Yazdan sonbahara geçişte kararsızlık yaşayan bir Ekim gününde, İstanbul Acarkent’in yolunu tuttuk. Milli takım arasından yararlanıp, tam da Beşiktaş maçının akabinde Süper Lig lideri Aytemiz Alanyaspor’un teknik direktörü ile buluştuk. Kahvelerimizi alıp sohbet ettikten sonra artık cihazları açıp günümüz futbolundan eski futbolculuk yıllarına uzanan sohbeti kayda almanın vakti gelmişti.
Bir takım yaratmak için uzun vadeli planlar gerekiyor. Fakat takımınızla sözleşmeniz bir yıllık. Kısa süreli sözleşme imzaladıktan sonra takımınızı nasıl bir yaklaşımla kuruyorsunuz?
Tabii ki bir antrenörün bir takıma gittiğinde bir senelik değil, en az üç senelik anlaşma imzalaması gerekir. Çünkü ancak üç senede istediğin sistemi yavaş yavaş kurabilme şansın olur. İlk seneler kurmak istediğiniz yapı, bir ihtimal tutmayabilir. İkinci sene onu oturtup, üçüncü sene çok iyi yerlere getirebilirsiniz. Ama benim Alanya’ya gidişim şu açıdan farklı, Alanyaspor’da oturmuş bir iskelet vardı. Çok fazla futbolcu takımdan ayrılmamıştı. Üzerine de istediğim birkaç takviyeyi yapabilirsem, iyi noktaya getirebileceğimi düşündüm. Bu sebeple Alanyaspor’u tercih ettim. Doğru bir tercih oldu. En kısa zamanda transferleri de yaptık. Avusturya kampına gittiğimizde, bütün transferler tamamdı. Şu anda da lideriz.
Transferlerin sizin istediğiniz zamanda olması da çok önemli…
Futbolcu geliyor; ortama, iklime, takım arkadaşlarına ve oyun sistemine uyum sağlaması gerekiyor. Avusturya kampında üç hazırlık maçı yaptık. O maçlarda ben artık ana taktik planımla oynuyordum. Bu plana, kampta uyum sağlamış olması gerekiyor futbolcunun. Bir de arkadaşlarını iyi tanıması lazım. Hepsini erkenden yaptık. Son hazırlık maçımızı Brescia’ya karşı oynamıştık Avusturya kampında. O maç zaten bizim adımıza, bu takım bu yıl iyi gidecek diye sinyalleri aldığımız maç oldu. Çünkü taktiksel anlamda istediğimiz her şeyi sahaya yansıttığımız bir maçtı. Futbolcular bugünün fotoğrafını vermişlerdi o günden.
Son dönemde çok tartışılıyor, teknik direktörlerin bir oyun tarzı var ve ona göre oyuncu istiyorlar. Fakat her zaman bu lükse sahip olamayabilirsiniz. Siz kariyeriniz boyunca bu durumu nasıl deneyimlediniz?
Tamam, hocanın oyun tarzı var ama bir kulübe gittiniz, oradaki oyuncu profili sizin sisteminize uygun değil, ne olacak? Yirmi futbolcuyu değiştirmek zorunda kalacaksın. Buna dikkat etmek gerekiyor. Ben Alanyaspor’a geldiğimde bir iskelet vardı. Takımın geçen yıl genelde 4-2-3- 1 ve 4-3-3 üzerinden oynadığı bir sistem vardı.
Bazen üçlüye de dönüyorsunuz.
Tabii ki. Ben Beşiktaş maçında üçlü savunmaya döndüm. Üçlü forvete de döndüm. Beşiktaş 2-0 öne geçmesine rağmen biz 2-2’yi yakalayıp maçı da kazanabilirdik. Zaten “Maçta bunlar olursa ne olur?” diye takımla da çalışmıştık. Antalyaspor ile yaptığımız son hazırlık maçında mesela 3-5-2 sistemiyle oynadık. Bunu takıma enjekte etmeye çalışıyorum. Fakat asıl baskıyı nereye ve nasıl yönlendireceğimiz önemli. Baskıyı doğru yere yönlendirdikten sonra sistemin 4-2-3-1 ya da 4-4-2 olması o kadar da önemli değil.
