Bu yazı ilk olarak Socrates’in Kasım 2019 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.
Meşhur bir sporcunun çocuğu olmak… Nasıl bir histir acaba? Jordi Cruyff örneğin; sıradan bir soyadla dünyaya gelmeyi yeğler miydi? Peyton ile Eli Manning kardeşler, hep anlatıldığı gibi bu oyuna gerçekten DNA’dan mı bağlılar? Belki öyle, belki değil…
Doksanların efsane beyzbolcularından Barry Larkin’in oğlu Shane de uzun yıllardır kendi yolunu bulmaya çalışanlardan… 27 yaşında kadar hiçbir takımıyla kontrat yenilememişti, ta ki bu yıla dek… Belki ilk kez böylesine mutlu; yaptığı işten keyif alıyor ve artık yolcu koltuğunda değil, sürücü koltuğunda…
Tüm zamanların en iyi beyzbolcularından birinin oğlu olmak çocukluğunu nasıl etkiledi? “Barry Larkin’in çocuğuna tabii ki torpil geçilir…” gibi önyargılarla karşı karşıya kalıyor muydun?
Çocukluğumun neredeyse tamamında benden beklenilenleri düşündüm… Yanlış anlaşılmasın, bu direkt babamdan gelen bir baskı değildi. “Oğlum böyle olmalısın, bize yakışanı yapmalısın” demezdi. Ben düşünürdüm; acaba ne yapmalıyım ki 12 kez All-Star seçilen, Cincinnati’de forması emekli edilmiş bir ‘Hall of Famer’a layık olabileyim… Herhangi bir ortamda ‘Barry Larkin’in oğlu’ diye anılmamam imkânsızdı. Bunun altını doldurmaya gayret ettim.
“Bizden daha iyisin; çünkü bu ayakkabıları alabilecek paran var” diyenler de vardı elbette. Pek aldırmazdım; malum, çocuklar kindar olur ve günün sonunda antrenmanı daha kaliteli kumaştan dikilmiş tişört değil, siz yaparsınız. Ben de bu tür söylemleri motivasyon unsuru olarak kullanmaya çalıştım hatta belki de bu sayede daha inatçı bir karakterim oldu.
“Babam baskı yapmadı” derken; yedi yaşında beyzbolu bırakıp basketbola yönelmeni sorun etmediğini mi söylüyorsun?
Bu, uzun bir hikâye… Babamın en azından bana karşı hayal kırıklığını gizlediğini söyleyebilirim. Yıllar sonra öğrendim ki onun peşinden gelmediğim için duyguları çok incinmiş… Elbette hiçbir çocuk böyle bir şeyi duymak istemez ama şöyle düşünelim: Beni oynatmaya zorlasaydı ne olacaktı? Ne değişirdi ki? Daha da uzaklaşırdım belki de… Babam da en azından bana karşı, meseleyi çok iyi idare edip “Oğlum sen ne istersen o olsun. Ben seni her şartta destekleyeceğim” dedi. Kendime güvenimi hiç zedelemedi.
Peki bu kararı almana neden olan hikâyeyi anlatacak olsan…
Babamın Cincinnati Reds’ten takım arkadaşları Pete Rose ve Tony Perez’le çok yakındım. Benimle ilgilenirlerdi. Beşinci yaş günümden itibaren eğitime başlamış; hatta babama şakayla karışık, “Barry, sen sopaya vurmak nedir bilmezsin. Bu çocuğun yanına yaklaşmayacaksın” dedikleri de olmuştu. Özellikle Tony Amca; duruşuma, swing’ime, pozisyonu nasıl aldığıma, kısacası her şeyime bakıyordu. Neredeyse iki yıl kadar bu ritüeli devam ettirdik. Sorun yoktu. Eğleniyordum.
