Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

EditoSessizlik

Socrates'in 56. sayısında ana konu: Yaratıcılık. Girişte ise Caner Eler'in kaleminden Michael Laudrup yer alıyor.

“Bizim düşünme şeklimiz budur; güzelliği, şeyin kendisinde değil ama gölgelerin desenlerinde, ışık ve karanlıkta, birinin diğeri üzerinde yarattığında buluruz.” Junichiro Tanizaki-Gölgeye Övgü

Japon yazar Tanizaki, 1935’te kaleme aldığı Gölgeye Övgü kitabında modernizm ile beraber değişen estetik algısını anlatır. Tanıtımında dendiği gibi “Dünyayı algılamanın ve yaşamanın bu yeni biçimiyle sert bir hesaplaşmaya girer.” Hatta Tanizaki şöyle der: “Neden karanlıkta güzellik arama eğilimi sadece Doğulularda bu kadar güçlüdür? Bana göre biz Doğulular, içinde bulunduğumuz şartlardan hoşnut olmayı amaçlayıp elimizdekilerle mutlu olduğumuz için karanlıktan şikâyet etmek yerine bunun bir çaresi olmadığını kabullenip ışık azsa azdır der, karanlık üzerine düşüncelere gömülür ve karanlığın içindeki doğal güzelliği keşfederiz.” Kitabı okuduktan sonra günümüzde de görkeme, ihtişama ve parlaklığa hâlâ ne kadar gereğinden fazla kıymet verildiğini bir kez daha idrak ediyordum. Yalın, sade ve gölgede kalanın güzelliğini fark etmekte, anlamakta hâlâ zorlanıyoruz. Sporda ya da futbolda yaratıcılık için de çoğu zaman aynı algı genelde köşeleri kapmış durumda. Futbol tarihinde de ışığın yanıltıcı ihtişamının gölgesinde kalan isimlerin başında Danimarkalı Michael Laudrup geliyor.

Maradona, Pele, Cruyff, Baggio, Zidane… Geçmişe gidip en yaratıcı futbolcuları düşünmenizi istesem sanırım aklınıza ilk olarak bu tip ya da buna yakın bir isim listesi gelir. Laudrup’u o listeye ekletmek için onu izlemiş olanlara ufak bir isim hatırlatması yapmak yeterli olur. Onu izlememiş yeni neslin ise YouTube’u açıp sadece verdiği paslardan ve top sürmelerden oluşan 83 dakikalık videoyu izlemelerini sağlamak gerekir. Fakat engelleri aşıp Laudrup’un Wikipedia sayfasına girdiğinizde, en altta diğer önemli futbol figürlerinin Laudrup hakkındaki sonsuz övgü dolu sözlerinin olduğu uzun bir listeyi görürsünüz. Aralarından iki tanesini seçmek istesem sanırım ilki Beckenbauer’e ait olur: “Pele 60’ların, Cruyff 70’lerin, Maradona 80’lerin, Laudrup ise 90’ların en iyisiydi.” Diğeri de Cruyff’un söyledikleri: “Eğer Michael, Brezilya veya Arjantin’in yoksul bir gettosunda doğmuş ve o yoksulluktan çıkışı futbol sayesinde yapmış olsaydı bugün muhtemelen bu oyunun tarihindeki en büyük dehası olarak kabul edilecekti.”