Röportajlarınızda hep kompakt oyundan bahsediyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Kompakt oyun stoper ve forvet oyuncusu arasındaki mesafeyle ilgili. Geçen sezon Malatya’dayken, bu mesafeyi 30-35 metre arasında tutuyorduk. Bu çok iyi bir mesafe. Gerek hücumda gerekse savunmada bu blokun birlikte hareket etmesi çok önemli. Şimdi, aynısını Alanya’da gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bunun bir de diğer tarafı var. Çok hücumcu olan bir takım bazen biraz daha geniş alana yayılabiliyor. Çünkü üretmeniz gerekiyor. Üretmek zor; kolay bir şey değil. Mesafe fazlayken de orada önemli olan, topu kaptırdığınızda, arkada güvenliği sağlamanız. Eğer bunu yapabiliyorsanız, ileri büyük bir adım atmış oluyorsunuz. Büyük takımlarda bunu çok rahat görebilirsiniz. Örneğin geçen haftalarda oynanan Barcelona-Inter maçı. Barcelona’nın o maçta topu kaybettiğinde nerede baskı yaptığına bakın. Ama stoperler de forvetlere nefes aldırmıyordu diğer taraftan. Uzun topa bile şans vermemeye çalıştılar. Eğer bunu yapamıyorsan, çekilip bir bölge belirleyip o bölgede rakibi karşılarsın. Çünkü saçma bir baskıyla da rakip takım iki üç pasla gelir kalene, topu filenden çıkarırsın.
Burada yetenek de önemli etken olsa gerek.
İlla ki önemli. Ama bunları çalışabilirsin. Defans anlamında çalışabileceğin hareketler, koşular, yönlendirmeler çok daha kolay. Hücum zor. Çünkü hücumda işin içine üretkenlik giriyor. Bizim Sivasspor ile oynadığımız maça bakalım. Yarattığımız gol pozisyonlarının haddi hesabı yok. Maç 5-1 bitebilecekken 1-1 bitti. Rakip takım kapanıp hızlı hücumdan gol atmaya çalışıyor. Ama senin üretmen, bir çare bulman gerekiyor. Diyelim buldun, yeterince gol pozisyonu ürettin, bu kez de son vuruşu yapamadıktan sonra, üretmenin hiçbir anlamı yok.
Geçen haftaki 7-2 lik Bayern Münih- Tottenham maçının tam tersi…
Bayern Münih, hemen hemen maksimum verim aldı yarattığı tüm pozisyonlardan. Önemli olan da bu. Tabii ki bu maç uç bir örnek ama doğru bir örnek. Bizim geçen haftaki Beşiktaş maçına bakalım, bir büyük takıma karşı daha ne kadar pozisyona girebilirsiniz ki? Ama gol atamadık.
Jürgen Klopp, Liverpool’un başına geçtikten sonra ilk basın toplantısında şu sözleri söylemişti: “Futbolda bütün A sınıf takımlar topa sahip olma oyunu oynuyor ama hiçbir takım bu oyunu oynayarak başlayamıyor. Bu zamanla olan bir şey. Futbolda şunu söyleyemezsiniz: ‘Evet artık top bizim ve diğer takımlar bizi beklemek durumunda.’ Yapılması gereken ilk şey, sağlam bir savunmaya sahip olmak.” Siz ne düşünüyorsunuz?
Çok doğru bence. Fakat bana hep ”Çok defansif oynuyorsun” diyorlar. Geçen sene Başakşehir’in hücum hattına bakın. Neredeyse benim takımım kadar gol attılar. Ben 8,5 milyon euro maliyetli takımla beşinci oldum.
Siz neleri farklı yapmıştınız?
Kompakt oyunumuz ve birkaç hücum opsiyonumuzu çok iyi çalışmamız. Her hafta aynı opsiyonları tekrar tekrar çalışıyoruz. Savunmada da aynı şekilde. Zaten en önemlisi bunların otomatik hâle gelmesi. Takımı oraya getirmek gerekiyor. Klopp’un da söylediği gibi illa ki topa yüzde seksen sahip olarak kazanacaksın diye bir şart yok. Öyle bir kurgu da yok zaten. Yüzde otuzla topa sahip olarak da kazanan var. Ona ne diyeceğiz? Önemli olan, saha içinde doğruları doğru zamanda yapmak.
Beşiktaş maçından sonraki basın toplantısında artık İstanbul takımları ile Anadolu takımları arasındaki makasın biraz daha kapandığını söylediniz. Bunun sebebi nedir sizce?