Florida’daki ilk ‘coach-pitch’ deneyimim için (dokuz yaşını doldurmamış çocukların bir antrenörle yaptığı vuruş seansları) sahaya gittiğimde ise her şey değişti. Tony Amca’nın öğrettiği gibi bileklerimi hareket ettirdim ve tek ayağımı kaldırdım… Antrenör bana “DUR!” diye bağırarak, “Hey, sen! Ne yaptığını zannediyorsun? Böyle vurmayı sana kim öğretti?” dedi. Kim mi öğretmişti… Yani, şey, Tony Perez? Antrenör beni öyle durdurunca Tony Amca’yı da hayal kırıklığına uğrattığım varsayımıyla çok üzüldüm. Beyzbolun efsaneleri yıllar boyunca benimle ilgilenmiş ama ben becerememiştim.
Ardından da zaten babanla telefonda konuştun…
Tabii, beyzbol sezonu devam ediyordu ve ben annemle birlikteydim. Telefondayken babama, “Beyzboldan nefret ediyorum. Bu spor ezikler için” diye bağırıp çağırdım ama o muhtemelen uzak mesafeden durumun teşhisini tam olarak yapamamıştı. Çocukluğumun etkisiyle, bunun gelip geçici bir his olduğunu düşündü ama öyle değildi…
Hemen sonrasında babamın kardeşlerinden Byron devreye girdi. Venezuela, Almanya ve Hong Kong gibi ülkelerde basketbol oynamış; kolejde Xavier’la büyük başarılar kazanmıştı amcam. Orlando’da okula yazıldım, onun gözetiminde basketbola başladım. İyi gelmişti.
Tam bu dönemlerde Tiger Woods’un, kıvırcık saçlarını beğenmediği ve dalga geçtiği doğru mu?
Doğru. Hatta şöyle anlatayım, babamın çevresinin ünlü insanlarla dolu olması sebebiyle böyle muhabbetlere alışmıştım. Bir gün babamla birlikte idmana giderken yolda Tiger Woods’u gördük; alışılmışın dışında bir golf arabası vardı ve hoparlörleri, fırıldaklı tekerleriyle geziyordu… Yanımıza geldi, “Hey Barry ve küçük adam… Nasılsınız?” dedi. Az önce bahsettim ya, “Ünlülerle takılmaya alışkınım” diye… Şimdilik unutun onu. Tiger Woods farklıydı. Aurası, konuşması… “Küçük adam, bu saçlar çok uzun ve çok kıvırcık. Bunları kesmen lazım” demişti. Uzun süre çıkamadım etkisinden.
Ünlüler demişken, yine babanın yakın çevresinden Deion Sanders’ın sana ‘Sugar Shane’ lakabını verme öyküsünü anlatır mısın?
Cincinnati Reds soyunma odasında ‘Sugar’ diye çağırırlardı beni. Özel bir hikâyesi yok. Epey yaramaz bir çocuktum, sürekli oradan oraya koşturduğum için sanırım sevimli bulurlardı beni. Deion benimle sık sık oynardı, babam da ‘Sugar’ lakabını sevmişti. Anneme söyledi, oradan annem başkalarına anlattı, yayıldı da yayıldı…
Daha önce Jackie MacMullan’ın ESPN’deki makalesinde bahsi geçmişti ama tarihleri netleştirmek açısından soruyorum: OKB şikâyetlerin liseden önce mi başladı? Obsesif kompülsif bozukluk ergenlik dönemiyle birleşince gerçekten zor günler geçirdim. Ne hissetmem gerektiğini, sorunun ne olduğunu bilmiyordum. “Bende yanlış giden bazı şeyler var. Neden diğerlerinden farklıyım?” diyordum ister istemez… Yedinci sınıfla birlikte, yani 13 yaşından sonra terapiye başladım. Doktor, çok geçmeden ilaç almam gerektiğini söylemişti. ‘Her şeyin başlangıcı’ diyebilir miyim bilmiyorum ama sınıfta ders esnasında sürekli ellerimi yıkamayı istemem çok şüphe çekmişti. ABD’deki sınıflarda genellikle lavabolar olur ama kalkıp yıkamak için öğretmenden izin istemeniz gerekir; ben de ikinci seferden sonra her sorduğumda hocalar “Hayır Shane. Kalkamazsın” dedikleri için çok strese girerdim. Derse konsantre olmam imkânsızdı çünkü kendimi kirlenmiş hissediyor ve sürekli ellerimi yıkama ihtiyacı duyuyordum. Eve geldiğimde, potansiyel tehlikelerden kaçmak için annemden koridoru havlularla kaplamasını isterdim. Köpek bana temas ettiğinde her şey berbat olurdu. O anda giydiğim kıyafeti derhal değiştirmem gerekirdi. Ve tabii ki ellerimi yıkardım… Nasırlar, yaralar çıkıncaya dek…
Antidepresan tedavisinden bahsettin. Babanın bu hususta tepkisi ne oldu? Ne süreyle kullandın ilaçları?
