şeyler, para karşılığında aldığınız şeyler değildir.”
Evet, haklı. Bu konuda güzel bir örnek verebilirim; oğlum. Dünyadaki hiçbir para onun bana yaşattıklarını yaşatamaz. Bu örnekten yola çıkarsak, hayattaki en güzel şeylerin para ile hiçbir alakası yok.
Bugünlerde birçok futbolcu kariyer planlamalarından bahsederken düşünmeleri gereken aileleri ve geleceklerinden söz ediyorlar. Başka yerlerde ekonomik olarak daha rahat etme düşüncesi günün birinde romantizmi öldürecek mi?
Buna herkes kendi karar verir. Şahsen ben bu yaklaşımı pek anlayamıyorum. Elbette nerede daha çok para kazanırsan oraya gidersin. İster futbolcu ol, ister herhangi bir işle uğraş. Günün sonunda ailen ve kendin için en fazlasını kazanmaya uğraşırsın. Tamam, 1,50 euro daha fazla kazanmak için yapmazsınız belki ama söz konusu fark büyüyünce iş değişiyor. Bana kalırsa tam bu noktada romantizm de bitiyor. 24-25 yaşındaki bir futbolcu böyle düşünmeyebilir ama hayatınız boyunca futbol oynayamayacağınızı anladığınız saniye insan kendini garanti altına almak istiyor. Bu da gayet doğal.
Peki futbol kariyeriniz bittikten sonra ne yapacağınız hakkında kafa yoruyor musunuz?
Kafa yorduğumu söyleyemem. Önümde hâlâ profesyonel futbola devam edebileceğim birkaç sene var, Fenerbahçe maceram için belirlediğim hedeflerim var; şampiyon olmak, Fener formasıyla Şampiyonlar Ligi oynamak. Kariyerimin bu noktasında kendime yeni amaçlar bulabiliyorum. Futbolu bıraktığımda muhtemelen yeni insanlarla tanışacağım, yeni ilgi alanları keşfedeceğim. Sadece tek bir şeyden eminim…
Merak ediyoruz, nedir?
Bir yarış arabası kullanacağım.
Günümüzde birçok futbolcu yönetici pozisyonlarında görev almaya başladı, özellikle Almanya’da bunu çok sık görüyoruz. Oliver Kahn şirket kurdu, Rene Adler’in kaleci eldivenleriyle alakalı bir start-up’ı var. Philipp Lahm ilaç sektöründe devam ediyor, Mönchengladbach forması giyen Jonas Hofmann’ın da fast-food satış noktaları var. Birkaç yıl sonra sizin hakkınızda da böyle bir haber okur muyuz?
Sahiden bu tür ihtimalleri ben de düşündüm. Hatta bir telefon uygulamasına yatırım da yaptım ama ne yazık ki işler beklediğimiz gibi gitmedi. Böyle girişimlerin bana uygun olup olmadığını tam kestiremiyorum fakat yine de ilginç yatırım fırsatlarına açığım. Ancak şimdilik odağımda ilk olarak futbol var.
Fenerbahçe Başkanı Ali Koç, dünyanın en başarılı iş adamlarından biri. Onun yanında staj yapmayı düşünür müydünüz?
Sorudan sonra düşündüm de neden olmasın? Kendimi stajyer olarak hayal edebiliyorum. Hatta sadece onun yanında da olmayabilir. İstanbul’un etkinlik, tasarım ya da medya gibi alanlarda ne kadar çok seçenek sunduğunu fark ettim ve çok şaşırdım. Bu alanlardan ilgi çekici insanlarla tanışma fırsatım da oldu. Bu alanlara bir göz attığımı ya da tanıştığım insanlardan tavsiyeler aldığımı hayal edebiliyorum.
Son soru… Max Kruse şu ana kadar kariyerinde yaptıklarından, başarılarından memnun mu?
Evet, ulaştığım yerden gerçekten ama gerçekten çok memnunum. Tabii ki çok çeşitli sebeplerden ötürü yapamadığım şeyler de oldu. Ama kariyer basamaklarımda hep iyi hissettim, hiç pişmanlık yaşamadım. Tamam, belki hiçbir zaman dünyanın en iyi futbolcularından biri değildim ama bugüne dek kalitemi ve kişiliğimi yansıtmayı hep başardım. Ve hâlâ başarmak istediğim şeyler var, o yüzden “İleri, hep ileri…”