Makas biraz daha kapandı dedim çünkü yabancı sınırı 14 ve Anadolu takımları daha kaliteli veya bütçelerine uygun futbolcular getirip iyi işler yapmaya başladılar. Dediğim gibi geçen yıl Malatya’da 8,5 milyon euro maliyetli takımla ligi beşinci tamamladık. Takıma ve kulüpteki insanlara uyum sağlayabilecek futbolcular getirmek, pahalı oyuncular almaktan daha kıymetli. Çok pahalı bir forvet aldın diyelim ama senin kanatlardan orta yapan ya da forvet oyuncusunun yetenekleri doğrultusunda onu besleyecek futbolcun yoksa neden o kadar para verip o forveti alıyorsun ki? Bu, o kadar kolay iş değil. En baştan analizini ona göre yapman lazım.
Siz nasıl bir planlama yaptınız?
Ben yabancı sayısını 12’de tutmak istedim. 14 de bence biraz yanlış. Zaten 21 kişilik kadroda 12 yabancı alabiliyorsunuz. Dokuz futbolcunun Türk olması gerekiyor. 14 yabancıyı kadroya alamıyorsunuz ki. İki yabancı evde ya da tribünde maçı izleyecek o zaman. Boşuna para harcamak anlamına geliyor bu. Benim altyapıdan çıkardığım ve kadroya koyduğum futbolcular da var. Hamza Özdemir, Veysel Ünal ve Umut Güneş var. Diğerleri zaten transfer ettiğimiz tecrübeli futbolcular.
Alt yaş milli takımlarımızda bir yetenek havuzu var. Abdullah Avcı döneminde de vardı. Şampiyonluklar da kazandılar…
İşte sonra ne oldu? Bir noktada tıkanıyor. Tıkanır, çünkü sonrasında oynatmıyorsun o futbolcuyu. Oynamayan futbolcu nasıl gelişecek ki? Adam Avrupa şampiyonu ya da dünya şampiyonu takımda oynamış ama sonra sen ona hiç forma vermiyorsun. Profesyonel futbol oynamıyor yani. E nasıl gelişecek? Kullanmıyorsan kiralık vermek lazım ki futbolcu top oynasın. Mesela İspanya’da B takımları da alt liglerde oynuyor. Ya da İngiltere’de rezerv takımları da kendi liglerinde oynuyor. Ben bu sistemin takımlar için çok faydalı olabileceğine inanıyorum. U21 kalktı biliyorsunuz. Doğru bir hamleydi bence. Fakat çoğu futbolcu kulüp bulamadı. Bence de yedek takımların oynadığı bir lig olması gerekiyor. Takımda sakatlıktan yeni çıkan futbolcu oluyor mesela, e nasıl aşacak uyum sürecini? Nasıl yaklaşacak takımın temposuna? Yedeklerin oynadığı bir lig olsa, orada oynayarak maç temposunu yakalar. Sonra da takıma girer. Bence bu sistem büyük fark yaratabilir.
Makas daraldı konusunu tekrar açmak istiyorum. Bir de büyük takımlar tarafı var. Maddi açıdan yaşanan problemler, eski güçlerinde olamamaları aradaki makasın daralmasında etkili midir?
Maddi sıkıntın olduğunda normal olarak istediğin transferleri yapamıyorsun. O yüzden tabii ki etkili. Bugüne kadar herkes istediği gibi para harcadı. Ne olduğunu görüyoruz şimdi. Süper Lig’deki kulüplerin büyük bölümü sıkıntıda. Faizleri ertelendi galiba ama iki sene sonra ne olacak? Daha kötüye gidecek. Ertelemek de çare değil. Birkaç sene sonra kulüpler şahıslar tarafından satın alınmaya başlanırsa hiç şaşırmayalım buna. Belki de daha iyi olur, bilmiyorum. Şu an denetleme var deniyor mesela ama ben yıllardır bu ligdeyim ve çok sıkı bir denetleme hatırlamıyorum. Yabancı bir şirkete versinler denetlemeyi. Bakalım ne çıkıyor ortaya…
Aslında yurt dışında da birtakım örnekler var. Borussia Dortmund mesela, çok zor dönemler yaşamıştı. Fakat bir şekilde hem altyapıyı hem üst yapıyı toparladılar. Neyi doğru yaptılar?