Yaklaşık iki hafta kadar… Antidepresan beni tamamen sakinleştirmişti. Tam olarak nasıl anlatmam doğru olur bilmiyorum ama etrafımdaki her şey yavaşlamıştı sanki. Stres seviyem, rekabetçiliğim, anksiyetem, heyecanım… Her şeyim birkaç kademe aşağı inmişti. “Bu ben değilim” dedim ve gelen bu dinginlik, sakinlik basketboluma da kötü etki edince ilaçları bırakma kararı aldım.
Babamın rolüyse bana sürekli meydan okumaktı. Tuvaletten elini yıkamadan çıkar, eliyle benim koluma dokunur ve reaksiyonumu test ederdi. “Shane, bunu yapabilirsin” derdi ama ben yapamıyordum. Hele ki bir de ergenlik döneminde oluşumu hesaba katarsanız… Sert tepkiler veriyordum, çok sık kavga ediyorduk. Babamın çözümleri yeterli değildi.
Nasıl çözüme kavuşturabildin bu işi? Daha doğrusu şöyle sorayım: ‘Kirli hissetme’ dürtüsüne sahip biri, dışarıda onca pisliğin ve terin arasında nasıl basketbol oynayabildi?
Basketbolun neden OKB’mi tetiklemediğini ben de bilmiyorum. Söylediğim gibi dışarıda bir köpek bana dokunsa eve geri dönüp kıyafetlerimi değiştirmem, hatta duş almam gerekirdi. Tuhaf olan; salonda ya da asfalt üzerinde, basketbol topuna değdiğimde hiçbir sorun hissetmememdi. Topu on farklı kişi ellesin, burnunu karıştırıp topa değsin, terini silsin, birçok iğrenç şey yapsın… Dripling yapıyor, şut atıyordum ve ne olursa olsun aklıma OKB gelmiyordu. Oyunu öylesine seviyordum ki tüm anksiyetem kayboluyordu ortadan. Basketbol âdeta sığınağımdı.
Basketbol oynamadığım anlarda da “Shane, dün ellerini on kez yıkadıysan bugün sekiz kez yıkayacaksın” deyip lavabonun başında bunu önce yediye, sonra altıya indirmek için çaba gösteriyordum. Motivasyonumu da basketbol üzerine kurmuştum. Her şey bu oyunu oynamaya devam edebilmek içindi…
MacMullan’ın makalesindeki en komik kısım; belki de babanın OKB semptomları göstermesine rağmen bunu kabul etmeyip “Hayır, ben sadece muntazam bir insanım” demesi…
Acayip gerçekten. Babam asla OKB olduğunu kabul etmeyecek. Seninle konuşurken masada dağınık duran Socrates’ler var ya… Eğer bu masayı görseydi kalbine inerdi. Dergileri tek tek soldan sağa dizip, “Şu şöyle olsun, bu burada dursun” derdi. Demezse çatlardı! Bu net bir takıntı, bir davranış bozukluğu. Babam ise bunun titizlikten geldiğini, böyle davranarak hayatını kolaylaştırdığını söylüyor. Savaşmıyor yani, reddediyor…
Peki bu açıdan, bir Rafael Nadal maçı izlediğinde, onu kendine yakın hissediyor muysun? Tüm sıvı şişelerini belirli noktalara koyması, puanlar arasındaki batıl inançları…
Rafa’ya kesinlikle sempati duyuyorum çünkü bana kendimi normal hissettiriyor. Küçükken yaşadığım şeylerin üstesinden gelmesem bugün basketbol topuyla dripling yapamıyor olurdum. Rafa da kendi savaşını vermese, tarihin en büyük tenisçilerinden biri olamazdı… Batıl inançlar, malum, OKB gibidir. Yaptığınız şeyler size, “Ancak bunu yaparsan kazanabilirsin” hissi verir. Burada seçim sizin. Hedefe ulaşmak için sorunlarınızı büyük oranda çözüme kavuşturmanız gerekir ama aynı Nadal örneğinde olduğu gibi, geçmişten bazı kalıntılar da sizi takip edebilir…
Seni takip eden ne?
