Dünya futbolu geride bıraktığımız 10 sene içerisinde pek çok değişiklik yaşadı. Büyük takımlar pas sayısını misliyle yükseltirken topa sahip olma oyunu beşli blokların rakip sahaya yığılmasıyla yeni bir düzene evrildi. Tüm bu değişimler veri analizi ışığında Avrupa futbolunda kalıcı olurken Süper Lig uzun seneler boyunca Batı’yı dışarıdan gözlemledi. Geçtiğimiz günlerde The Athletic yazarı Michael Cox, Avrupa futbolunun son 10 senedeki değişimini muazzam detaylı bir şekilde kaleme almıştı. Maç başına gol oranlarından isabetli pas yüzdelerine kadar birçok veriyi inceleyerek tüme varmaya çalışan Cox’un yazısı, tahmin edeceğiniz üzere Süper Lig’i kapsamıyor. Yazıyı okuduğum süre boyunca önümde biten renk cümbüşlü zikzak çizen grafikleri görünce benim de aklıma tek bir soru belirdi: “Acaba Süper Lig bu 10 yılda nasıl değişti?”
Sorumun cevabına olabilecek en hızlı şekilde ulaştım. Süper Lig son 10 yılda değişmemişti. Çünkü kamuya açık veri sağlayıcıları detaylı lig istatistiklerini 2014/15 sezonu itibarıyla paylaşmaya başlamıştı. Hal böyleyken birazdan inceleyeceğiniz grafikler, Süper Lig’in Avrupa liglerine kıyasla son beş sene içerisindeki değişimini gösteriyor. Şut başına paslardan maç başına ortalara birkaç farklı veri üzerinde hem ligin son beş senedeki evrimini hem de batımızda oynanan futbolla ülkemizde oynanan futbolun temel farklarını irdelemeye çalıştım. İşte karşınızda, Süper Lig ve son beş senesi.
Süper Lig hiçbir zaman gol kısırlığı çeken bir organizasyon olmadı. Hatta oyunun sıklıkla durmasından ve yavaşlığından şikâyet eden bizler, takip ettiğimiz maçlarda teselliyi atılan gol sayılarının çokluğunda bulduk. Öyle ki Avrupa’nın dört majör ligine yapılan kıyasla Süper Lig’in iki farklı senede — 2014/15 ve 2017/18 sezonları — maç başına atılan gol sayılarında liderliği bile var. Günün sonunda Türkiye’de oynanan futbolun eleştirilebilecek onlarca farklı yönü var ama bu ligde ‘Gol de pozisyon da olmaz’ diyerek eleştirmenin herhangi bir tutarlı yanı yok.
Son iki senede yükselen maç başına şut trendini göz ardı edersek Avrupa ve Türkiye’de şutların değerlendiğini görebilmek mümkün. Beş senede şut sayılarının yer yer dramatik azalmalar gösterdiği doğru ama bu düşüşün arkasında yatan sebep takımların daha sağlıklı pozisyonları arayarak düşük ihtimalli şut denemelerini azaltmaları mı yoksa pozisyon kısırlığı çekmeleri mi? Pep Guardiola, kariyerinin başlangıcından bu yana hedefsiz aksiyonlardan her zaman kaçınmaya çalıştı. Oyuncularının rastgele aksiyon almasından ziyade doğru şut ve pas opsiyonlarını yaratmasını isteyen İspanyol teknik adamın Premier Lig’e geldikten sonra ligdeki maç başına atılan şutlarda dramatik bir azalma gözlemlemek sürpriz değil.
Peki Süper Lig’in de en doğru opsiyonları bulmak gibi bir endişesi var mı? Pek sayılmaz. En hararetli derbilerden hedefsiz Anadolu maçlarına kadar kaleye metrelerce uzaktan şut denemeleri lig için şaşırtıcı değil. Süper Lig, Avrupa’nın dev organizasyonlarına nazaran uzaktan şut denemesi yapmaktan, bir bakıma ihtimali düşük gol girişiminde bulunmaktan çekinmiyor. Ve haliyle bu durum ceza sahası dışından atılan şutlar arasındaki farka da yansıyor. Serie A’nın tartışmasız üstünlüğünü bir kenara bıraktığımızda liderlik için Süper Lig’in favori olduğunu görebilmek mümkün. Maç başına ve ceza sahası dışından atılan şutları tek bir kümede topladığımızdaysa ortaya çıkan resim biraz daha netleşiyor: 90 dakika boyunca kaleyi yoklama sayısı, Avrupa geneline kıyasla taban seviyelerde olan Türk futbolu, konu kaleden uzaklaşmaya başlayınca kendini git gide yukarıda bulabiliyor. Uzun lafın kısası, Türkiye’de azalan şut sayıları doğru opsiyonları bulmaktan ziyade pozisyon kısırlığından dolayı yaşanıyor.