Lig lisansı alabilmeleri için kriterler var yurt dışında. Daha önemlisi bu kriterler uygulanıyor. Şu kadar para veremezsen ve lig lisansını alamazsan bu sezon oynayamazsın, alt lige düşersin diyorlar sana. Bizim ülkede bugüne kadar böyle bir şey yaşanmış mıdır? Benim oynadığım 1860 Münih takımı Bundesliga’daydı, hiç gözünün yaşına bakmadılar ligden düşürdüler. Adalet olduğu zaman marka değeri de yükselir.
Adalet demişken, bu günlerde adalet konusunun gündeme geldiği bir diğer konu da VAR. Konuşmaların paylaşılmamasından tutun da uygulanma şekline kadar çok tartışılan bir sistem. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bence bizde konuşmaların yayımlanması çok sağlıklı değil. Ne tür konuşmalar oluyordur, herkes bir düşünsün… Asıl önemli kısım VAR’ın uygulanma şekli bence. Sorun yaşadığımız net. VAR’a gittiğimizde gerektiğinden fazla süre harcıyor hakemlerimiz. Tabii ki bir pozisyonu hakem göremeyebilir. Bu çok doğal. Ancak VAR odasındaki hakemlerimiz net şekilde her şeyi görüyor. Dört kişi var odada. Bir sürü ekran var. Orada doğru kararı verememek gibi bir lüks yok bence. Doğru bilgiyi maç hakemine göndermeleri lazım. Göndermiyorlarsa, neyi konuşalım ki…
Almanya’da Mainz-Freiburg maçında penaltı oldu ilk yarının sonunda. Takımlar içeri girdi, hakem soyunma odasından çıkardı takımları, penaltı atıldı ve takımlar yine soyunma odasına girdi. Böyle uygulanması gerekiyor bence bizde de.
Bir basın toplantınızda şöyle demiştiniz: ”Genç takımdan A takıma futbolcu çıkardığımda taktiksel anlamda çok geride olduklarını görüyorum.” Biraz açabilir misiniz bu cümleyi?”
Evet, çok yetersizler. Hep söylüyorum bunu. Ben 12 yaşında, pozisyon kaymalarını biliyor ve uygulayabiliyordum. Türkiye’de 12 yaşını bırakın, U17 maçında bile bunu görmek çok zor. Malatya’dayken kaç tane futbolcuyu A takıma çıkardım. Adam nerede duracağını bile bilmiyor. Her takımda böyle. Neden Barcelona’nın B takımındaki oyuncular hemen yukarı çıkabiliyor? Neden bir sene sonra La Liga’da uçuyorlar ve sonra da 80 milyona transfer ediliyorlar? Çünkü küçük yaşlarda temel eğitimleri alıyorlar. Sadece büyük takımlar değil. Her takım altyapıda bir sistem oturtmalı ve çok sık değiştirmeden o sistemi uygulamalı. İngiliz ekip geldi, gitti Hollandalı ekip geldi, o gitti başka ekip geldi… Nasıl tutacak ki bunlar? A takım da aynı olacak, altyapıda da o sistem öğretilecek. O yüzden Barcelona, o yüzden Real Madrid oluyorlar. 8 yaşında başlıyorlar o sistemi oynamaya. Bizde hocalar veremiyor. Kendimize sormamız lazım neden olmuyor diye. Burada yeterli hocalık eğitimi yoksa o zaman yurt dışına gidip orada eğitimi almak lazım. Çünkü sende yok. Olmayan şeyi dışarıdan alırsın.
Anastasios Bakasetas ve Emmanouil Siopis’i transfer ettiniz. Başka takımlar değil de siz gördünüz ve iyi fiyatlara aldınız. Nasıl gelişti o transferler?
Bakasetas’ı zaten tanıyordum ben. Geçen sene Malatya’ya da almak istemiştim. Ama gelmek istememişti. Sözleşme yenileyecekti, kaldı. Sonra oranın sportif direktörüyle sıkıntı yaşadı ve ayrılmak istedi. Haber bize gelince hemen transfer çalışmalarına başladık. Zaten takip ettiğimiz futbolcuydu. Siopis de milli takımda izleyip aldığımız bir futbolcu. Türkiye’ye karşı da oynamıştı. Bir de Yunanistan’da hâlâ tanıdığımız insanlar var, bilgileri alıyoruz oradan bazı futbolcular hakkında.