Asansör düğmeleri… Hâlâ parmağımla basamıyorum. Tuvalete girerken kapıyı sadece dirseğimle açabilirim. Musluğu elimle çeviremem, dirseğimi kullanmam gerekir. Aslında düşündüğünüzde, hijyene önem veren herkesin ortak alanda yapması gereken şeyler bunlar. Benim farkım, siz isteyince musluğu elinizle açabilirsiniz. Ben açamam. Onlar kirli.
Liseden sonra DePaul’un teklifini kabul etmene rağmen anksiyeteni ne tetikledi de Chicago’dan Orlando’ya geri dönme ihtiyacı hissettin? George Mason günlerinden beri seni takımında görmek isteyen Jim Larranaga’nın yanına, Miami Üniversitesi’ne nasıl geçiş yaptın?
Burada NCAA’e teşekkür etmeliyim. Normalde kurallar gereği biliyorsunuz transfer olunca bir yıl ‘kırmızı gömlek’ statüsünde, kenarda oturmanız gerekiyor. Ben aynı sezon içinde DePaul’dan ayrılıp Miami’ye gittim ve sadece sezonun açılış maçını kaçırdım. Koç Jim Larranaga ile ilişkimi hakkını vererek anlatmak için ise filmi biraz geriye sarmam gerek… Koç L, bana burs teklif eden ilk kişiydi. 16 yaşında, lise ikinci sınıftaydım ve yanıma gelip “Seni George Mason’da görmek istiyorum” demişti. OKB sebebiyle zor zamanlar geçirirken bile onunla iletişimde kaldık, sırf koça saygımdan ötürü tek ziyaretimi George Mason’a yaptım. Sorun şu ki George Mason bir ‘mid-major’ okuldu ve Duke, North Carolina gibi takımlara karşı GM forması altında oynayamazdım. DePaul, Big East’teydi ve bu meydan okuma için şansım vardı. Yaz döneminde Chicago’daki kampüse gittiğimde OKB’yi de kontrol altına aldığımı hissettim. Sorun yoktu.
Çok kısa bir periyottan bahsetmiyor muyuz? Ne oldu ki?
Aynı yaz içinde annemin OKB’sinin olduğunu ve birkaç panikatak geçirdiğini öğrendim. Evden ilk kez uzaklaşmıştım ve işler çığrından çıkıyordu. Bilen bilir, yakınlarınız OKB yüzünden zor zamanlar geçiriyorsa sizin de hastalığınız tetiklenmeye başlar. Ben de çok kısa zamanda kötüye gittim. Duştan çıkıyordum, elim masaya değer değmez tekrar duşa giriyordum. Kurulandıktan sonra herhangi bir su damlası hissedersem tekrar duşa girip havluya sarınıyordum… Şöyle anlatayım, dersim sabah 10’daysa benim yataktan kalkma saatim 06.30 olurdu. 09.30’a kadar, durmadan duşa girip çıkardım. Artık kontrol edemez hâle gelmiştim, tekrar ilaç almak da istemiyordum. Babamı aradım ve…
“Ben okul değiştirmek istiyorum” dedim. Çıldırdı. Erkek adam gibi davranmamı, bu okulu tercih etmişken sözümde durmam gerektiğini söylüyordu. “Annemin ve benim sağlığım için, bunu yapmak zorundayım baba” dedim. Kavgaları, küskünlükleri bir şekilde aştık… Günün sonunda yine bana anlayış göstereceğini biliyordum. Tam bu dönemlerde okul bakarken, George Mason’dan Miami Üniversitesi’ne geçen Jim Larranaga’yla bir telefon görüşmesi yaptım. Mesajı netti: “Takımda bir kişilik boş yer var ve bunu özel birisi için saklıyorduk. Hazır mısın?”