Süper Lig’in maç başına şutlarda yaşadığı cimriliğin bir benzeri takımların pas opsiyonları için de geçerli. Bunun altında yatan temel sebep ise ülke futbolunun iliklerine kadar işlemiş olan – tabiri caizse – genel Anadolu futbolu felsefesi. Ligdeki 10-12 takımın benimsemiş olduğu bu anlayış izleyicilere bol bol derinde beklemeyi ve kontra atağı vadediyor. Süper Lig’in yüksek çoğunluğunun rakipleri bekleyerek reaktif kalması, tahmin edeceğiniz üzere pas sayılarına da yansıyor. Kıyaslamadaki her senede açık ara sonunculuğa hapsolan Süper Lig için sevindirici sayılabilecek haber ise grafiğin artma eğiliminde olması. Büyük takımların iyiden iyiye pas oyununu benimseyerek rakibini yarı sahada hapsetmeye çalışması, ilerleyen senelerde daha güçlü set oyunlarına gebe olabilir.
Verileri toparlama aşamasında gözüme ilk çarpan detay, Süper Lig’in Bundesliga ile olan pas yüzdesi benzerliğiydi. Kontra atak futbolunu en iyi oynayan ülkelerden Almanya’nın da ilk etapta pas isabet oranlarından çok, topu hızlı bir şekilde rakip yarı sahaya geçirmek istemesi — tıpkı Türkiye’de olduğu gibi — hayli normal. Ligin bu beş senede toplamda üç kez sınıf sonuncusu olması ise muhtemelen aradaki kaliteli ayak sayısından kaynaklanıyor.
Ülkedeki ‘direkt’ anlayışın bir başka değerli göstergesi ise şut başına yapılan pas sayısı. Elbette dünyadaki hemen her teknik adam olabilecek en az pasla rakip kaleye gitmeyi ve orada olabildiğince fazla kalmayı ister. Ancak bunu yapabilmek bu satırları yazmak kadar kolay değildir. Sizi bloklar halinde bekleyen 11 oyuncuyu tek pasla paralize edebilmek şöyle dursun, Premier Lig’in en çok kilit pas atan oyuncusuna sahip Manchester City’nin (Kevin de Bruyne, maç başına yaklaşık 4 pas) ortalama bir atağının 33 pasta sonlandığını hatırlatmak isterim. Türkiye ise bu veride ayırıcı faktör olmayı hayli hayli başarmış. Dört büyük Avrupa ligi arasında açık ara kaleye en hızlı giden organizasyon olmayı başaran Süper Lig’in salt çoğunluğu, Manchester ekibine nazaran ataklarını yaklaşık 10 pas az yaparak tamamlıyor (Elbette uzaktan atılan şutların burada önemli bir payı olabilir). Örneğin bu senenin flaş iki takımı Sivasspor ve Alanyaspor, 20 pasta bir şut çekerek City’den yaklaşık 13 daha az pasla atak sonlandırmayı başardı.
Kulüplerin ağırlıklı olarak günümüz trendi pas oyununu oynaması, sadece maç başına atılan pasların artmasına neden değil. Takımların sağlıklı seçenekleri kovalamasından dolayı azalan şut sayılarına ek olarak teknik adamların hedefsiz ortalardan kaçınması da maç başına açılan orta sayılarının azalma eğilimi göstermesine neden oluyor. Fakat spesifik olarak 90 dakikada atılan orta sayıları hakkında konuşmak çok kolay değil. Beklerin kullanılma şekline göre seneden seneye değişiklik gösterebilen ortalar, topa sahip olma oyununun güncel beşiği İngiltere’de bile artış göstermiş durumda. Ligin en yüksek pas yüzdesine sahip iki takımı, Liverpool ve Manchester City’nin, aynı zamanda 25 haftalık periyodun en çok orta girişiminde bulunan iki takım olması bu verideki güncel değişimi bir bakıma açıklıyor.
Trent Alexander-Arnold ve Andrew Robertson’ın beşli hücum hattını oluşturarak açtığı ortalar, son iki senede Liverpool’un en büyük silahı olmuş durumda. Aynı şekilde Liverpool’un en yakın takipçisi Manchester City de Kevin De Bruyne’nin half space’ten açtığı ortalarla bu sezon pek çok kez etkili olmayı başardı. Ancak City’nin ligin en çok orta açan takım olmasının altında Süper Lig takımlarının da imzasının bulunduğu bir neden var. Bu sezon kaybettiği maçlarda olağan dışı orta sayılarına imza atan Pep Guardiola’nın öğrencileri, rakibini baskı altına almak için — takım boyu oldukça kısa olmasına rağmen — birçok kez ceza sahası içine şiddetli toplar yolladı. Süper Lig’in attığı imza işte tam olarak burada devreye giriyor. Sıkışan oyunu açmak ve baskı kurmaya çalışmak için ligdeki çoğu takımın — son iki senedir bu konuda Beşiktaş en çarpıcı örnek olabilir — ortaya başvurması, pas başına açılan ortalarda çarpıcı bir görüntü ortaya çıkarıyor.