Salih Uçan’da bugüne kadar problem neydi, neleri düzeltmesi gerekiyor?
Salih oyun kurma anlamında klas, orada hiçbir sorun yaşamıyoruz. Sadece defans anlamında biraz kendini geliştirmesi lazım. Hâla biraz ‘gölge markajı’ dediğimiz futbolu oynuyor. Kendisiyle birkaç kez bire bir konuştum ve anlattım. Eski alışkanlıklar kırılır çünkü defansif anlamda çalışmak daha kolay.
Bir röportajınızda en beğendiğiniz yabancı antrenörün Massimiliano Allegri olduğunu söylemiştiniz. Kendinize benzettiğiniz noktalar var mı?
5-3-2 sistemini Conte Juventus’a getirdi, ondan sonra Allegri devraldı ve sekiz sene üst üste şampiyon oldular. Şu an zaten Conte de Inter’i aynı sistemle, 5-3-2 sistemiyle oynatıyor. Son Juventus maçında 2-1 kaybettiler, Sarri orada 4-4-2 baklava şeklinde oynadı, maçı kazandı. Çünkü her sistemin zaafları var, Sarri o sistemin zaaflarını görüp ilk golü attı. Normalde Inter’in ilk golü yememesi lazım o beşli sistemle. Arkaya atılan bir top; iki kişi arkada kaldı, diğerleri öne çıktı, erken atakla da gol oldu. Onun üzerine çalıştım ve hatta Başakşehir döneminde çalışıyordum, dördüncü senemizde Başakşehir’e uygulamaya çalışacaktık Abdullah Hoca’yla. Ben hocaya o zaman da demiştim, beşli sisteme zaman zaman dönelim, bizim takım bunu oynayabilir diye. Futbolcu kapasitesine baktığında oynayabilecek kaliteye sahip olduğumuzu görüyorduk. 5-3-2, 5-2-3 fark etmez. Oynayabileceğimizi söylemiştim kendisine, olmadı, ben altıncı haftada Malatya’ya gittim.
Abdullah Hoca’yla taktik, teknik ilişkiniz nasıldı orada? Özellikle soruyorum çünkü o da bu konulara oldukça kafa yoran biri, siz de öyle. Nasıl bir bilgi alışverişi oluyordu?
Zaten 2014 yılında başladığımızda, 4-2-3-1 sistemi ile yürüyeceğimize oturup birlikte karar verdik. Onun üzerine çalışmalarımızı gerçekleştiriyorduk. Abdullah Hoca sağ olsun o konuda bana çok güvendi, çalışmaların yüzde 80’ini, yüzde 90’ını bana devretti. Ben de hem antrenmanları planlayıp hem de sahada uygulattırıyordum. Her zaman söylüyorum, ben üç sene boyunca Başakşehir’de bunu yaptığımdan dolayı kendimi oldukça geliştirdim. Abdullah Hoca bana güvenip, “Sen çizimleri iyi yapıyorsun, taktikleri iyi uygulatıyorsun” demeseydi, bu görevi vermezdi. O üç senede ben kendimi epey geliştirdim.
Futbolculuğunuzda bir sol bektiniz. Şimdi baktığımızda Manchester City’den Liverpool’a bekler o kadar önemli ki… Trent Alexander-Arnold ile Andrew Robertson Liverpool’un en değerli oyunculardan ikisi konumuna geldiler. Siz de eski bir bek olarak futbolun değişimini nasıl gözlemliyorsunuz? Bu dönemde oynamak ister miydiniz?
Tabii ki isterdim. Bizim dönemimizde beklerin fazla hücuma katkısı yoktu. Şimdi futbola baktığınızda rakip arkada sadece üç kişi bırakıp, bekleri kenarlara gönderip kanatları içe çekiyor. Böylece orta alanda çoğunluk yaratıyor, alıp vermeyi iyi yapıp kanatlarda da beklerle ortalarla iyi gelmeye çalışıyor. Çok farklı bir boyuta geldi oyun. Yani orta alanda beşli veya altılı bir orta saha oluyor. Kanatlar merkeze girdiğinde, merkezde iki tane on numara gibi oyuncunuz oluyor. Şu anki futbola iyi bakın, İtalya’da daha çok, daha fazla merkezden oynamaya çalışıyorlar. Kanatlara fazla yüklenmiyorlar, onlar da yeni bir şeye girdi. Hep merkezden verkaçlarla, kısa kısa paslarla ilerlemeye çalışıyorlar. Bekler neden ileri çıkıyor? Onları açmaya çalışıyor, hücumdakileri de tutmak zorundalar. Açtıkları zaman yine merkezde boşluklar oluşuyor yine, bu sefer de merkezden o verkaçları yapıyorlar.