Miami’nin de ACC’de oynadığını, Orlando’ya yakınlığını düşünürsek…
Evet, hem rekabetçi kalıp hem de anneme yakın olabilecektim. Benim için mükemmel senaryoydu. Orlando-Miami arası arabayla yaklaşık üç saat ve annem bu sayede sık sık gidip geldi. Yaşadığı zorlukları, yaşadığımız problemleri birlikte aşabildik. Hiç unutmuyorum, ilk geldiği zaman teyzemle birlikte on gün kadar küçük bir apartmanda, kanepede yatmışlardı. O benim üzerimdeki stresin azalmasını sağladı, ben de onun sakinleşmesini mümkün kıldım… Sadece birbirimize yakın olma hissi bile yeterliydi. OKB’nin bizi kontrol ettiği durumdan; bizim birlikte OKB’yi kontrol ettiğimiz duruma geldik…
Miami Hurricanes’in 2012-13’teki unutulmaz yılından iki maçı ayrıştırmak istiyorum… Yılın ilk ayında ülkenin 1 numaralı takımı Duke’a karşı alınan 27 sayılık galibiyet ve ACC Turnuvası Finali’nde Dwyane Wade ile LeBron James’in saha kenarında takip ettiği North Carolina maçı…
Kolejde sıralamalar pazartesi günleri açıklanır, biz de Duke maçından önce heyecanla yerimizi merak ediyorduk… “Muhtemelen ilk 10’da oluruz” diyenler vardı. Sonuçlar geldiğinde, 25. sırada yani son basamaktaydık. Bize saygısızlık edildiğini düşündük ve o hafta Miami’ye gelen ülkenin 1 numarası Duke’a karşı kendimizi kanıtlamak istedik. Blue Devils’e karşı aldığımız farklı galibiyetten sonra bizi 14 numaraya koydular. North Carolina’yı yendik, beş numara, üç numara derken ikinci sıraya kadar tırmandık. ACC Turnuvası’nda şampiyonluğu kazanırken; işte bahsettiğin o Wade-LeBron’un geldiği hafta sonu, muhtemelen geçen yıla kadar hayatımın en önemli iki günüydü. Anadolu Efes’le, geçen yıl Final Four yapana dek…
Anadolu Efes’le anlaşma sürecini biraz anlatır mısın?
Ricky Ledo’yla Dallas’tan beri iyi arkadaşız. Giresun’dan buraya geldikten sonra bana İstanbul’la alakalı çok iyi referanslar vermişti. Avrupa kariyerime Vitoria gibi küçük bir şehirde başladığımı hesaba katarsanız, İstanbul gibi bir mega kentte yaşama ihtimali çekici geldi. Efes’in hedeflerinin büyüklüğüne, kulüp vizyonuna, koç Ergin Ataman’a değinmiyorum bile…
Ergin Ataman’ın felsefesini ve senden beklentilerini nasıl özetlersin?
Koç, özgüveni çok yüksek biri… Kendine güvendiğini herkesin bilmesini istiyor ve oyuncularından da bunu talep ediyor. Mesela sen sormadan ben söyleyeyim; geçen senenin başında yaşadığımız sorunlar tamamen bununla alakalıydı. Koç Ataman, benden takımın tartışmasız lideri olmamı, her şutuma güvenmemi ve sahaya her adım attığımda bunu hissettirmemi istiyordu. Ama ben hazır değildim… Sakatlık dönüşünde takıma alışmaya, buradaki yerimi bulmaya çalışıyordum. Koç ise benim sahaya çıkıp atacağım şutlardan emin olana dek o şutları atmamı istiyordu.