Akabinde Danimarkalı yönetmen Jorgen Leth’in onun hakkında çektiği 1993 yapımı Michael Laudrup: A Football Player adlı belgeseli izlediğinizde bu övgülerin nedenini daha iyi anlayabilirsiniz. Çocukluğumdan beri hayranı olduğum Laudrup’u bir de Leth’in kamerasından izlerken en çok dikkatimi çeken, hareketlerindeki doğallık oluyordu. Futbol geometrisi ile dalga geçen paslarını, pozisyon alışını, tek dokunuşları, top kontrolünü, daha sonra Iniesta ile de meşhur olan ‘La Croqueta’ adlı zarif çalımlarını izlerken kendinizden geçiyorsunuz. Her şeyden öte Leth’in sadece Laudrup’un maç içindeki hareketlerine odaklandığı kayıtları izlediğinizde, aynı bir şiirde sözcüklerin arasına yerleşmiş boşluklar gibi, hareketlerinin arasındaki büyülü sessizlikleri fark ediyorsunuz. Bu sessizlikler gözlerle buluştuğunda yaratıcı sürece tanık oluyorsunuz. Futbola olan tutkusunun yeteneğiyle buluştuğu anlara. Bir doğaçlama virtüözü. Cruyff’un topa ve alana sahip olma temelli sisteminde; yanında Stoichkov, Koeman, Beguiristain, Bakero, Guardiola, Romario gibi isimleri de yukarı çeken bir yaratıcı beyin olduğunu size tekrar hatırlatıyor. Hatta bununla ilgili yıllar sonra Jonathan Wilson, Guardiola’nın Barcelona’nın başına geçtikten sonra Messi’ye verdiği sahte 9 rolünün Cruyff’un Laudrup’undan kaynaklandığını yazmıştı.

Barcelona öncesi 1980’lerde Elkjaer, Simonsen, Lerby gibi isimlerle beraber Avrupa’nın Brezilya’sı denen Danimarka’nın altın jenerasyonunun genç oyun kurucusu olarak ün yapan Laudrup için aynı yıllarda Platini’nin veliahtı baskısıyla geldiği Juventus macerası pek parlak geçmemişti. Dönemin teknik direktörü Giovanni Trapattoni buna rağmen Laudrup hakkında şunu demişti: “Takım arkadaşlarına gol attırmak yerine kendisi daha fazla kaleyi düşünseydi tüm zamanların en iyilerinden biri olabilirdi.”Picasso’nun “Yaratıcılık yıkmaktır” sözüne farklı bir yaklaşım getiren Laudrup, milli takımda teknik direktör Richard M. Nielsen ile ters düşüp Euro 1992’yi pas geçtikten sonra 1994’te de Şampiyonlar Ligi finalinde Cruyff tarafından oynatılmayınca Barcelona’dan ayrıldı. Hem de tabu yıkıp Real Madrid’e giderek… Babası Finn’in küçük yaşlardan alıştırdığı futbolda Laudrup bu kez de hünerlerini Bernabeu’da sergiliyordu. Bir yıl önce 11 gol atan Şilili Ivan Zamorano, El Genio (Dâhi) dediği Laudrup ile o sezon 28 gol atıyordu. Steve Nash’ten önceki Steve Nash gibiydi. Stoichkov, o yıl Zamorano’yu ne kadar kıskandığını söylüyordu. O dönem Real’deki teknik direktörü Jorge Valdano, Laudrup’un sahanın her yerinde gözü varmış gibi oynadığını vurguluyordu. İspanya’dan ayrıldığında iki şehrin de kalbinde ayrı bir yer edinmişti. La Liga’da 1974-1999 yılları arasında forma giyen en iyi yabancı futbolcu ödülünü alıyordu.

Koestler’in dediği gibi, “Yaratıcılık, alışkanlıkların özgünlük aracılığıyla yapılmasıdır.” Laudrup bu konuda hiç sıkıntı yaşamadı. Tüm takım arkadaşları onun beraber oynadıkları en büyük futbolcu olduğunu söyledi. Ancak 1998’de 34 yaşında Ajax’ta sessiz sedasız biten kariyerinden sonra Ballon d’Or ödülü kazanamayan en büyük futbolcu olarak hatırlanıyor. Nazarımda ise büyülü sessizlikleriyle…

Bu sayı; yalın, sade ve gölgede kalan güzellikleri de keşfedebilenler için…

 

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Hep Beraber

Hep Beraber

3 sene önce
Çağ

Çağ

3 sene önce
Bir Numara

Bir Numara

3 sene önce