Madem futbolculuktan bahsettik… 20 yaşında Frankfurt gibi o dönemin şaşaalı takımlarının birinden Fenerbahçe’ye geldiniz, 1995 yılında. Nasıl oldu o geçiş?
Aslında Fenerbahçe’ye gelmeden önce sol bek konusu yoktu. Sol bek Erol Bulut, Fenerbahçe’de sol bek oldu. Daha önce ben sol açık, forvet oynuyordum. Almanya’da o yaşıma kadar, Eintracht Frankfurt dâhil, oynadığım bütün takımlarda gol kralı oldum. Tuhaf, değil mi? Ama öyle. Eintracht Frankfurt’a 17 yaşında geldim.Zaten hoca bana, ”Ben seni sol açık oynatacağım 3-5-2 sisteminde” dedi. Klasik sistem. Orada sol açıkta oynuyordum. Ümit milli takıma bir çağırıldım, stoper oldum. İşin kötü tarafı, maçta çok iyi oynadım. Sonra stoper olarak kaldım. Sonrasında Fenerbahçe’ye transfer oldum, transferden sonra Parreira bana “Sol bek oynayabilir misin?” diye sordu. “Denerim tabii ki ama hiç oynamadım” dedim. Brezilya kampına gitmiştik biliyorsunuz, Parreira beni bütün maçlarda sol bek oynattı. Sonrasında da “Sol bekimiz sensin artık” dedi. Öyle sol bek oldum ve sol bek Erol denmeye başlandı.
Nasıldı Parreira ile çalışmak? Dünya şampiyonu olarak gelmişti…
Farklı bir adam. Zaten 4-4-2 sistemini Türkiye’ye getiren ilk hoca, dünya şampiyonu olmuş bir isim. Öyle bir hocayla Fenerbahçe’de çalışmak herkese nasip olmuyor. İlk senemizde şampiyon olduk birlikte. Taktik yönünden bize çok şey öğretti. 4-4-2 sisteminde taktik yönünden iyi olmak zorundasın. Biz o sene çok az gol yiyerek şampiyon olduk. Hoca da da çok fazla pasa yönelik bir sistem kurmuştu. Hep pas, pas, pas… Rakipleri saf dışı bırakıyorduk, o zaman pas dönemi bizde mevcuttu ve gelişmişti. Şimdi de Abdullah hoca ile yeniden çıktı işte.
En kritik maçtı Trabzonspor maçı… 81. dakikada oyuna girdiniz. Girerken ne düşünüyordunuz o anda?
Sinirliydim. O güne kadar bütün maçlarda ilk 11 oynadım, o maçta hoca beni yedek kulübesine çekmişti, çok kızmıştım. Tabii 81’de beni çağırdığında inşallah iyi şeyler olur dedim. Hoca da herhâlde aynı şeyleri hissetti ki…
Peki maç önü konuşmalar nasıldı? Çok stresli bir deplasmandı çünkü. Kaybedersen şampiyonluğu kaybediyorsun, kazanırsan büyük avantaj.
Şutum var diye, oyuna girerken hoca bana “Kaleyi gördüğün zaman şut çek” dedi. “Orta at fırsat bulduğunda da” diye ekledi. Allah’a şükür ayağıma gelen ilk top; Lemi Abi, Tolunay Hoca’yı geçince zaten Aykut Kocaman hareketlendi arka direğe, onu da gördüm. Nereye gideceğini, nereye hareketleneceğini hissettim. Ortayı arka direğe kesince zaten, Aykut Hoca’ya sadece dokunmak kaldı. Sonra iki maç daha vardı biliyorsunuz. Asıl o süreç zordu. Bir puan öne geçtik ama iki tane maçı kazanmak zorundaydık. İstanbulspor’a karşı 2-0 zar zor kazandık. Sonra Van’a gittik, 3-0 kazandığımız maç, o da zordu. Golü bulamayınca strese girdik. Ama sonra Boliç attı ve devamında 3-0 oldu. Kolay değildi ama. Maçın ilk 20 dakikasında kaleye gidemiyorduk, sağdan soldan saldırıyordu Vanspor. Fakat şampiyonluk, o ânı yaşamak müthiş bir duygu tabii. Altı yıl aradan sonra şampiyon olmuştu Fenerbahçe.