Geçen senenin başında çok fazla oynayamamamın sebebi ‘o adam’ olamamam. Roller konusunda çok hassas bir koçumuz var. Eğer sahaya çıkıp kendimi takımın yıldızı, skoreri olarak tanımlıyorsam üst üste üç şut kaçırabilirim… Ama dördüncü şutta boş kaldığım hâlde o topu potaya atmayıp pası çıkarırsam, koç beni hemen kenara alır. Azarlar. Talepleri ve oyuna yaklaşımı belli. Aptal biri değil ve onu da aptal yerine koymanızı istemez.
Yani, Madrid maçı esnasında bir taraftarın yazdığı, “Ataman’a en iyi oyuncusu Larkin’e fazla süre vermediği için teşekkür ediyorum. O ‘harika’ bir koç” tweetine ‘??’ emoji’siyle cevap vermenin konuyla bir alakası yoktu…
Hayır, problem iletişimsizlikti. Sene başında bir maç beş dakika, bir maç yedi dakika, diğer maç on dakika oynuyordum ve bunun nedenini anlayamamıştım. Koç, benim sahaya çıkıp 15 şut atmamı ve ‘o adam’ olmamı istiyordu, bense bir oyun kurucu gibi takım arkadaşlarımı oyuna dâhil etmeye çalışıyordum… Birbirimizi anlayamamıştık. Ayrıca Vasa (Micic) ile ilişkimiz de gün geçtikçe olgunlaştı, gelişti…
Micic-Larkin ikilisi, Avrupa’daki en iyi arka alan mı?
Yüzde yüz öyle.
Sakatlıktan geri dönüşünü biraz konuşacak olursak; ALBA Berlin maçında 10 dakika civarı süre alman bekleniyordu… Uzatmayla birlikte 30 dakikayı aştın. Koçla hiç konuştunuz mu bu konuyu?
Süre limitinin üzerine çıkacağını öngörmüş müydün? İğneler, masaj ve akupunkturla ağrılarım azalmıştı. Yani şöyle diyeyim, on üzerinden yedi civarı bir ağrım varsa tedavi sonrası bunu dört civarına indirmeyi başardık. ALBA maçıyla birlikte süre alacağımı öğrenmiştim; hatta dürüst olayım, maçın ikinci dakikasında skor 5-4 iken koç Ataman dönüp birkaç kez bana bakınca “Heh! İşte şimdi başlıyoruz” da dedim. Koçu iyi tanıdığım için, bu bakışların “Shane bugün limitlerin üzerine çıkabiliriz” anlamına geldiğini biliyordum.
Son elli günde sadece iki kez idman yaptığım için oyun ritmim yoktu. Agresif olmalıydım, ceptekilere güvenemezdim. Topu elime alır almaz şut denedim, kaçtı. Ama çemberin ön tarafına çarpıp geri gelmişti, iyi hissediyordum. İkinci deneme isabetli oldu. Ardından tam yedi seti benim üzerimden oynadı koç Ataman… 10 dakika, 20 dakika oldu. Devrede soyunma odasına giderken 30’lu dakikalara çıkabileceğimi fark etmiştim. Hazırdım buna.
Dizin şu an nasıl?
Çoğu insan bilmiyor ama geçen yıl da ağrılarla oynadım. Kolejden, NBA’den alışkınım… Aslında şu an sezon öncesindeki ağrılarımla karşılaştırdığımda çok daha iyiyim. Hafif şiş, iltihap geçer zaten.
Aslında bunu nasıl doğru şekilde sorabilirim, bilmiyorum ama… Avrupa’da antrenörlerin oyuncularına genellikle soyadlarıyla seslenmesini nasıl karşılıyorsun? Amerikan kültürüne epey ters bir durum değil mi?