90 dakika boyunca atılan orta sayılarında yalnızca bir sezonda birinciliği bulunan Süper Lig, ortalama 21 pasta bir orta denemesinde bulunuyor. Yalnızca geçtiğimiz sene Serie A’nın daha sık orta opsiyonu kullandığı bu beş sezonda ortaya çıkan tablo, Süper Lig temsilcilerinin hücum aksiyonu olarak ortalara başvurmaktan, hatta bir nevi sıkışan anlarda bu opsiyonu acil durum çekici gibi kullanmaktan hiç çekinmemesi.
Sonuç
Futbol taktikleri her zaman değişmeye, gelişmeye ve en sonunda miladını doldurmaya devam edecek. Liverpool’u bir takım yenmeyi başaracak, beşli bloklar savunulacak, rakipler önde baskıdan kurtulmanın yollarını bulacak… Kısacası, onlarca yıldır olduğu gibi teknik adamlar yeni tezler yaratacak ve rakipleri onları durdurmanın yollarını karşı tezlerle arayacak. Ancak geçmişi günümüzden ayıran en büyük fark, döngünün miladını çok kısa sürede tüketmeye başlaması. Belki de teknik adamlar hiç olmadığı kadar trend belirlemek zorunda ve belirledikleri her yeni trend, âdeta bir dinamo taşı gibi onlarca farklı faktörü de tetikliyor. Batı’nın değiştirip şekillendirdiği ve bize sunduğu oyunda pas sayılarının arttığını, şut sayısının azaldığını, hedefsiz aksiyonlardan uzaklaşıldığını ve dört majör ligin çoğu departmanda birlikte hareket ettiğini görmek mümkün. Bu birliktelikte Türkiye’nin çoğunlukla Avrupa’nın dışında kalması, ligin saha dışında olduğu kadar saha içerisinde de ne kadar nevi şahsına münhasır olduğunun göstergesi.
Seneye yalnızca bir yabancı teknik adamla başlayan Süper Lig’de genel kanı dışarıdan gelen hocaların başarısız olduğu yönünde. Başarıyı sadece ‘kazanmak’ olarak değerlendirdiğimizde bu keskin düşünce yanlış değil. Son şampiyon yabancı teknik adamın 13 sene önce çıkması, birkaç senede Türk futbolseverlerde ligi tanımayan menajerlerin başarısız olacağı endişesi yarattı. Evet, ligi tanıyor olmak fena bir meziyet sayılmaz ama bir teknik direktörün ligi tanımıyor diye diğer meziyetlerinden yararlanmamak doğru mudur bilmiyorum. Kendisine süre ve alan tanınan hocaların ülkede başarısız olmadığını — Marius Sumudica son birkaç seneye en iyi örnek — veya genel ülke trendlerine nazaran farklı şeyler denediğini pek çok kez gördük. Karabük’teki kariyeri ile benzer işler yapan Igor Tudor onlardan birisi. Hırvat teknik adam, geçtiğimiz günlerde Goal Türkiye’ye verdiği röportajda ligde geçirdiği 18 ayı hatta Türk futbolunu şu cümlelerle özetlemişti: “Türk futbol kültüründe formasyon olarak 4-2-3-1’i kullanma geleneği var. Yeni şeyler gördüklerinde insanlar korkuyor ve bunu normal karşılıyorum. Ama yine de yeni şeylere açık olmanız gerek.”
Osmanlı’nın duraklama dönemine girişi, klişe bir cümle ile özetlenir ve o cümlenin öznesini İbrahim Müteferrika oluşturur. “Matbaanın ülkeye geç girmesi ve yeniliklere halkın alışamaması…” Evet, bu topraklar İbrahim Müteferrika’dan bu yana değişikliğe yeterince kolay alışamadı ve çoğunlukla da değişimin, haliyle de gelişimin uzağında kaldı. Her ne kadar benimsenmiş Anadolu futbolu direkt oyunu doğurarak Türk futbolunu Avrupa liglerinin oluşturduğu birliktelikten ayırsa da özellikle yeni dönem teknik adamların değişen oyunda ısrarcı tavrı gelecek için bir şeyler vadediyor. Ve bunu görmek için renk cümbüşlü zikzak çizen grafiklere ihtiyacımız yok.
Yazı: Arhan Ata Pilavoğlu