Ali Şen ile aranız nasıldı, bire bir iletişim kuruyor muydu sizinle?”
Başkan ile aram hâla iyi. Bazı maçlardan sonra arıyor, konuşuyoruz, tebrik ediyor. İletişimimiz devam ediyor.
Parreira, Sebastiao Lazaroni, Otto Baric ve Joachim Löw ile çalışma şansınız oldu. Aslında önemli bir teknik direktör grubu. Nasıl bir deneyimdi onlarla çalışmak?
Hepsinden ayrı bir deneyim elde ettim. Ama Löw ile birlikte geçirdiğimiz 1998-99 sezonu aslında öyle bitmemesi gereken bir sezondu. O sezon maalesef çok kötü durumlar yaşadık, takımın yarısı sakatlandı. Metin Diyadin ve Uche’nin ayağı kırıldı. Benim elmacık kemiğim çatladı, Högh’ün burnu kırıldı, Murat Yakın’ın sakatlığı oldu derken ilk 11’in tamamı gitti. 8-9 puan öndeyken şampiyonluğu verdik. O sene Parma ile Avrupa maçımız vardı, çok iyi performans gösterdik ama Parma’ya karşı biz kendimizi yendik. Kalemize iki gol attıktan sonra maçı 3-1 kaybettik. O takımın da hepsi dünya yıldızıydı. Buffon, Thuram, Asprilla, Crespo… Müthiş bir takımdı, onları eliyorduk ve o sene UEFA Kupası’nı aldılar. Böyle iyi takımımız vardı. Çok önemli bir deneyimdi.
İki golden bahsedelim, bir tanesi Mustafa Doğan’ın ortayı yaptığı Beşiktaş maçındaki kafa golü…
Mrmic kaledeydi, Erkan benim burnumu kırdı, ben golü attım ama hissetmedim burnumun kırıldığını. Taraftara doğru koştuktan sonra anladım kırıldığını. Sıcaklık hissettim, bir baktım ellerim kan içinde. Bayağı zor goldü. Mustafa Doğan hayatının ortasını açmıştı. Sonra yanına gidip ”Bir orta kestin, burnumu kırdın” dedim.
Olimpiakos’ta oynarken bir de Real Madrid’e attığınız gol var, meşhur.
Evet. Olimpiakos ile Karaiskakis Stadı’nda oynadığımız, 2-1 kazandığımız maç. İkinci golü de Rivaldo atmıştı, mükemmel bir maçtı. Djordjevic soldan girip ortaladı, rakip defanstan Bravo topu uzaklaştırdı kafasıyla. Tam da benim önüme düşünce sağ ayakla deneyeyim şutu dedim. Top gelince o topa sadece vurayım dersin, onu düşünürsün. Top da tam oturdu ayağıma, müthiş bir gol oldu.
Aykut Hoca’ya attığınız pas da bir yaratıcılık aslında. Altyapıda onun üzerine nasıl çalıştınız? Ya da oyuncularla onun üzerine nasıl iletişim kuruyorsunuz?
Her hafta hücum opsiyonlarımızı çalışıyoruz. Aykut Hoca’ya attığım, bir pastı. Orta dediğinde adamı geçersin, öylesine kesersin, zaten senin forvetin oraya koşmak zorunda. O, ortadır. O ortayı kesiyorsun, forvetin birinci, ikinci direğe koşmak zorunda. Orta gelecek, onların koşacağı yerler belli. Almanya’da bir dönemki antrenörüm Jupp Heynckes hep derdi, ”Kafayı kaldır, futbolcu arkadaşın nerede diye bakma, ortayı at.” Sen ortanı kes, o oraya koşmak zorunda. Futbolda her şeyden önce bu basit detaylara dikkat etmen gerek. Futbolun temellerine…
Röportaj: Caner Eler & Kaan Demirel