Evet, koç Ataman da böyle. Çok garip olduğunu düşünmüyorum çünkü bir tarz bu. Onun stili, oyuncusunun rahatlamaması üzerine. Eğer iyi oynuyorsak ve kazanıyorsanız ekstra bir gün izin yapabilirsiniz ya da sizi bir espriyle karşılayabilir. Fakat en çok önem verdiği şeylerden biri, oyuncu-koç dinamiği. “Ben bu takımın koçuyum ve bu takımı istediğim gibi yöneteceğim. Sen oyuncusun, yapman gerekeni yapacaksın” mesajı çok net.
Espriden söz açılmışken, koç Ergin Ataman’la paylaştığın eğlenceli bir hikâye mutlaka olmalı…
Komik mi bilmiyorum ama sezon öncesi kamplarını sürekli İtalya’da yapıyoruz. Koç, plajları çok seviyor. Örnek vereyim, kötü bir hazırlık maçı geçirdiysek “Daha sert olmalıyız, yarın bir değil iki idmanınız var” der ve bizi azarlar… Ertesi gün gelir, ilk idman biter. Etrafınıza bakarsınız, koç yok. Sağa, sola iyice göz attığınızda koçu antrenman sahasından hızlı adımlarla çıkarken, plaja doğru yol almış şekilde görürsünüz. Deniz kenarına indiğinizde, elinde bir kitapla sizi karşılar… “Eee koç? Daha demin bize bağırıyordun, şimdi elinde kitabı tutarak gülümsüyorsun” dememek için kendimi zor tutuyorum bu anlarda. Bu adam plajı seviyor; ne yapabilirsiniz ki…
Kaç farklı setiniz var?
Bir düşüneyim… 30 civarı olsa gerek. Oyun kitabı belki çok geniş değil ama rakipleri dengesiz yakalamamıza yardımcı olan birçok detaya sahibiz. Geçiş oyunlarını çok seviyorum. Topu bana verin, hızla karşıya gideyim ve bir şey üretmeye çalışayım… Üretemezsem; Vasa gel buraya, topu al ve sete dön…
Normal sezonda Barcelona’ya karşı ikili averajı aldığınız maç; Anadolu Efes kariyerinin dönüm ânıydı der misin?
Bunu bilmiyorum ama o maçtan sonra geri dönüş yoktu diyebilirim. Geriye gidemezdim. Artık standardım buydu ve belki de gerçek sezon o günden sonra başladı benim için… Barcelona’ya karşı olması da ayrıca anlamlıydı.
Sahi, 2017 yazında Barcelona’yla yaptığın ön sözleşmeye sadık kalsaydın ve Boston Celtics’e gitmeseydin, kariyerin için daha iyi mi olurdu?
Zaman zaman aklıma geliyor… Barcelona gibi yüksek profilli bir takıma gidip oranın esas adamı olsam ne değişirdi? Ya da Boston’dayken omzum çıkmasaydı ve Doğu Konferansı play-off’larında oynayabilsem ne farklı olurdu? NBA finallerine bir maç uzaktaydık ve ben sakatlığım nedeniyle takımı yalnız bırakmıştım. Benim için inanılmaz bir tecrübeydi, o yüzden pişman değilim ama evet; bazen bunu düşünüyorum.
Son dönemin popüler sorusunu sormadan önce, Hırvatistan Milli Takımı’nda oynamak istediğine dair söylentiler nereden çıktı? Bu haberlerin tek kaynağı takım arkadaşın Krunoslav Simon mu?
Sanırım öyle. Zadar’daki turnuvaya gitmeden bir gün önce birlikte yemek yiyorduk, aramızda şöyle bir sohbet gerçekleşti…
— Ben galiba 2020’de olimpiyata gideceğim.
— Ne diyorsun Kruno?
— Diyorum ki, Tokyo… Olimpiyat… Sever misin?
— Severim tabii ki. Hatta belki izlemeye bile giderim.
— Bırak izlemeyi. Oynar mısın?
Düşünüyorum, ya bu adam ne diyor diye; “Stephen Curry ve Kyrie Irving’in önünden beni mi seçecekler?” dedim bir de saf saf… Kruno gülümseyerek, “Her zaman Hırvatistan için oynayabilirsin. Senin için konuşayım mı?” dedi. “Benim için git konuş demeyeceğim” diye cevap verdim. O gece, konuştuğumuz her şey bu kadardı. Ertesi gün Khimki’yle hazırlık maçı yaptık, abartmıyorum 15-20 civarı muhabir geldi ve hepsi, “Hırvatistan için oynayabileceğin söyleniyor. Doğru mu?” diye karşıma dikildiler. Hâlbuki ben hiçbir şey söylememiştim. O iş öyle bitti…
Peki ya Türkiye?
Dediğim gibi, olimpiyat görmek istiyorum. Çocukken, hâliyle, bunu hep ABD formasıyla yapacağımı düşünüyordum. Eğer bir ülke gelip bana inanırsa, onlara yardım edebileceğimi düşünürse bunu düşünürüm. Fakat şimdiye kadar herhangi bir ülkeden teklif almadım.
Türkiye ihtimali belirdikten sonra kimse seninle iletişime geçmedi mi?
Federasyondan, hayır. Ama Instagram DM ya da Twitter’ı soruyorsan, yüzlerce mesaj geldi… AVM’de dolaşırken önümü kesip “Bizim için oynayacak mısın? Lütfen oyna” diyenler çok oldu. Bekleyip göreceğiz. Şu aşamada ilgilenebileceğim bir konu bu. Elbette Türkiye için oynamak isterim.
Bundan sonrası için aklında neler var?
NBA’de dört sene oynadım ve Avrupa’da üçüncü yılımdayım. EuroLeague’e gelmeden önce basketboldan aldığım keyif çok azalmıştı. “Shane, senden 10-15 dakika süre almanı ve rakip guard’a olabildiğince baskı yapmanı istiyoruz” fikrinin artık bana uygun olmadığını gördüm. Evet, savunma yapabilirim, rakibe bela olabilirim… Ama bu ben miyim? Yapmak istediklerimi yapmış oluyor muyum? Hayır.
Yani geçen yaz NBA’e dönebilirdin ama bunu istemedin…
Oradayken, 2013 NBA Draft’ında 18. sıradan seçilen kişi değilim ben. Ne zaman bir takım bana gelip “Hey Shane. Vitoria’daki Final Four’da seni izledik, iki maçta da çok iyiydin. F4’te 30 sayı ortalama yakalamanı sağlayan hücum yoğunluğunu, tercihlerini buraya da uyarlamanı istiyoruz. Belki 35 dakika oynayamayacaksın ama sana vereceğimiz 20 dakikalık sürede de kendin olabilirsin. Bu özgürlüğü sana veriyoruz” der, ben de o zaman düşünürüm. Yoksa burada iyiyim. Sağ olun.
En nihayetinde; EuroLeague efsaneleri arasına adını yazdırmak gibi bir hedefin var mı?
Geçen bir maçtan önce dikkatimi çekti. Bryant (Dunston) ve Tibor (Pleiss) EuroLeague tarihinde blok sıralamasında yukarılara çıkmışlar… Oldukça havalıydı. Bir yandan Nando de Colo’yu görüyorum, lig tarihinin en skorer oyuncuları arasında… EuroLeague’de yedi-sekiz yıl kalmak, burada tarih kitaplarına girmek güzel olur; ki müzedeki eksikleri de tamamlamak istiyorum. Türkiye Ligi’ni kazandık, Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı aldık…
Türkiye Kupası eksik, bu bir. EuroLeague eksik, bu da iki. Her şeyden önce, bir karar verdim. Nasıl OKB’nin beni kontrol ettiği günleri aşıp bugünlere gelebildim; bundan sonra da canımın istemediği hiçbir şeyi yapmayacağım. NBA’de onu bunu etkilemeye çalışma devri bitti.
Artık ipler benim elimde…